Bir gün, şartlar değiştiğinde…

Abone Ol
Eğer beklenmedik bir anda faşizmin otobanları yeniden açılırsa, bu hikâyelerin bizi koruyacağını düşünüyoruz. Zabinski olacağız, Socha olacağız, Lipka olacağız, Lescun köylüleri gibi birbirimizle dayanışacağız… Daha önce de birkaç kez aynı cümleyi yazdığımı hatırlıyorum: Sıradan insanların hiçbir karşılık beklemeden büyük cesaretle hayatları pahasına tanımadıkları insanları kurtarmaları ve gerçek birer kahramana dönüşmeleri beni çok etkiler. İşinde gücünde, kendi küçük dünyasında yaşayıp gitmekteyken birden kendisini ve ailesini yakalanırsa işkenceli ölümlerin beklediği bir riske atar. Olanları kabul etmeyi, hiçbir şey yokmuş gibi yaşamayı “insanlık onuruna” yedirememiştir çünkü ve bir şey yapmaya karar verir. Zabinskiler için, Socha için, Lescun köylüleri için yazdıklarımın bir benzerini Zanis ve Johanna Lipka için de söyleyebilirim. Lipkalar da diğerleri gibi sadece gördüklerini kabullenemeyip eyleme geçmeye karar veren, ailesini ve kendisini riske atan ama bugün Dünya Çapında Ahlak Sahibi insanlar arasında yer almasını sağlayan o büyük kahramanlığı yapan insanlardan biri. Küçücük bir ülke olan Letonya, SSCB ile Nazilerin savaşına sahne oldu. Savaşı Naziler kazandı ve Riga’da Nazi işgali başladı, getto kuruldu… Naziler girdikleri her yerde ne yapıyorlarsa Riga’da da benzerlerini yapmaktan imtina etmediler. Stalin’den Hitler’in eline geçen ülke daha da yaşanmaz bir yere dönüşüyordu. Sarı yıldızlar iliştiriliyordu montların üstüne, her şey denetim altındaydı, nefes almaya fırsat vermiyordu askerler ve Yahudilere, Çingenelere, komünistlere yönelik av başlıyordu. RİGA’NIN İŞGALİ Halkın içinden işbirlikçiler türüyordu, bunu fırsat görenler, kaçanların mallarını yağmalamayı bekleyenler, ihtikardan servet elde etmeye çalışanlar… Zorba’nın son sahnesindeki gibiydi her yer: kaçanların, ölenlerin, öldürülenlerin geride bıraktıkları mallar eski komşularının, arkadaşlarının iştahını kabartıyordu. Nakledici de ülkenin bu korkunç günlerini anlatıyor. Zanis Lipka, herkes gibi bir sıradan insan olarak yaşamaya başladığı işgal sona erdiğinde Stalin’in, Hitler’in ceketi madalyalarla dekore edilmiş generallerinden daha büyük bir kahramandı. Gettodan adam kaçırmış, alıp evinde saklamış, onlara bakmış, yemekleriyle, ısınmalarıyla, tuvaletleriyle, psikolojileriyle uğraşmış, her an yakalanma korkusuyla ama asla vazgeçmeden ve sürekli yeni insanları getirerek seneler geçirmiş böyle. Elliden fazla insanın hayatını kurtardıkları biliniyor, kendi evlerinde, işgal süresince, elli küsur insan… Pazardan fazla yemek almanın, elektrik sayacının biraz hızlı çalışmasının şüphe uyandırıp derhal aramaların yapılmasına yol açtığı günlerde… Soğuğun nefes kestiği bembeyaz Riga kışlarında… Hiç tanımadığınız insanlar için kendi hayatınızı ve ailenizin hayatını riske atar mıydınız? Gestapo’nun işkenceli eline düşmeyi göze alır mıydınız? Ama bu film, bana başka şeyler de düşündürüyor. Farklı zaman dilimlerinde, farklı coğrafyalarda yaşayan insanlar böylesine ortak bir temayı neden sürekli ele almak ihtiyacı hissediyorlar? En nihayetinde, kurtulan elli kişiden söz ediyoruz. Milyonlarca ölünün, sakatın, hayatı paramparça olmuş insanın yanında gözardı edilebilecek bir sayı. Ama sinema ve edebiyat böyle düşünmüyor olmalı ki bu insanların hayatlarının bu kesidini belki biraz da süsleyerek sürekli ortaya çıkarıyor. Bunun altında kolektif bir bilinçdışı olduğunu düşünüyorum ben. Sıradan insanların kahramanlara dönüştüğü hikâyelere ihtiyacımız var çünkü biz de sıradan insanlarız ve faşizm bitmedi, sadece üniformasını çıkarıp dolaba astı. Eğer beklenmedik bir anda faşizmin otobanları yeniden açılırsa, bu hikâyelerin bizi koruyacağını düşünüyoruz. Zabinski olacağız, Socha olacağız, Lipka olacağız, Lescun köylüleri gibi birbirimizle dayanışacağız… Ve, tanımadığımız insanlar için hayatımızı gözümü kırpmadan riske atacağız. Her devir bir gün bitiyor, o devir de bittiğinde, bizim kahramanlıklarımız anlatılacak. Ama hayat her zaman sinemanın bize gösterdiği gibi değil. Lipka’nın hikâyesini izleyebilmemizin yegâne sebebi yakalanmamayı başarması. Ezkaza yaptığı anlaşılsaydı, kurşuna dizilmesi kaçınılmazdı. Ama herkesin Lipkalar kadar şanslı olamayacağını kabul etmemiz lazım. Belki en az onun kadar cesurdular, ama çeşitli sebeplerden ötürü, bir anlık dikkatsizlik, temkinsizlik veya şanssızlık, her şey olabilir, yakalandılar. Onlar da, sakladıkları insanlar da öldürüldü ve bizim hiç haberimiz olmadı. FİLMLERE İHTİYAÇ DUYUYOR MUYUZ Bu filmler çekilmiyor ama, bu insanların romanları yazılmıyor, onları bilinçli olarak unutmayı tercih ediyoruz. Çünkü aklımızın bir yerinde bu yaşananların kalıntısı var ve etrafa baktığımızda belki bıyığı belki alnına düşen perçemi değişir ama aynı zihniyette insanlar görüyoruz. Korkuyoruz. Başarmış insanların hikâyelerine ihtiyaç duyuyoruz. Büyük kaideler üstünde oturtulan “heykel insanlarının” hikâyelerine değil, kendi hikâyelerimize, bizim gibilerini hikâyelerine, senin elinden ne gelir ki, diye düşünülen, hiçbir işe yaramaz görülen, sinmiş, silahsız, güvencesiz insanların hikâyelerine… Hepimiz içimizdeki Lipka’yı, Zabinski’yi diri tutmaya çalışıyoruz. O yüzden de koşup koşup bu filmleri izliyoruz. Öte yandan, faşizmin her an ülkeye gelip çökebileceği korkusu bizi bir yüzleşmeye de davet ediyor. Eğer faşizm buraya gelecekse, ithal edilemeyeceğine göre, burada tohumları olması gerekir. Korktuğumuz da uygun şartları bulan o tohumların filizlenmesinden başka şey değil zaten. Demek ki, hadi içimizde olmadığını farz edip aynaya bakmayalım, etrafa baktığımızda gördüğümüz bazı şeylerden korkuyoruz. O zaman da bizi bize ve dünyaya anlatacak hikâyelere sığınıyoruz. Öyle hikâyeler olmalı ki, en sıradan insanımızın bile gerektiğinde gözünü kırpmadan mücadele edebileceğini cümle âleme, ama önce kendimize, gösterebilelim. Bu bize iyi geliyor, aksini düşünmek, cesurlarımızın öldürüldüğünü görmek bizi korkaklığa, çekingenliğe, teslimiyetçiliğe itecek çünkü. İçimizdeki Lipka’ları faşistlerden önce biz öldüreceğiz. Riga’daki direniş kuşkusuz Zanis ve Johanna Lipka ile sınırlı değildi. Onlar kadar şanslı olamayanlar vardı. Muhtemelen çok soğuk bir Riga gecesinde, bir duvarın önünde öldürüldüler ve yakılmadılarsa şayet bir çukura gömüldüler, isimleri bile kalmadı geriye. Bence bu filmler başka Lipka’lar olduğunu da bize hatırlatıyor, tarihin bir yerinde kalmış, unutulmuş o insanların hepsini temsil ediyor Lipka -ya da Zabinski ya da Lescunlu Benjamin, ne dersiniz deyin. O “başka Lipka’lardan” biri de içimizde, en sıradan insanın içinde. Uyuyan bir tohum sadece. Bu filmlerle, romanlarla, piyeslerle hayatta kalıyor. Şartlar bir gün gerektirirse, uyanmayı bekliyor.