Biz “kapının ardındaki hayatı” istiyoruz

Abone Ol
Muhalif aktörlerin “dinci geçinenden daha dinci”, “ırkçılığa varan milliyetçi geçinenden daha ırkçı” olmak için iktidarın servis ettiği dili kullanmak zorundalarmış gibi bir eğilim içinde olmaları, olumsuzluğun başlangıcını oluşturuyor.

Loading...

 Rutinin dışına çıkan olursa onlara “icat çıkartma” deriz. İcatsız da yaşanmaz çünkü ihtiyaç duyarız. Ne de olsa “icatların anası” ihtiyaçlarımızdır. O icatlardan biri de barometredir; çoğunlukla eskiden olmak üzere hava tahminlerinde, yükseklik hesaplamalarında ve açık hava basıncını ölçmede kullanılan ve Toriçelli tarafından bilim dünyasına kazandırılan bir ölçü birimi olarak bilinir. Bilimsel yararları elbette önemli ama bu yazının ilgi alanına giren bölümü daha çok farklı bakış açılarının önemine ilişkindir. Barometre ile ilgili çok bilinen anekdota göre sorduğu soruya istediği cevabı alamayan fizik profesörü ile aldığı düşük nota itiraz eden öğrencisi arasında çıkan tartışma uzar ve bir başka fizik profesörünün hakemliğine başvurulması konusunda uzlaşırlar. TEKÇİLİK Mİ, ÇOĞULCULUK MU? Hakem hoca, öğrenciyi ilginç bulmuş. Çünkü “barometreyi kullanarak, bir binanın yüksekliğini nasıl saptarsınız?” sorusuna, öğrenci, “binanın en üst katına çıkar; barometrenin ucuna bir ip bağlarım ve yukarıdan aşağıya sarkıtırım. İpi yukarı çeker ve ipin uzunluğunu ölçerim. İpin uzunluğu ne kadarsa binanın yüksekliği de o kadardır” cevabını vermiş. Ama ders fizikmiş ve bu cevaptan hareket edilerek, öğrencinin fizik bilgisini ölçmek mümkün değilmiş. Bu nedenle öğrenciden aynı soruyu bir kez daha cevaplamasını ve verdiği cevapta fizik bilgisine vakıf olduğunu göstermesini istemiş. Altı dakika da süre vermiş. Beşinci dakikanın sonunda öğrenciden herhangi bir hareket olmadığını görünce cevap verip vermeyeceğini sormuş; öğrenci de, verebileceği pek çok cevap arasında en iyisini seçmek için çabaladığını belirtmiş. Nihayet altıncı dakika bitmeden öğrenci şu cevabı yazmış: “Binanın çatısına çıkar, barometreyi aşağı atarım. Ardından da kronometreyi çalıştırırım. Barometre yere çarpınca kronometreyi durdurur ve ilgili formülü kullanarak binanın yüksekliğini hesaplarım.” Hakem hoca cevabı doğru bulmuş; hocası da ikna olmuş. Fakat akılları öğrencinin “pek çok cevabı” olduğuna ilişkin cümlesine takılı kalmış. “Diğer cevaplarını da söyler misin?” diye sormuşlar. Öğrenci, “barometre yardımıyla bir binanın yüksekliğini bulmanın pek çok yolundan biri de, güneşli bir günde dışarı çıkar, barometrenin gölgesini ve boyuyla birlikte binanın gölgesini de ölçerek, basit bir oranlamayla yüksekliğini bulmaktır” demiş. “Bu kadar mı?” diye sormuşlar. “Biri basit, diğeri daha karmaşık olan iki yöntem daha söyleyebilirim” demiş ve anlatmış. “Basit yöntemde, barometreyi elimize alır ve binanın merdivenlerinden en üst kata doğru tırmanmaya başlarız. Merdivenleri tırmanırken barometrenin boyu kadar duvar boyunca işaretleyerek ilerleriz. Daha sonra işaretleri sayarız ve işaretlerin sayısı bize barometrenin birimi cinsinden binanın yüksekliğini verir. Bu yöntem doğrudan ölçmeye örnektir.” “Peki ya karmaşık yöntem?” diye sormuşlar; ona da cevabı şu olmuş: “Barometreyi bir ipin ucuna bağlar ve sarkaç gibi sallarım. Böylece en alt katta ve binanın en üstünde ‘g’ değerini saptamış olurum. Bu iki ‘g’ değerinin farkından ilke olarak binanın yüksekliğini bulabilirsiniz.” Hocalarının, verdiği farklı cevaplardan etkilendiğini gören öğrenci, bir üçüncü yöntemi daha anlatmış: “Eğer ille de cevapta fizik dersiyle ilgili bir şart aramıyorsanız barometreyi alıp bina görevlisine giderim. Binanın yüksekliğini söylemesi koşuluyla barometreyi ona vereceğimi belirtir; ondan aldığım cevapla binanın yüksekliğini de öğrenmiş olurum.” BİR NOKTADAN SAYISIZ DOĞRU GEÇEBİLİR Gelelim, kıssadan hisseye… Önümüz seçim ve karşımızda biri iktidar, diğeri muhalefet olmak üzere iki belirgin taraf var. Teşbihte hata olmaz; iktidar tarafını, anekdottaki hocaya, muhalefet tarafını ise öğrenciye benzetebiliriz. Önümüzdeki seçime ilişkin iktidarın tek çözüm önerisi var; iktidar, “her şeye kadir tek kişinin mutlak iktidarı”nı savunuyor. Tıpkı Nazım’ın, yıllar önce, bu ruh halini dizeleştirdiği gibi bir söylemi dikte ediyor: “Bizi bir başımıza bıraksalar, tarafgirlik ve cehalet ve çok konuşmaktan başka müspet bir hayat kuramayız.” Muhalefet ise (en azından şimdilik) her sorunun birden farklı çözümleri olabileceğinde ve toplumsal çıkarlarla örtüşen çözümün benimsenmesinde ısrar ediyor. Zira iki nokta arasında bir doğru geçer ama bir noktadan sayısız doğru geçebilir. İşte bu nedenledir ki iktidarın “başkanlık” ısrarına karşın muhalefetin “güçlendirilmiş demokratik parlamenter sistem” önerisinde bulunuyor. Anekdottaki hakemlik rolüyse halka düşüyor. Halkın, hangi “çözüm”e meyledeceği tarafların göstereceği performansla orantılı görünüyor. Siyasetin, düz bir hat olmadığını biliyoruz; taraflar hem kendilerini ifade ederken hem de karşı tarafın duruşundaki eksikliği, aksaklığı anlatırken, “hakem” rolündeki halkı ikna etmek için çaba gösterdiğini  de… Bu kadarla da kalmadıklarını; özellikle iktidarın stratejisini, bir yandan daha önce kendisini tercih etmiş seçmeni elinde tutmak için çabaladığını, diğer yandan da muhalefet bloğunu mobilize etmek üzerine kurduğunu görüyoruz.
Düşünün ki bütün bir toplum, uzun bir süre, “çalıyorlar ama çalışıyorlar” sözünün esiri oldu. 31 Mart seçimleri, en azından büyükşehirlerdeki seçmende, çalmadan da çalışmanın mümkün olduğuna inandırdı.
Bizim gibi “milli” duyguları hamaset derecesine varacak düzeyde ve geleneksel olarak bağımsızlık duygusu yüksek olan coğrafyalarda iktidarın işi, görece daha kolay… Zorda kalınan her durumda, rahatlıkla “dış güçler” söylemine başvurabiliyor ve bağımsızlık duygusu üzerinden halkın beklenti ve taleplerini ertelemesini sağlayabiliyor. Nitekim günümüz iktidarı da, Suriye’deki Kürt kartından Yunanistan ile gerilimi artırma yöntemine kadar her yola başvurabiliyor. Bu hamasetten sonuç alamaması halinde İsrail’e “van minut” denildiğine; CHP iktidarı zamanında ibadet yerlerinin ahıra çevrildiğine ilişkin tevatürleri dolaşıma sokabiliyor. İktidarın “tekçi zihniyeti”ne karşı muhalefetin, her biri diğerinden de yararlı olabileceği farklı çözüm önerileriyle “hakem” konumundaki halkın karşısına çıkmasının avantajlı sonuçlar üreteceği beklenebilir. İKTİDARIN DÜMEN SUYUNDAN UZAKLAŞMAK… Gelin görün ki iktidarlar, çağlar boyu olduğu gibi, ellerinde bulundurdukları söylem üstünlüğü kitlelerin zihinlerini fethedip kendi yanlarında tutabiliyorlar. Türkiye uzun süredir iktidar merkezli hegemonik söylemin etkisi altında ve ne yazık ki muhalefet de zaman zaman iktidarın yüksek sesle dillendirdiği hegemonik söyleminin etkisi altında kalabiliyor. Bu tarz bir etkileşim, ister istemez, iktidarın kurgusuna bağı kalarak dile getirilen sorunların çözümüne ilişkin söylem, dönüp dolaşıp iktidarın ekmeğine yağ sürebilecek bir noktaya evrilebiliyor. Söylemek gerekir ki iktidarı istiyorsanız kendinize ait bir öykünüz ve o öykünün senaryolaştırılmış haliyle halkın karşısına çıkmanız gerekiyor. Her biri diğerinden değerli muhalif aktörlerin, sık sık, “dinci geçinenden daha dinci”, “ırkçılığa varan milliyetçi geçinenden daha ırkçı” olmak için iktidarın servis ettiği dili kullanmak zorundalarmış gibi bir eğilim içinde olmaları, olumsuzluğun başlangıcını oluşturuyor. Gerçek şu ki ülkenin sorunları, görünenden daha derindir ve hem bu derinliğin resmini çizebilecek hem de çözümünü açık ve anlaşılır bir biçimde dile getiren taraf, iktidarın kapısını aralar. Aralanmış kapıdan içeri girebilmek umut vermekle ve insanlığın evrensel değerlerine sahip çıkmakla mümkün olur. Düşünün ki bütün bir toplum, uzun bir süre, “çalıyorlar ama çalışıyorlar” sözünün esiri oldu. 31 Mart seçimleri, en azından büyükşehirlerdeki seçmende, çalmadan da çalışmanın mümkün olduğuna ilişkin umudu artırdı ve nihayetinde el değiştiren belediyelerde evrensel değerlerin üzerine örtülen yozlaşma örtüsünün kaldırılması için ilk adım atılmış oldu. Önümüz seçim ve elbette “bin kilometrelik yola da ilk adımla” başlanıyor. İlk adım atma sürecinin bir “amiral gemisi” olduğunu biliyoruz. “Amiral gemisi” olmak, birlikte hareket edebilme becerisini göstermek anlamına gelir. Kılıçdaroğlu’nun bu bilinçte olduğunu, Akşener’in bu süreci sonuna kadar götürme eğilimini gösterdiğini görüyoruz. Zorlu ve meşakkatli geçeceği açıkça görülen bu sürecin vazgeçilmez özelliklerinden birinin de “siyasi sabır” olduğunu belirtmem ve özellikle “amiral gemisinin tayfaları” daha fazla sabır göstermeleri gerekiyor. Amaç, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına demokratik, laik ve özgürlükçü bir parlamenter sistem ile girmekse bu süreci titizlikle örmek, herkesten çok “amiral gemisinin tayfaları”na düştüğü açıktır. Ne diyor şair: biraz daha sabır, biraz daha inat. Kapının arkasında bekleyen ölüm değil, hayat.”