1933, tüm Avrupa’yı yok edene ve kendi zulmünde boğulana dek devam eden Hitler faşizminin iktidara geldiği tarih. Türkiye’de ise aynı yıl Cumhuriyet’in 10. yılı kutlamaları var. Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış bir ulus ekonomide, eğitimde, sanatta, kültürde, siyasette atılımlar, reformlar yapmakta. Avrupa’da siyasi atmosfer ‘Heil Hitler’ sesleriyle zehirlenirken, bu genç ülkede bir değişim rüzgârı ve geleceğe ilişkin bir umut var, tüm yoksunluklara rağmen. Hitler zulmünden kaçan, kendi alanında dünyanın önde gelen yüzlerce bilim insanı Ankara’ya sığınır o yıllarda. Almanya’dan Türkiye’ye yönelen bu ‘beyin göçü’ genç Cumhuriyetin ihtiyaç duyduğu bilim insanı ve uzman bulmak için önemli bir fırsat sunar. Atatürk’ün 1930’larda başlattığı ‘üniversite reformu’nun gerçekleşebilmesinde bu beyin göçü önemli rol oynar. Gelen bilim insanları sadece yeni üniversitelerin kurulmasına değil, mimariye, iktisadi teşekküllere, ziraata, hayvancılığa, bitki örtüsüne, yeraltı sularına uzanan çok geniş alanda yapılan araştırmalara da öncülük ederler. Ayrıca, yeni başkent olan Ankara’nın şehir planını ve bu plana uygun kamu binalarını tasarlarlar, pek çok yeni kurumun, enstitülerin ve araştırma laboratuvarlarının kurulmasında da etkin çalışmalar yaparlar. Osmanlı’dan Genç Cumhuriyet’e Eğitimde Reformlar Yabancı bilim insanlarının genç Cumhuriyet’in gelişimindeki katkılarını ele almadan önce, Cumhuriyet kurulurken eğitim reformuna neden ihtiyaç duyuldu ve bu yönde ne gibi adımlar atıldı, kısaca değinmekte fayda var. Osmanlı’da III.Selim’le önceleri askeri alanda başlayan Batılılaşma hareketleri zamanla eğitim alanında da devam eder. 1827’de Tıbbiye, 1848’de Harbiye, 1859’da Mülkiye açılır. Bünyesinde mühendislik, hukuk, edebiyat fakülteleri bulunan bugünkü İstanbul Üniversitesi Darülfünun adıyla 1863’te eğitime başlar. Asker ve sivil bürokraside çalışacak eğitimli-uzman kadrolar yetiştirilmeye çalışılır. Ancak Osmanlı-Rus, Balkan ve I. Dünya Savaşları eğitim alanında başlatılan reformların kökleşmesine ve toplum geneline yayılmasına engel olur. Dağıldığında yüzde ona bile ulaşmayan okur yazarlık oranıyla cahil kalmış bir toplumdan ibarettir Osmanlı. Harbiye’de eğitim alan Mustafa Kemal bir Osmanlı aydını olarak eğitimin aksayan yönlerinin farkındadır. Cehalete mahkûm bir toplumun kalkınamamasına, yönetilememesine ve sonunda da dağılmasına tanıklık eder. Cehaletle savaş düşmanla savaş kadar önemlidir. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı’nda bile Mustafa Kemal’in önceliklerinden biridir eğitim reformu. Yunan ordusunun Ankara’ya yaklaştığı savaş ortamında I. Maarif Kongresi’ni düzenlemesi eğitim reformu konusundaki kararlılığını gösterir. Cepheden gelerek 1921’de Ankara’da yapılan Kongre’ye bizzat katılan Atatürk, bu kültürel hamlede gelecek nesillerin çağdaş standartlarda yetişmesi için ‘muallim ordusuna’ büyük sorumluluklar düştüğünü, mektep-medrese ayrımının kaldırılıp Batılı tarzda eğitime geçileceğini de açıklar. Padişahlıktan halkın egemenliğine dayanan Cumhuriyet’e geçiş uygarlık yolunda önemli bir adım olsa da ‘zihniyet değişimi’ olmadan bunun başarılamayacağına inanır Atatürk. Uygar dünyayı yakalamanın yolu ‘din ve metafizike değil, ‘mantıkçı pozitivist bilim’e dayalı eğitimle olabilir ancak. ‘Cehaletle savaş için eğitimdeki reformları kutsal bir hamle’ olarak niteleyen Atatürk’ün 1923’te Meclis’te yükselen itirazlara rağmen ‘Kadınlarımız da âlim ve mütefennin olacaklar ve erkeklerin geçtikleri tahsilden geçeceklerdir’ vurgusu ve 1925’te kız-erkek karma eğitime başlanması kadın hakları açısından da önemli bir dönüm noktasıdır.[1] Cumhuriyetin ilanı ile başlatılan eğitim reformu çerçevesinde Ankara’nın ilk yüksek öğrenim kurumu Hukuk Mektebi 1925’te Atatürk’ün de katıldığı törenle açılır; 1933’te Ziraat Yüksek Enstitüsü, 1935’te de Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi. Genç Cumhuriyet’in Eğitim Hamlesi Cumhuriyet kurulduğunda planlanan reformların başarıya ulaşabilmesi için, öncelikle sınırlı sayıda da olsa yurt dışına öğrenci gönderilir. Ek olarak üniversitelerin, bakanlıkların çağdaş standartlarda hızla yapılandırılabilmesi için ihtiyaç duyulan bilim insanı ve uzmanların yurt dışından getirilmesi planlanır. Üniversiteler ve Bakanlıklarda çalışacak kadrolar için 1924’te 140 milyon liralık bütçeden 1 milyon liranın tahsis edilmesi bu konuya verilen önemi gösterir. 1924’te Colombia Üniversitesi’nden Prof. J. Dewey ilk gelen eğitim uzmanıdır. İstanbul, Ankara ve Bursa’da incelemeler sonrası yazdığı ‘Türk Maarifi Hakkında Rapor’u daha sonra ‘köy enstitülerinin’ kuruluşuna rehberlik eder. 1925’te Alman uzman A. Kühne’nin mesleki eğitim ve ‘çıraklık eğitimi’, 1926’da Alman Prof. Stiechler ve Prof. Erey’in ‘El İşleri, İş Mektebi ve Tedrisatı’ başlıklı raporu sanat eğitimi alanında önemli kaynak olur. 1927’de Alman Prof. Oldenburg başkanlığında aralarında Berlin Ziraat Okulu Rektörü Prof. Schucht’un bulunduğu heyet, ‘Ziraat ve Veteriner Yüksek Okulları’nın açılması için ön çalışmalar yapar. Almanya’dan Türkiye’ye Beyin Göçü[2] [caption id="attachment_208139" align="alignnone" width="585"] Ankara Tıp Fakültesi’nin kurucusu olan hocalar bir arada. 1. Ord. Prof. Dr. Albert Eckstein
2. Eşi Dr. Erna Eckstein 3. Prof. Dr. İhsan Doğramacı 4. Prof. Dr. Bahtiyar Demirağ (*)[/caption]   Hitler, iktidara geldikten üç ay sonra 11 Nisan’da Aryan ırkından olmayanların işten çıkarılacağına dair kanun çıkarır. Yahudi kökenli bilim insanlarının üniversitelerde görevlerine son verilir. Aynı yıl ‘üniversite reformuna’ başlayan Türkiye’nin sürgün edilen bu bilim insanlarından istifade etme talebi Almanya’dan Türkiye’ye beyin göçünün başlamasına neden olur. Bu göçün organizasyonunda yer alan kişi Frankfurt Üniversitesi’nden Prof. Dr. Phillip Schwartz’dır. Yahudi asıllı olan Schwartz, 23 Mart 1933’te üniversiteden bir Alman arkadaşının tutuklanacağına ilişkin bilgi vermesi üzerine, aynı gün Almanya’dan ayrılır. Ailesi ile Zürih’te yaşayan kayınpederinin evine yerleşirler. Schwartz, kayınpederi Prof. Tschulock ile yaptığı yoğun çalışmalar sonucu ‘Alman Bilim Adamları Yardımlaşma Derneği’ni kurar. Dernek, görevinden atılan Alman bilim insanlarına uzmanlıklarına göre misafir ülkelerde çalışma imkânı sağlanabileceğini duyurur Mayıs 1933’te. Büyük yankı yapan bu duyuru sonucu, Nazi zulmünden kaçan yüzlerce bilim insanı derneğe başvuruda bulunur. Prof. Schwartz’a Türkiye’den üniversitelerde görevlendirmek üzere çeşitli alanlarda çalışacak profesörler talep ettiklerine dair gelen mektup Zürih’teki bilim insanları için bir umut olur. Bu talebin arkasında geleceğin bilim insanlarının yetişmesini hedefleyen Atatürk’ün çok önem verdiği ‘Üniversite Reformu’ vardır. Talep üzerine Türkiye’ye gelen Prof. Schwartz üniversite reformu için önceden görevlendirilen Prof. Albert Malche[3] ile görüşür. Ardından birlikte Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip ile toplantıya katılırlar. Bakan, reformun sadece üniversiteleri değil, güzel sanatlar ve orta öğrenimi de kapsadığını, onun için yurt dışından çok sayıda öğreticiye ihtiyaç duyulduğunu belirtir. Schwatrz’la varılan mutabakat sonucu Bakan, 1453 İstanbul’un fethinden sonra Osmanlıyı terk eden bilim adamlarının İtalya’ya gidip Rönesans’a katkıda bulunduklarını, bugün ise Türkiye’nin Almanya’dan ayrılan bilim insanlarına kucak açtığını, onların da ülkenin kalkınmasına hizmet edeceklerini vurgular. Sağlık Bakanı Refik Saydam da Schwartz’tan Ankara’da açılacak Tıp Fakültesi, Numune Hastanesi ve Hıfzıssıhha Enstitüsü’nde çalışacak profesörler talep eder. ‘Bir yaşam bir cümleden ibaret olmamalı’ Nazi zulmünden kaçan 1000’e yakın profesör anlaşma uyarınca Ankara ve İstanbul’a gelir. Dilini bilmedikleri bir ülkede aileleri ile günlük yaşamı sürdürmek, kısıtlı kütüphane imkanlarıyla bilimsel çalışmalar yapmak, Almanya’da yakınlarının durumunu takip etmek, vatansız kalma korkusuyla yaşamak gibi zorluklarla karşılaşırlar. Hitler’in zulmü sonucu vatansız ve kimliksiz kalan bu insanlar için Türkiye ana kucağı olur. Türkiye’de diyabet alanında önemli çalışmaları olan Prof. Erich Frank, savaş sonrası Alman Tıp Akademisi üyeliğine seçilip, Liyakat Madalyası ile onurlandırılır ve dönmesi istenir. Frank ‘yurdumdan kovulmuş olmamın acı şaşkınlığına uğradığım günlerde bana yalnız Türkiye kollarını açtı, bağrına bastı. Burası benin vatanımdır, ayrılıp nimetlerine küfranda bulunamam’ der, vasiyeti üzerine Aşiyan mezarlığına defnedilir. Yaşanılan tüm zorluklara rağmen, gelen bilim insanları ülkemizde tıp, hukuk, iktisat, ziraat, veterinerlik, fen bilimleri, güzel sanatlar ve diğer alanlarda bir yandan kapsamlı araştırmalar ve yayınlar yapıp, bir yandan öğrenci ve bilim adamlarının yetişmesine katkıda bulunurlar. Weimar hükümetinin Alman iktisadi kurumlarının direktörü ve en önemli ekonomisti M. Porten’in 1933’te görevine son verilmesi üzerine Ankara’ya gelmesi beyin göçüne önemli bir örnektir. Genç Cumhuriyet’in sanayileşme ve kalkınma programlarını hazırlayan Porten, İktisat Vekili Celal Bayar’ın başdanışmanı olarak iktisadi devlet teşebbüslerinin kuruluşu ve rasyonel işleyişleri üzerine çalışır. Türkiye’de pek çok araştırma ve yüzlerce yayın yapmasına rağmen, Porten’le ilgili Türkçede İ. Tekeli ve S. İlkin’e ait ‘Dr. Max von der Porten’in Türkiye’deki Çalışmaları ve İktisadi Devlet Teşekküllerinin Sisteminin Oluşması’ başlıklı bir tane yayın olması ülkemize emeği geçmiş bilim insanları hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığımızı gösterir. Çocuk Hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Albert Eckstein’in ülkemize gelişi ve yaptığı katkılar da çok önemlidir. Yahudi olduğu için işine son verilince talep üzerine Ankara’ya gelir. Sağlık Bakanı Dr. Saydam, Numune Hastanesi’nde çalışmasını, ayrıca Türkiye’de çocuk sağlığı ve hastalıkları konusunda rapor hazırlamasını ister. Eckstein, hastane görevinin dışında doktor olan karısı ve asistanlarıyla Anadolu’yu dolaşır. 30’a yakın şehir ve 200’den fazla köyü ziyaret eder, çocukları muayene eder, raporlar hazırlar, fotoğraflar çeker. Çektiği fotoğraflardan biri, 1942’de basılan 10 liralık banknotların arkasında ‘köylü kadınları’ olarak yer alır.[4] Ankara’da karı koca canla başla çalışırlar, herkes çocuğunu Eckstein’e tedavi ettirmek ister. Hatta Hitler’in Ankara’daki büyükelçisi von Papen de torunlarını ona emanet eder. Sonrasında A.Ü. Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı kürsüsünü kurar. 1949’da Almanya’ya dönerler. 1950’de Dr. Eckstein ölünce karısı tekrar Ankara’ya döner çalışmalarına devam eder, oğulları Herbert Eckstein de klinikte çocuk cerrahı olarak çalışır. Prof. Nejat Akar’ın kaleme aldığı ‘Bozkır Çocuklarına Bir Umut: Dr. Albert Eckstein[5] kitabının yayınlanma öyküsü de ilginçtir. Tesadüfen okuduğu bir kitapta ‘Ankara Tıp Fakültesi Çocuk Kürsüsü kurucusu Ord. Prof. Dr. A. Eckstein’ cümlesi dikkatini çeker. O klinikte 20 yıldır çalışmasına rağmen bu kürsüyü kuran bilim insanının ismini hiç duymadığını belirtir Akar. ‘Bir yaşam bir cümleden ibaret olmamalı’ diyerek, Dr. Eckstein’ı araştırır ve bu kitabı bir vefa örneği olarak yayınlar. Akar, bu çalışması ile yakın tarihe ilişkin bilgisizliğimizi bir nebze de olsa gidermeye çalışır. Ankara Yüksek Ziraat Enstitü’nün kuruluşu da bu beyin göçünü en iyi anlatan örneklerdendir. 1927’de Alman Prof. Oldenburg başkanlığındaki heyetin hazırladığı rapor çerçevesinde Enstitü kurulur ve Cumhuriyet’in 10. Yıl kutlama törenleri esnasında açılışı yapılır. Akademik kadrosunun tamamı Almanlardan oluşur. Kadroda daha önce gelmiş Hitler yanlısı hocaların yanı sıra Nazi zulmünden kaçan Alman hocalar da vardır. Hocalar dersleri Almanca verir, Almanya’da daha önce eğitim alan asistanlar da dersleri Türkçeye çevirir. Ziraat Yüksek Enstitüsü’nde çalışan 4 bilim adamının uzmanlık alanları ile ilgili katkıları da ilginçtir. Dünyaca ünlü jeolog W. Salomon Calvi, Heidelberg Üniversitesi’nden Yahudi olduğu için atılınca 1934’te Ankara’ya gelir. Enstitüde jeoloji alanında çalışan Calvi, Maden Tetkik Arama Enstitüsü’nün kuruluşunda da görev alır. Türkiye’nin su kaynakları, ılıcaları ve deprem kuşakları ile ilgili makaleler ve kitaplar yazar. 1941’de öldüğünde devlet töreni ile Ankara’da defnedilir. Berlin Teknik Üniversitesi Kimya Prof. Otto Gerngross da mülteci olarak Ankara’da önce Ziraat Enstitüsü’nde ardından da A.Ü. Fen Fakültesinde çalışır, ekmek tahılının araştırılması ve bağcılık üzerine önemli çalışmalar, yayınlar yapar, vefatına kadar Ankara’da yaşar. 1937’de Tarım Bakanlığı’nın daveti üzerine gelen zoolog ve bitki hastalıkları uzmanı H. Bremer Ankara Zirai Mücadele Enstitüsü’nde parazit mantarları üzerine çalışır ve yayınlar yapar. Tarımsal üretim açısından son derece önemli olan pek çok bitki hastalığı (fitopatoloji) onun sayesinde çözüme kavuşur ülkemizde. Prof. Kurt Krause de 1933-1939 tarihleri arasında Botanik Enstitüsü kurar. Tüm Anadolu’yu dolaşır, bitki örnekleri toplar ‘herbarium Turcicum’ adını verdiği Ankara’nın ilk herbaryumunu kurar. Krause, Türkiye’nin florasıyla ilgili yüzlerce makale ve beş tane de Türkçe kitap yayınlar. Bu floralardan beş türü de onun adını taşır. Alman hocalar araştırmalarının yanı sıra üniversiteleri ve kürsüleri de yapılandırırlar. Örneğin İstanbul ve Ankara Tıp Fakültesi’nde kürsü başkanlıklarının çoğunu Alman hocalar üstlenir. Hatta bu beyin göçünü organize eden Prof. P. Schwartz da Ankara’ya gelme talebini reddetmez ve Patolojik Anatomi Enstitüsü Başkanı olur. Fen Fakültesi’nin de Matematik, Fizik, Astronomi, Biyoloji, Kimya kürsüleri başkanları Alman hocalardır. Sadece tıp ve fen bilimleri alanında değil, felsefe, hukuk, iktisat, güzel sanatlar alanında da Alman hocaların büyük katkısı olur. Akar hocanın dediği gibi, ‘bir yaşam bir cümleden ibaret olmamalı’. Orhan Veli’nin kendini anlattığı otobiyografik şiirinde: ‘Bir de sevgilim vardır pek muteber İsmini söyleyemem Edebiyat tarihçisi bulsun’ dediği gibi, bilim tarihçilerinin Alman hocaların katkılarını araştırması yakın tarihe ve beyin göçünün önemine ilişkin pek çok bilgiye ulaşmamıza da katkı sağlayacaktır. Cumhuriyetin ilk yıllarında planlı programlı yapılan ‘beyin göçü’ o dönem ülkemiz adına umut olmuştu. Oysa günümüzde yoğunlaşan ‘düzensiz göç’ her açıdan tedirginliğe yol açmakta. Ayrıca, ülkemizin eğitimli, yetişmiş, meslek sahibi doktor, mühendis, sosyal bilimci gençlerimizin umudunu kaybedip, göç yollarına düşmesi hem onlar hem de ülkemizin gelecekteki ‘insan sermayesini’ kaybetmesi adına kaygı ve üzüntü verici. --- [1] 1921’de Darülfünun’da fen ve edebiyat şubelerinde ancak karma eğitime başlanır. [2] Halit Çelikbudak, Yurtsuz Kalanlar, Alfa Yayınları, 2016. [3] Cenevre Üniversitesi eski Rektörü olan Prof. Malche, üniversite reformu için 95 sayfalık bir rapor hazırlar. Atatürk’ün bu rapor üzerinde el yazısıyla kaleme aldığı öneriler bugün için de önemini koruyan bir vizyona sahiptir. [4] Banknot üzerinde yer alan ilk kadın fotoğrafı olma özelliği de vardır. [5] Prof. Dr. Nejat Akar, Bozkır Çocuklarına Bir Umut: Dr. Albert Eckstein, Gürer Yayınları, 2008. Prof. Dr. Akar, TOBB ETÜ Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Dekan. (*) Prof. Dr. Albert Eckstein, Prof. Dr. İhsan Doğramacı'nın da hocası olmuştur.