Birleşik Krallık’tan iki mağdur hikayesi: affedebilme, nefret etmeme gücü

Abone Ol
Adalet arayışının sadece hukuk sistemi üzerinden olamayacağını ve adaletin toplumsallaşmasını önemsediğimi daha önce kaleme almıştım. Şimdi barışçı arayışlara ışık tutmak adına Birleşik Krallık’tan iki örnek vermek istiyorum. Türkiye ekonomik ve siyasi kriz ile boğuşurken bir yandan da toplumsal yaralarını sarmanın yollarını eskisine göre daha fazla konuşmaya başladı. Ekonomik sorunların yakıcılığı karşısında şaşırtıcı olmakla beraber, bu belki de bir anlamda Bekir Ağırdır’ın T24’te yer alan son yazısındaki kutuplaşmanın yarattığı buzların çözülmesiyle yakından ilgili olabilir. Bu yazıda Ağırdır, insanların yeni bir hikaye arayışı içinde olduğunu ve bu arayışın adalet ve etkin devlet anlayışını da içerdiğini ifade ediyordu. Belki de bu nedenle helalleşme, barış gibi konular, gündemi sürekli kayan bir ülkede gündemde kalmaya devam ediyor. Dahası, bu konularda yıllardır kalem oynatan birçok akademisyenin, medyada çeşitli şekillerde yer aldıklarını görmek oldukça ümit verici. Açıkçası adalet arayışının sadece hukuk sistemi üzerinden olamayacağını ve adaletin toplumsallaşmasını önemsediğimi daha önce ben de burada kaleme almıştım. Bu bağlamda, barışçı arayışlara ışık tutmak adına Birleşik Krallık’tan iki örnek vermek istiyorum. Bu örneklerin Birleşik Krallık devletinin girişimi ile yapılmış değil tam tersine Birleşik Krallık’ta yaşanmış terör saldırılarının mağduru (ve hatta faili) olmuş insanlarca başlatılmış olduğuna vurgu yapmayı da önemli buluyorum. Zira Birleşik Krallık da özellikle Brexit ile beraber devlet kapasitesi olarak siyasi savrulma örneklerini giderek daha fazla sergiler oldu. Salgının başında yaşanan tedbirsizlik sonucu korkunç ölümleri, hızlı ve yüksek aşılama ile son dönemde toparlar gibi olsa da vahim olaylarla sarsılmaya devam ediyor. Ülkenin aynı zamanda, bir kriket oyuncusunun ortaya çıkardığı spor camiasındaki kurumsal ayrımcılık; Londra’da bir polisin bir kadına tecavüz edip öldürmesi; Brexit sonucu mal ve hizmet tedariğine dair eksikler ve Manş Denizi’nde ölen mültecilere karşı sergilediği tavra bakıldığında, kamu yönetimini ilgilendiren konular bakımından genel anlamda hayal kırıklığı yaratmaya devam ettiği söylenebilir. Kamusal anlamda böyle dönemlerden geçerken, bahsedeceğim kişisel girişimler daha da önemli hale geliyor. BABASININ KATİLİNİ ANLAMAYI SEÇEN JOE BERRY Öncelikle Joe Berry ve Patrick Magee’den bahsetmek isterim. Joe Berry, 1984 yılında Brighton kentindeki bir otelde toplanmış Muhafazakar Partililer toplantısının IRA tarafından bombalanması sonucu ölen İngiliz bakan Anthony Berry’nin kızı. Babasını ve dört başka kişiyi daha öldüren bombayı koyansa Patrick Magee’den başkası değil. Beklenmedik bu iki kişi, nasıl bir araya gelmiş olabilir? Öncelikle, bu olaydan iki gün sonra Berry’nin, duygusal açıdan yıkıcı bu travmadan olumlu bir şey çıkarmaya karar verdiğini anlıyoruz. Kendi ifadesiyle: “Suçlama ve intikamdan vazgeçmeyi seçtim. Bunun yerine acımın ve duygularımın sorumluluğunu alarak, onları barış tutkusuna dönüştürmeyi seçtim”[1]. Babası ile oldukça yakın bir ilişkisi olan Berry, olaydan iki ay sonra İrlandalı bir taksi şoförüne denk geliyor. Konuşurlarken şoförün kardeşinin IRA’da olduğunu ve bir asker tarafından öldürüldüğünü anlıyor. Ona düşman olmayı beklerken, olmuyor. Magee ile tanışması ise, 1998’de İrlanda ve Birleşik Krallık arasında imzalanan Good Friday Agreement çerçevesinde Magee’nin 1999’da cezaevinden tahliyesi ile oluyor. Berry, Magee ile tanışmak istiyor. 2000 yılında bir arkadaşlarının evinin mutfağında buluştuklarında, Berry onu bir insan olarak görmek ve dinlemek istiyor. Onu kendi fikirlerine ikna etme gibi bir çabası yok. Magee’ye birçok soru da soruyor. Bunun üzerine, Magee ona siyasi pozisyonunu açıklıyor. Berry için bunları duymak ağır. Yine de dinliyor. Bu empati karşısında siyasi pozisyonunu kaybeden Magee, bir süre sonra artık kendisinin kim olduğunu bilmediğini; Berry’nin kızgınlığını ve acısını duymak istediğini söylüyor ama daha önemlisi, onun için ne yapabileceğini soruyor. Üç saat süren bu görüşme sonunda Berry ona geldiği için teşekkür ediyor, Magee ise babasını öldürdüğü için ondan özür diliyor. İşte böylece, on yıldan fazla bir zamandır süren, birçok ülkede yüzlerce kez medya ve insanlar karşısına barış için çıkan bir ikilinin ilk iş birliğinin adımı atılıyor. Ben de geçen hafta bu ikiliyi Zoom üstünden dinleme fırsatı buldum ve yaşlanmaya yüz tutmuş bu iki insanın barış için çabalamasından oldukça etkilendim. You Tube veya başka mecralarda yer aldıkları birçok konuşmalarını İngilizce bilenlere tavsiye ederim. FİGEN MURRAY’NİN HİKAYESİ DE JOE BERRY’NİNKİNE BENZİYOR İkinci hikaye ise İstanbul doğumlu Figen Murray ile ilgili. 2017’de Manchester Arena’daki Ariana Grande konseri çıkışında gerçekleşen intihar bombalamasında ölen 22 kişiden birisi de Murray’in oğlu Martyn Hett. Kendisi ile yapılmış olan podcastte Murray, Jo Berry’ye çok benzer şekilde neredeyse olayın hemen ertesinde nefreti seçmemeye karar verdiğini anlatmış. Buna en büyük nedenlerden birisi diğer dört çocuğunun kardeşleriyle beraber annelerini de yitirmelerini istememesi. Bir diğeri, intihar bombacısının oğluyla neredeyse aynı yaşta genç birisi olduğunu fark etmesi ve gençlerin radikalleşmeye olan yatkınlıklarının yarattığı endişe. Aynı zamanda, nefretin daha çok nefret getireceği ve kızgınlığın daha çok acı yaratacağına olan inancı. İnsanlara danışmanlık veren bir meslekte çalışan birisi olarak bunu yakından tanıyor ve Martyn’in anısına barış, tolerans ve şefkate odaklanmaya karar veriyor. Böylece Murray de kendisini barış konusunda konferanslar veren, konuşmalar yapan birisine dönüştürmeyi başarıyor. Hatta “Martyn Kanunu” denilebilecek ve oğlunun kaybettiği tarzdaki mekanların güvenliği iyileştirmesini ve hatta bir anti-terör planı olmasını şart kılan bir kanun teklifine topladığı imzalarla parlamentonun gündemine alma mücadelesine girişiyor. Terörizmi durdurmak için çabalarıyla 2020’de ödül almış olan Murray’in, podcastteki en anlamlı ifadelerinden birisi, bizzat yaparak içinde yer almasak da içinde yaşamakla toplumdaki kötü şeylerin parçası olduğumuzu söylemesi oldu. Onun cevabı toplumun başka türlü bir parçası olmak için adım atmak yönünde gelişmişe benziyor. Bu iki örnekteki mağdurları, en derin acılardan birini, neredeyse en baştan öfkeye değil, affa ve nefret etmemeye yöneltmeleri bakımından çok anlamlı buldum. İkisi de aslında alıştığımız toplumsal pratikleri tersine çevirmeyi, barışa ve savaşa başka türlü bakmayı başardığımızda, ne kadar farklı yollarda yürüyebileceğimizi gösteriyor. Özellikle devletle, adaletle kurumsal bağlarımızın gevşediği bir dönemde, toplumun her kesimiyle köprüler kurmaya dönük bu girişimlerin daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. --- [1] https://buildingbridgesforpeace.org/about-building-bridges-for-peace/jo-berry-founder/