Konuşma anlamak için yaptığımız değil, sıklıkla -ve özellikle taraflar arasında bir güç eşitsizliği bulunuyorsa veya öyle bir algı varsa- yenmek ve adeta hükmetmek, doğruyu dikte etmek için yapılan bir faaliyete dönüşüyor. Şu son birkaç gündür Türkiye’de yaşanan iki olay bile (eşini öldürüp intihar eden hâkim; istediği şarkıyı çalmayan müzisyeni vuran bürokratlar) toplum olarak başlı başına bir şiddet sarmalında olduğumuzu gösterdi. İçlerinde bir tane kadın cinayeti olması olayı neredeyse gündelik hale getirirken, bunun hâkim unvanını taşıyan birisi tarafından yapılması veya diğer cinayette olduğu gibi bürokratlarca işlenmesi, şiddet sorununun eğitimli-eğitimsiz, sosyal sınıf vs. dinlemeksizin ortada olduğunu gösteriyor. İster şiddet veya daha bugün yoğun bakımda yer alan hastaya yönelik etik dışı davranışta olduğu gibi, bir değerler erozyonu yaşandığı ve bunun siyasetten, ataerkil zihniyetten ve diğer birçok unsurdan beslendiği ifade ediliyor. Şüphesiz bunların hepsinde doğruluk payı var. Ortada korunmaya muhtaç ya da kendi işine bakan birisine karşı durduk yerde olduğunu düşündüğümüz bir fiil işlendiğinde kendimizi, bir haksızlık isyanının içinde buluyor ve bunu yapan kişiye karşı “sürüm sürüm sürünsün” tarzı çok cezalandırıcı taleplerde bulunuyoruz. Adeta Münevver Karabulut’u öldüren Cem Garipoğlu’nun intihar etmesi veya Özgecan Aslan’ı öldüren Suphi Altındöken’in cezaevinde öldürülmesinde olduğu gibi, ancak “su testisi su yolunda kırılınca” içimiz soğuyor. Oysa ister kadın cinayeti ister diğer toplumsal sorunlar sadece yakalanan kişilere cezalar vererek çözülmüyor.  Bunun verilen cezaların ağırlığı ile de bir ilgisi bulunmuyor. Toplumsal yahut kişisel sorunları şiddet noktasına ulaşmadan çözecek ara mekanizmalar bulunmadığı gibi insan olarak bizlerde de o beceriler yok. Bu yaz tatili sonunda Londra’ya dönerken havaalanında kuyrukta “Normal insanlar bunu yapmaz” cümlesini duydum. Olay yan kuyrukta ve arkamda cereyan ettiğinden, yapılan ve hoşa gitmeyen şeyin ne olduğunu bilmeden şunu söylemek mümkün. Böyle bir cümle ile karşınızdaki ile bir diyalog kurmuyor, tam tersine kendisine karşı hem bir yargı bildirmiş hem de bir suçlama yapmış oluyorsunuz. Karşınızdakine verilen mesaj “normal değilsin” hatta “anormalsin” ki bu bir yargıdır. Ve korkunç bir şey yaptın: “bunu”. İşte bu da suçlama. Eğer konuşmayı yargı belirtmeden yapmış ve suçlayıcı olmayan ifadeler kullanmış olsaydınız, bu karşınızdakini anlamanızı sağlayabilirdi. Örneğin, kuyrukta bunu neden yaptınız demiş olsaydınız, alacağınız cevap karşınızdakinin dikkat etmemesi, görmemesi, düşüncesizliği de olabilecekken ve davranışı düzeltmek için belki bir adım atabilecekken, karşılaştığı yargı ve suçlama ile bu fırsat elinden alınmış oldu. Utanç duyan bir kişinin o durumla baş etmesi her zaman kolay olmaz. Ama onunla bir diyaloga girdiğinizde, bu anlama için yapılan bir faaliyet olur. Siz onu anlarsınız o da sizi, o size katılmak zorunda değildir siz de ona. Kısaca anlaşmanız gerekli değildir. Bu konuşmanın devamı da vardı: “Asla sırada beklemeyi öğrenemeyeceksin”. Yine yargı ve suçlama bir arada. Diğer tarafı duyamıyordum ama iki taraf da birbirini anlamaya değil, haklı çıkmaya çalışıyordu tahminen. Bir kişinin asla sırada beklemeyi öğrenemeyeceği herhangi bir şeye hizmet etmeyen -özellikle karşı tarafı motive etmeyecek- bir yargı cümlesi. Dahası “hiçbir zaman” oldukça uzun bir zaman dilimi aslında. İnsanlar hayatları boyunca ne kadar değişiyor. Üstelik tanımadığınız birisine söylüyorsunuz. Dolayısıyla, bu toplumun bireyleri olarak konuşarak sorun çözme becerimiz sınırlı. Çünkü konuşma anlamak için yaptığımız değil, sıklıkla -ve özellikle taraflar arasında bir güç eşitsizliği bulunuyorsa veya öyle bir algı varsa- yenmek ve adeta hükmetmek, doğruyu dikte etmek için yapılan bir faaliyete dönüşüyor. Böylece konuşmanın, karşınızdakine katılmasanız bile, onun bakış açısını anlamak için bize sunduğu fırsatı kaçırıyoruz. Diğer yandan, toplum olarak, olumsuz bir kelimeyi veya yorumu, bize yapılmış bir hakaret olarak görme yetisine sahibiz. Üniversitede hocayken, ne olduğunu hatırlamadığım bir iş istemiştim idari personelimizden. X birimi Y birimine, Y birimi Z birimine iletmiş ve aradan günler geçmesine rağmen bir şey olmamıştı. İdari personel ile konuşurken bu durumu anlatmak için “it ite, it kuyruğuna” atasözünü kullanmış ve aldığım tepkiye çok şaşırmıştım. Personel kendisine “it” dediğimi düşünmüş ve gözünde neredeyse yaşlarla “hocam sizi çok seviyorum ama beni çok kırdınız” diye odamdan ayrılıp koridorda gitmeye başlamış, ben de arkasından “ama ben size it demedim” diye koşturup, kendisinden özür dilemiştim. Bu olay hep aklıma gelir. Ona durduk yerde “it” diyeceğimi nasıl düşündüğünü anlamakta çok zorlanmıştım, “ama bu bir atasözü” demem veya ne anlama geldiğine dair açıklamalarım fayda etmemişti. Onun için önemli olan, ona içinde “it” geçen bir anlatım tarzı kullanmamdı. Neyi kastettiğimin önemi yoktu. Benzer bir örneği bir aile merkezine hukuki sorunlarıyla başvuran insanlara destek olmaya gittiğimde görmüştüm. Komşusunun kendisine apartmanda “orospu” diyerek hakaret ettiğini söyleyen bir kadın, ortada tanık olup olmadığını anlamaya çalışan avukatın soruları karşısında olayın önemsizleştirilmeye çalışıldığını hissetmişti. Bunun üzerine, “insan ne için yaşar avukat hanım, şerefi için yaşamaz mı” demişti. Bu olayda ona göre şerefi ile oynanmıştı. Anlaşmak için onun neyi önemli gördüğünü anladığımızı göstermemiz yeterli olacaktı ama hakaret davasındaki hukuki değerlendirmelere girmiş ve ona anlaşıldığını hissettirmemiştik. Bugün artık sadece devletin kurumları ile çözmeye çalıştığımız meseleler ötesinde, toplum ve bireyler olarak birbirimizi daha çok dinlemeye, anlamaya ve sorunları diyalogla çözmeye yönelik ihtiyacın arttığını düşünüyorum.