Muhalefet toplumu nasıl yeniden birleştirebilir? Elbette her millette farklı hayatlar süren kültürler, unsurlar vardır. Ama ortak bazı değer ve ülkülere dayanan bir kamusal alan da olmalıdır. Bu kamusal alanın zemini Türkiye’de ne olabilir?
Loading...
Apayrı zihinsel dünyalarda yaşayan (veya yaşatılan) insanlardan oluşan bir halk nasıl bir millet olur? Nasıl kendi kendini yönetebilir? Nasıl
müspet bir milliyetçilik, müreffeh bir demokrasi ve işleyen bir cumhuriyet inşa edebilir?
Bu soru tabii muhalefetin kendine hedef koyduğu “Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak” ve ekonomiyi düze çıkarmak amaçlarını nasıl hayata geçirebileceği sorusunun da tam merkezinde. Birbirine güvenmeyen ve asgari ortak değerleri olmayan bir toplumun sürdürülebilir kalkınma hamleleri yapması da zor.
Soru büyük. En az ondokuzuncu yüzyıldan beri dünyanın en önemli beyinlerinin kafa yorduğu sorular arasında. Bugün küresel demokrasi gerilemesi, ekonomik yavaşlama, popülizm ve milliyetçiliğin yükselmesi gibi gelişmelerle yeni bir önem kazanıyor.
Biz ise burada isterseniz konuya güncel ve yerel bir toplumsal olaydan girelim.
BİR OLAY, İKİ YAZI VE İKİ TÜRKİYE
Kan dondurucu bir cinayet (Pınar Gültekin’in katli) ve sonrasındaki
adaletsizlik. Ve bunların nedeni olarak, hayat tarzı ve ideolojiyi gösteren iki yazı.
Birine göre suçlu “Türkiye'ye hâkim kılınmaya çalışılan
(siyasal İslamcı) zihniyet.” Ve tabii
tarikatlar ve İslami cemaatler.
Diğerine göreyse “dört dörtlük
laikçi mahallenin olayı.” Ve tabii
“Kemalistler,” Atatürk ve Atatürkçüler, Batılılaşma.
Sakın iki yazıyı ve iddiayı aynı sepete koyduğum zannedilmesin. İki söylemin görece dayanak ve meşruiyetleri konusunda, sadece kendi siyasal ve toplumsal tercihlerime değil bilimsel araştırmalara dayalı kanaatlerim var.
[1]
Ama sonuç değişmiyor, görece farklara rağmen her iki dünya da birbirine karşı oldukça ön yargılı, genelleyici ve uzlaşmaya kapalı.
[2]
İkisi de dünyayı, Türkiye’yi ve Türkiye siyasetini doğru okuyabilmeyi, reform programları oluşturmayı ve tam demokratik bir sistemi destekleyebilecek müspet bir milliyetçiliği tasavvuru zorlaştırıyor.
Birbirinden kopuk iki Türkiye yaratıyor.
Nitekim haftasonu
İsmailağa cemaatinin lideri Ustaosmanoğlu’nun cenazesine bir yandan onbinlerce insan, AKP lideri ve CB Erdoğan ve çok sayıda önemli siyasetçi, sanatçı ve bürokrat katıldı. Belli ki yüzbinler belki milyonlarca insan için bu vefat haftasonunun en önemli olayıydı.
Üyesi olduğum laik tandanslı, eğitimli ve yurtsever insanlardan oluşan bir whatsapp grubunda ise şöyle bir diyalog geçti:
“Olay ne? Vesile nedir?.. İnsanlar neden Rio'daki Iron Maiden konseri gibi kalabalık?”
“Bir Nakşi büyüğü öldü”
“Sağolun.”
Lütfen müteveffaya ve cenaze törenine dair
olguları ve meşru eleştirileri bilmediğimi veya göz ardı ettiğimi sanmayın.
[3] Türkiye’nin çözmesi gereken büyük bir tarikatlar ve cemaatler meselesi var. Siyasal partilerin ve askeri vd. bürokratik devlet kurumlarının parçası olmamak (ki bugün tarikatların hem parti hem de bürokrasi içindeki yapılanmaları da biliniyor) dar anlamında “sivil” olmak: “
vatandaş örgütlenmesi” anlamında sivil toplumun parçası olmak ve demokrasiye katkı yapmak anlamına hiç
gelmiyor.
Bu yazıdaki derdim ve sorum başka.
Her iki dünyada bu ülkede yaşandığına göre.. Başta belirttiğim gibi:
Apayrı zihinsel dünyalarda yaşayan (veya yaşatılan) insanlardan oluşan bir halk nasıl bir millet olur veya olmaya devam edebilir? Nasıl bir millet olarak kendini yönetebilir? Nasıl müspet bir milliyetçilik, müreffeh bir demokrasi ve işleyen bir cumhuriyet inşa edebilir?
Bunlar ışığında muhalefet toplumu nasıl yeniden birleştirebilir?
Elbette her millet, demokrasi ve cumhuriyette farklı hayatlar süren kültürler, unsurlar, yaşam alanları, özel hayatlar vardır.
Ama ortak bazı değer ve ülkülere dayanan bir kamusal alan da olmalıdır. Özellikle de bu toplum bir cumhuriyet ise.
Bu kamusal alanın zemini Türkiye’de ne olabilir?
Tüm sorunlarıyla bu zemin (ve tabii Cumhuriyet) elbette yok demiyorum; “nasıl onarılır ve geliştirilebilir?” diye soruyorum.
Bu zemini herhangi bir hayat tarzı ve hayat tarzına (ki her hayat tarzı farklı epistemoloji, ontoloji ve tarih okumalarıyla var oluyor) ilişkin ideoloji veya inanç sistemine dayanarak kurmak mümkün değil.
Örneğin ilk bakışta bugün seküler veya laik bir perspektiften tarikatları tümden reddetmeyi düşündürecek neden çok. İnanılmaz ve kabul edilemez ölçüde
ticarete, dezenformasyona,
siyasete, yolsuzluğa ve iki yüzlülüğe bulaştıkları bir gerçek. Tüm bu faaliyetleri “gayrıresmi,” opak ve çoğu kez yasa dışı. İktidar tarafından korunup kullanıldıkları (ve iktidarı kullandıkları), denetlenmedikleri için bir sürü toplumsal hastalığı barındırdıkları ve pekiştirdikleri de bir olgu.
Ama bir yandan da tarikatlar ve dini cemaatler tarihimizin ve günümüzün bir gerçeği.
[4]
Ve suçlu tarikatlar deyince Mevleviler ve Bektaşiler de tarikat.
En seküler vatandaşımızın bile övündüğü Türk müziğinin gelişimini tasavvuf musikisinden ayrı düşünebilir miyiz?
Mevleviler, Bektaşiler ve benzer oluşumlar olmaksızın bu topraklarda bir arada yaşama adına yeşermiş olan “isteyen camisine gider isteyen rakısını içer,” “Ramazan’da orucunu tutmayana karışmaz, tutmayan da kamusal alanda biraz dikkatli yer içer,” “Müslüman ve Müslüman olmayan komşu birbirinin bayramını mübarek olsun diyerek kutlar” sağduyu öğretilerini ve pratiklerini açıklamak mümkün mü?
Tabii bunlar “iyi örnekler.” Tarihimizde yukarıdaki tabirlerin anlattığının tam zıddı bağnaz ve hasmane pratikler de var. Şiddet ve acı dolu yaşanmışlıklar fazlasıyla var.
Ama doğru ve iyi olana ancak iyi örnekleri geliştirip kötü örneklerden ders çıkararak varabiliriz.
Sorun (tarikatların denetimi ve ıslahı demek yerine) tarikatlar deyince bundan salt manevi nedenlerle tarikatlarla bağı olan, veya tarikat üyesi olsun olmasın kendisini o manevi mahallenin yakını gören milyonlarca başka insan da gocunuyor.
Oysa laiklik nasıl toplumsal bir olguysa tutuculuk ve tarikatlar da öyle. Latife Tekin’in
Berci Kristin Çöp Masalları romanı tam da bu tür tarikatların yeşerdiği, mistik olanla olmayanın, hayalle gerçeğin, sınıfla cemaat(ler)in, cüzi (tikel) ve külli (tümel) iradenin birbirine karıştığı
bize ait bir geçiş dünyasının insanlarını anlatmaz mı? Otobüslerin arkasına önce “Allah Korusun” sonra “hatalıysam uyarın” yazan bir toplumuz.
İşin tarihsel boyutu daha da karmaşık ve bilgi temelli akademisyenlik gerektiriyor. Liyakatlı tarihçilerimiz çalışıyor ve isteyene okuması ve
dinlemesi için bol
kaynak sunuyor.. Ama ortak tarih okuma
ları zaman alır ve almalıdır da.
Müspet bir milliyetçiliği ancak evrensel hukuk devleti ve insan hakları, ortak yaşamı bu topraklarda mümkün kılmış değerler ve dil ve de Atatürk’ün ve laik cumhuriyetin “çağdaş uygarlığa erişmek ve aşmak” ilkesi üzerinden yapabiliriz.
Ben bu fikir yazısındaki sorumun yanıtına geri dönersem..
Böyle farklı anlam ve olgu dünyalarını barındıran ortak bir Cumhuriyet nasıl korunabilir ve (farklılıklara saygılı ve ortak kamusal alanda dayanışmayı vurgulayan) müspet bir
milliyetçilik geliştirebilir?
Bunu “biz” ancak:
- Evrensel hukuk devleti ve insan hakları
- Ortak yaşamı bu topraklarda mümkün kılmış değerler ve dil
- Atatürk’ün ve laik Cumhuriyet’in “çağdaş uygarlığa erişmek ve aşmak” ilkesi
üzerinden yapabiliriz.
Muhalefet de toplumu yeniden birleştirme tarihsel görevini ancak bu temellerle başarabilir diye düşünüyorum.
Farklı hayat tarzları meşru çıkarlarını, ancak
evrensel hukuk devleti ve insan hakları temelinde savunabilirler. Eleştirenler de aynı temelde eleştirebilir.
[5] Örneğin Pınar Gültekin’in katiline verilen “hafifletilmiş ceza” her şeyden önce evrensel hukukun yargı muhakeme ölçütlerine ve
nesnel kanıtlara
aykırı gözüküyor.
Bu ülkede dönem dönem, bölge bölge, bir arada yaşamanın karşılıklı saygının örneklerini sağlayan bilgelik
dilimize ve kültürümüze sinmiş bazı kavram ve deyişlerde yatıyor. Bir anlaşmaya varamadığımızda “hayırlısı neyse” der ortamı yumuşatıveririz örneğin.
Çağdaş uygarlık veya muasır medeniyet dediğimiz de zamanla değişen bir kavram. 1920’lerde ve 1930’larda bu topraklarda Cumhuriyet, sonradan birçok mazlum ulusa ilham olan bir dizi devrim gerçekleştirdi. Ve hatasıyla sevabıyla bu devrimlerin amacı, o dönemde
dünyanın en başarılı ve cazip ülkelerinde “ilerleme”den, “kalkınma”dan ve “başarılı bir ulus devlet kurmak”tan ne anlaşılıyorsa onu gerçekleştirmekti. Çin, Rusya, Japonya, İran, Meksika, Polonya, İsveç, Almanya ve daha nice ülkede – burada yine sevgili Ali Yaycıoğlu’nun önemli yazısını önerebilirim --
milliyetçiler de sosyalistler de çok farklı yollardan da olsa benzer hedeflere varmaya çalışıyorlardı. Daha çok sanayi, daha çok seri üretim, daha çok kentleşme, “Batı”yla güçleri eşitlemek, makbul ve “modern”
bir vatandaş idealini (yani birbirine benzeyen insanlardan mürekkep bir toplumu) yoluyla yaratmak gibi.
Bugünse medeniyet farklı bir noktada. Çeşitlilik, kişisellik, bilgi, yaratıcılık, doğa ve sürdürülebilirlik vurgulanıyor. Dolayısıyla elbette
21. Yüzyılda çağdaşlık hedefini gütmek eğitim, sanayileşme, hukuk, insan-doğa ve kent-taşra dengesi, merkezi ve yerel yönetim ilişkisi, laiklik, etnik ve kültürel çeşitliliği tanıma vb. birçok konuda farklı politikalar gerektiriyor.
Acaba yaşadığımız otoriterleşme dönemi ve yönetim krizi: muhalefeti ve toplumun çoğunluğunu yeni asgari müştereklerde birleşmeye ikna eder mi?
Kıssadan hisse: Önümüzdeki dönemin müspet milliyetçileri acaba yaşadıklarımızdan yola çıkıp acaba nelerden dem vurur?:
Sana karşı medeniysem eğer sanma ki korkaklıktan
Konuşurken ölçülüysem zannetme haset ve gıybetten
Edepliysem hakseversem sanma ki ürküyorum senden
Gördüm de ayna gibi dün ve bugününü buraların
Bir vatan düşlerim yurttaş yurttaşa yukardan bakmasın
At kapıp Üsküdar geçen Dumrul halk yoksul edemesin
Devlet ola ki bitarafları bertaraf sayamasın
Gurbet yoluna boynu bükük mecbur iteleyemesin
Devlet dersen hak yiyene değil hakkı yenene lazım
Vatandaş vatandaşa ne ezilsin ne de ezebilsin
Yurt dediğin tek toprak mı üstündeki doğa da vatan
Vatanseverim diyorsan nasıl olur bu kadar talan
Herkes neye nasıl inanıyorsa öyle eşit saygın
Kendinden razı ve dingin ve dünyayla barışık emin
Herkes bilir ve de bildirir ki bu ebru topraklarda
Türkü türküden halay halay zengin
Yeter ki koruna hakkı mazlumun
Konuşula dili ortak yaşamın
Tek korkusu ola her vatandaşın
Önce vicdan sonra çağdaş hukuktan
Tek bir ölçüsü ola muteberin
Sırtlaya terazisini evrensel hakkın ve hukukun
Ve derler bu çok zalim gelmiş geçmiş renkli topraklarda
Yüreğinde Allah korkusu olsun
---
[1] 2000’li yıllarda, dört “dindar-tutucu” ve üç “laik” gazetede (büyük kısmı) 1996-2004 arasında yayınlanan 40 binin üzerinde haber ve yorumun içerik analizi yapan bir
araştırma yapmıştım. Bu gazeteler arasında (o zamanki adıyla) Vakit gazetesi de vardı.
[1] Yani yukarıdaki ikinci yazının yayınlandığı gazete. Dolayısıyla Özellikle Vakit’teki yazıların “laikçi” dedikleri kesimleri algılama ve yansıtma biçimlerinin nesnel anlamda “
nefret söylemi” tanımına uyduğunu söylemek kolayca mümkün. “Laik” gazetelerde de dindar ve/veya İslamcı kesime yönelik önemli oranda olumsuz yargı vardı. Ama laik basındaki dindar/İslamcı görülen kesimlere yönelik tutumu nefret söyleminden daha çok
genelleme, kısmen aşağılama ve bilgisizlik olarak tanımlamak daha uygun olur.
[2] Somer, Murat. “
Democratization, Clashing Narratives, and ‘Twin Tolerations’ between Islamic-Conservative and Pro-Secular Actors,” syf. 28-47, Marlies Casier and Joost Jongerden, Der.
, Nationalisms and Politics in Turkey: Political Islam, Kemalism and the Kurdish Issue içinde. (Routledge, 2010)
[3] Elbette söz konusu cenaze töreni, Nakşiler ve genelde tarikatlar ile ilgili son derece meşru ve objektif eleştiriler ve “
yanlış”lar var. Demokrasimiz için yaşamsal önemde laiklik prensibine aykırılıklar da buna dahil.
[4] Kimse “ama onlar azınlık” (ki azınlık olmak önemsiz olmak anlamına gelmez) biz çoğunluğuz veya daha önemliyiz deyip işin içinden çıkabileceğini sanmasın. Kalp krizi geçirdiğinizde sizi almaya gelen ambülansın görevlisi, yediğiniz gıdanın üreticisi, sattığınız malın tüketicisi, geleceğimizi karartan ekonomik buhrandan çıkaracak iktisatçı, işçi ve girişimciler “karşı mahalleden” olabilir. Aynı gemideyiz.
[5] Örneğin kimse yolsuzluk yapamaz, kayıtsız denetimsiz para toplayamaz yurt yapamaz, kara para aklayamaz, yangın emniyetsiz binada çalışamaz, basın özgürlüğünü kısıtlayamaz, nefret söylemi kullanamaz ve şiddet uygulayamaz. Bunlar tarikatlar ve Ensar Vakfı için de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Mühendis ve Mimar Odaları Birliği için de aynı oranda geçerli kurallar olmalı.