Biraz renk, biraz umut olsun diye…
Eskiden festival programları açıklanınca tam olarak bahar havasına girerdim. Özellikle İKSV Film ve caz festivallerinin biletleri satışa çıktığında içim ısınmaya başlardı. Bu sene için de biletleri aldım. İçimde yeşersem mi yeşermesem mi gelgitindeki umutları beslemeye çalışıyorum ben de.
Üç cemre de düştü. Sonuncusu toprağa değdiğinde eskisi gibi sevinemedik bile. Felaketleriyle başladı yeni sene. Kıştan çıkıyor mevsim, ama içimizde bahar ağır aksak geliyor. Bazılarının yarım olacak artık baharları, yazları. Bir daha eskisi gibi olmayacağız hiçbirimiz. Olmayalım zaten; olmak vicdanına dokunmaz mı insanın?
Eskiden festival programları açıklanınca tam olarak bahar havasına girerdim. Özellikle İKSV Film ve caz festivallerinin biletleri satışa çıktığında içim ısınmaya başlardı. Bu sene için de biletleri aldım. İçimde yeşersem mi yeşermesem mi gelgitindeki umutları beslemeye çalışıyorum ben de. Hayattan kopmayarak sevdiklerime, kedime ve sanata sarılarak.
Size de kendimce birkaç tavsiye vermek istiyorum. Gözünüzden kaçtıysa diye.
Daha önce çalıştığım işyerimde bir hafta izin alıp sabah 11 seansından 21.30’a kadar tüm filmleri izlediğim İstanbul Film Festivali ilk önerim. Pandemi ile beraber neredeyse tamamen kaybettiğim sinema salonlarında film izleme alışkanlığımı geri kazanmak için de bir fırsat. (Neyse ki Mubi var.)
Geçen yıl en fazla 5 filmle iştirak ettiğim festival için bu sene daha azimliyim. Tabi ki çok sevdiğim Fatih Akın’ın Rheingold’u en merak ettiklerimden. Bu filmi için “Yaptığım en zorlu film” demiş. Akın zorlandıysa bize de izlemek için bir bahane daha çıkmış demektir.
Houman Seyedi’nin yönettiği Üçüncü Dünya Savaşı bir diğer merak ettiğim filmdi. Bu bol ödüllü film aynı zamanda İran’ın Oscar adayı. Yönetmene ilham kaynağı nedir diye sorulduğunda verdiği cevap beni cezbeden başka bir faktör oldu: "İnsanlar ev, iş, aile gibi en temel gereksinimlerini elde etmek için canla başla mücadele ederler, sonunda ellerine geçense dekoratif ve yapay bir aldatmacadan başka bir şey değildir.” Sanırım bir şekilde orta sınıfın esin kaynağı olduğu her üretim fazlaca ilgimi çekiyor.
Festival programında en heyecanlandığım bölüm ise “No More Flowers”. Güçlü, ayakları üzerinde durabilen, hayatta istediği yolu çizmiş ve o yoldan giden kadınların üzerine kurulu 7 filmden oluşuyor. Sadece 3 filmin yönetmeni kadın olsa da böyle bir seçkinin yer alması, sinema ve birçok sanat dalındaki kadın temsilinin dönüşümü için yine de güzel bir adım.
Film festivali bitip bahar iyiden iyiye şehre yerleştiğinde ayak bileğimden son operasyonumu (umarım) geçireceğim. Sanırım mayıs ayında bu nedenle pek aktif olamayacağım. Ama neyse ki İstanbul Müzik Festivali ve Caz Festivali Haziran ve temmuz aylarında. Her iki festivalde de tüm program şahane ancak ben özellikle bilet aldığım iki etkinlikle ilgili tavsiyede bulunmak istiyorum.
İstanbul Müzik Festivali’nin sonunda, Süreyya Operasında Yaşar Kemal’in romanından Michael Ellison’un uyarladığı müzikal tiyatro “Binboğalar Efsanesi” sahneye konulacak. Daha önce evime giderken bile defalarca önünden geçtiğim hâlde hiçbir sanat etkinliğinde seyirci olamadığım Süreyya Operasında izleyeceğim ilk oyun olması nedeniyle de ayrı heyecanlıyım.
Ve Caz Vapuru. İKSV’nin organize ettiği ilk günden beri kaçırmadığım etkinliği. Caz Festivali kapsamında bu sene 16 Temmuz Pazar günü Kabataş’tan kalkacak vapur boğazda salınırken caz ve swing gruplarını dinleyebilirsiniz. Caz Vapuru Anadolu Kavağında mola verdiğinde pek çokları benim gibi öğlen rakısı içip müziğin ve tuzlu suyun üzerine anason kokusunu da içine çekmeyi tercih ediyor. 2 saatlik yemek molasının ardında yine Kabataş’a geri döndüğünüz muhteşem bir hafta sonu aktivitesi.
Hayata devam etmeye çalışıyoruz, doğamız bu. Umarım 14 Mayıs’tan sonra daha ümitli yol alacağız. Biraz renk olsun, biraz umut olsun diye sinema ve müzik size.