Bir Türkiye fenomeni: Birbirimizle konuşamamak-2

Abone Ol
Vurgulamak istediğim, içinde bulunulan bu iki pozisyon dışında adeta başka bir pozisyon savunulamaz yahut taraflar arasında ortak hiçbir değer bulunamazmış gibi yürüyen bir konuşamama halinin söz konusu olması.

Loading...

Yaşadığımız her olay ve kriz, er ya da geç bir kutuplaşmayı beraberinde getiriyor. Bu kutuplaşma herkesin ortaklaştığı üzere, toplum olarak ne kadar birbirimizle konuşamadığımızı gösteriyor. Daha önemlisi, böyle bir konuşabilme becerisine gerek olup olmadığını, bunu nasıl geliştirebileceğimizi düşünce bazında bile ele almıyoruz. Oysa tüm dünyayı sarmış olan ve toplumları kutuplaştıran anlaşmazlıklar, liberal demokratik kurumların aşındığı bu döneme damgasını vuruyor. Sorunlarımızı hep Türkiye’ye mahsus sanmak gibi bir hastalıkla malul olsak da ABD’de kürtaj meselesinde veya Avrupa’da mülteciler konusunda da benzer kutuplaşmaları görmek mümkün. Zira otoriter liderler bu kutuplaşmadan besleniyor ve bu nedenle de demokratik kurumların aşınmasını körüklüyor. Dolayısıyla bu dönem içinde veya sonrasında, toplum olarak ayakta kalacaksak, öğrenmemiz gereken en önemli şey bu kutuplaşmayı nasıl yönetebileceğimizi bulmak. Karşı tarafı yok etmeye veya onları yenmeye çalışmanın bir işe yaramadığını; bu nedenle hem onların hikayesini hem de aynı şekilde onların da bizim hikayemizi kaçırmamıza neden olduğunu daha önceki bir yazımda ele almıştım. Kutuplaşmanın en son örneğini, Konya barınağında hayvanlara yapılan korkunç muamelenin ortaya çıkması ile gördük. Bir tarafta hayvanlara yapılanlara karşı tepki duyarak, barınağa giden ve onları içinde bulundukları durumdan kurtarmaya çalışan insanlar vardı kimi kızgınlık kimiyse üzüntü içinde olan. Bu yapmaya çalıştıklarına “nasıl karşı çıkılabilir ki” diye düşündükleri belli olan bu hayvan severler, bir anda diğer tarafta sadece devletin kolluk yahut diğer görevlilerini değil hayvanların sokaklarda olmasını tehdit olarak algılayanları buldular. Elbette buna daha yeni bir çocuğun köpek ısırmasının neden olduğu kuduzdan ölmesinin yarattığı şaşkınlık neden olmuştur ama toplumda -bu olaydan bağımsız olarak- hayvan sevgisinin herkes tarafından paylaşılmadığını biliyoruz. (Bu anlamda sosyal medyada insanların, tanımadıkları karşı tarafa yönelik, infial yaratan paylaşımlarla verdikleri cevaplar dahi bunun net göstergelerinden birisi). Bu iki pozisyon da kendince belirli temellere dayanabilir. Sanki hayvanlara böyle davranılmamasının bedeli, çocukların sağlığının tehlikeye girmesidir. Yahut çocukların sağlığı tehlikeye girmesin istiyorsak o zaman hayvanlar toplumda infial yaratan davranışlara maruz kalacaktır. Ancak burada vurgulamak istediğim, içinde bulunulan bu iki pozisyon dışında adeta başka bir pozisyon savunulamaz yahut taraflar arasında ortak hiçbir değer bulunamazmış gibi yürüyen bir konuşamama halinin söz konusu olması. Sanki hayvanlara böyle davranılmamasının bedeli, çocukların sağlığının tehlikeye girmesidir. Yahut çocukların sağlığı tehlikeye girmesin istiyorsak o zaman hayvanlar toplumda infial yaratan davranışlara maruz kalacaktır. Oysa biraz düşündüğümüzde, aklı başında kimsenin ya hep ya hiç şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşımı kabul etmeyeceğini tahmin edebiliriz. Üstelik barınakların berbat bir hâlde olduğunun on yıllardır bilindiği ve bu konuda devletin üstüne düşeni yapmadığı gibi noktalara gelmiş değilim. Bu alanda sivil toplum ve devlet arasında birçok ortaklaşma ve işbirliği söz konusu olabilir; aynı Avrupa’nın bir çok ülkesinde olduğu gibi. Toplumdaki bu anlamsız kutuplaşmadan çıkmak için bize gerekli olan ilk şey karşılıklı olarak tansiyonu düşürmek. Peki bunu nasıl yapabiliriz? Öncelikle aktif dinleme adı verilen bir beceriyle birbirimizi dinlememiz lazım. Bir başka deyişle, başkalarının bakış açısını anlamak için başka hiçbir şeyler ilgilenmeden, karşımızdakini tüm duyularımızla dinlemeye odaklanmamız lazım. Bu anlamda, aktif dinlemek konuşmak için sıranızı beklemek değil. Onları dinlemek için harcayacağımız bu çaba, karşı tarafa hak vermek anlamına da gelmiyor. Ama ancak bu sayede özellikle fikirlerine katılmadığımız insanların gerçekten ne düşündüğünü -hangi sebeplere dayanarak bunu gerekçelendirdiklerini- anlayabiliriz. Aktif dinleme o kadar önemli bir şey ki, insanlar dinlendiklerini, duyulduklarını anladıklarında tansiyonları bile inebiliyor. Aynı zamanda karşımızdakinin de bizi dinlemesi için bir ödev yaratmış, tansiyonu düşürmüş ve onlarla bir diyalog kurmanın kapılarını açmamızı sağlıyor.
Toplumdaki bu anlamsız kutuplaşmadan çıkmak için bize gerekli olan ilk şey karşılıklı olarak tansiyonu düşürmek. Peki bunu nasıl yapabiliriz? Öncelikle aktif dinleme adı verilen bir beceriyle birbirimizi dinlememiz lazım.
Bu anlamda aktif dinleme onlarla münazara eder gibi tartışarak, ne söyleyeceklerini bildiğimizi farz ederek, onları fikirlerinden ötürü yargılayarak veya onlara saldırarak yürütülecek bir faaliyet de değil. Sonuç olarak, toplumsal ve ekonomik anlamda birbirinden çok farklı unsurları, inanışları ve görüşleri olan bir toplumda yaşıyoruz. Böyle bir toplumun yine çok farklı olan menfaatlerini ve ihtiyaçlarını karşılayacak birtakım süreçler ve yapılar yaratmaya ihtiyacı bulunuyor. Aksi takdirde, sorunların çözümünü sadece sorumluluğu devlete atarak veya devlet üzerinden bekleyen, sorunlarını karşılıklı konuşarak çözebilen bir toplum olmayı beceremeyeceğiz. Oysa bunu yaptığımızda, gerekirse devlete toplumun çeşitli unsurları olarak beraber baskı yaratacak akılcı ve hakkaniyetli çözüm yollarını bulmamız işten bile değil. Bu anlamda, ülkede on binlerce arabulucu bulunuyor. Bu kişiler bir çok ticari anlaşmazlıkta uygulayageldikleri aktif dinlemeyi de içeren mesleki becerileri toplumsal alanda  uygulamayı deneyebilirler.