Bir devrin sonu…

Abone Ol
Bundan sonra Charles’ı çok kritik bir sürecin beklediğini düşünmekteyim. Annesinin bıraktığı boşluğu ne derece doldurabilecek, halkının gönlünde ne denli “taht” kurabilecek bakalım.

Loading...

70 yıllık süreyle İngiltere’nin “en uzun süre tahtta kalan” hükümdarı olan Kraliçe II. Elizabeth, geçtiğimiz hafta İskoçya’daki Balmoral Kalesi’nde 96 yaşında yaşamını yitirdi. Son aylarda siyasi karmaşanın doruklarda yaşandığı, yeni Başbakan’ın seçilmesiyle alevlenen tartışmalar ve tarihinin belki de en ciddi ekonomik krizini yaşayan Birleşik Krallık için “istikrarın dayanağı” olarak görülen Kraliçe’nin ölümü de haliyle deprem etkisi yarattı. Dile kolay… koskoca 70 yıl. 25 yaşında tahtta gelen Elizabeth, başta Winston Churchill ve son olarak 12 gün önce göreve başlayan Liz Truss olmak üzere 15 tane Başbakan görmüş, 2. Dünya Savaşı, Soğuk Savaş gibi politik dünyanın önemli dönüm noktalarına da şahit olmuş, sadece şahit olmakla kalmayıp genç yaşına rağmen yeri geldiğinde söz sahibi olmuş bir insan. Kraliçe öldüğünden beri birçok İngiliz ve İskoç ile konuştum. Herkes gibi Elizabeth’in de seveni ve sevmeyeni var elbet. Fakat olumsuz bütün eleştirilere rağmen herkesin buluştuğu ortak nokta Elizabeth’in “70 yıl boyunca kendisini, gençliğini ve hayatını ülkesi uğruna feda etmiş, tüm yaşamını vatanına hizmet etmeye adamış bir insan” olduğu fikri. Elizabeth, İngilizlerin bir nevi “vatanseverlik” kimliği aslında. Birçok İngiliz gözünü onunla açtı, birçoğu son nefesini verirken Elizabeth hâlâ görevi başındaydı. Kraliçe aslında modern dünyaya geçişteki “değişim sürecini” temsil ediyordu. Her gün değişen dünyamızın aslında değiştiremediği, belki de yıkamadığı ender değerlerdendi Elizabeth. Belki de kimilerine göre yapmış olduğu yanlışlara rağmen ölümünde bile saygı duyulan nadir liderlerden biri oldu. Cenazesi Edinburgh’ya geldiği dakikadan itibaren binlerce insan son bir kez ona teşekkür edebilmek için kuyruğa girdi. Edinburgh Kalesinden 96 pare top atışı yapıldı. O dakikalarda sokaklarda herkes olduğu yerde durmuş, sadece top atışlarını dinliyordu. Geçtiğimiz gün çalıştığım kafeye gelen bir Amerikalı, St. Giles Kilisesinin önünde 5 buçuk saat beklediğini söyledi. Ben de gidecektim, açıkçası daha ziyade ortamı görebilmek, böyle tarihi bir ana tanıklık edebilmek adına, fakat son anda çok önemli bir işim çıktı, gidemedim. Eleştiriler baki, fakat ben şimdiye kadar tek bir kişinin bile Kraliçe hakkında kötü konuştuğunu duymadım. Politik başarıların, Büyük Britanya’yı en iyi şekilde temsil etmiş olmanın yanı sıra, sanırım başarılması gereken en önemli şey de bu olsa gerek: din, dil, ırk fark etmeksizin milyonların senin uğruna kuyruklara girip saatlerce, belki de günlerce beklemesi sadece son bir kez teşekkür edebilmek için… seni hep saygıyla yâd etmesi. Tam olarak bu sebeple bundan sonra Charles’ı çok kritik bir sürecin beklediğini düşünmekteyim. Annesinin bıraktığı boşluğu ne derece doldurabilecek, halkının gönlünde ne denli “taht” kurabilecek bakalım. Daha görevinin ikinci gününde bir dolma kalemin akmasına bile tahammül edemeyen Charles, üzerine düşen sorumlulukları kaldırabilecek mi, göreceğiz. Dün çıkan bir başka habere göre Prens Harry ve eşi Meghan Markle, dünya liderleri ve yabancı kraliyet üyeleri için gerçekleşecek olan devlet resepsiyonuna da davet edilmemiş. Bu kadar hassas bir süreçte, tüm gözler Kraliyet ailesinin üzerindeyken sergilenen bu tavırlar belki de yaşanılacak büyük sorunların ufak bir fragmanı. Fakat bana göre kesin olan tek bir şey var ki o da Elizabeth’in ölümüyle birlikte Büyük Britanya’yı bugünlere getiren bu “istikrar” artık hiçbir zaman Elizabeth’li günler kadar sağlam olmayacak, en azından Kral III. Charles tahtta olduğu sürece. Velhasıl-ı kelam, Farewell Her Majesty The Queen… and…“God Save The King!”