Kapitalizm altında yaşayan bireyin “düşünsel dünyasını”, 1980’lerin başından bu yana belirleyen en önemli kavramlardan biri liberal demokrasi, diğeri de küreselleşme oldu. Tek siyasi model liberal demokrasiydi, başka model kimi zaman askeri operasyonlarla da anımsatıldığı gibi adeta yasaklanmıştı. Bu totaliter dayatma, emekçilerin 150 yıldır biriktirdiği kazanımları yıkarken, sermayeye tam bir serbestlik tanıyan neoliberal ekonomik modeli tamamlıyordu.
Reagan, Thatcher, Özal döneminde doğanlar kendileri için düşünecek yaşa geldiklerinde, kâr yapmaktan, beden hazlarını doyurmaktan başka bir arzu tanımayan, bir gelecek, bu geleceğe ilişkin yaşamlarını yönlendirebilecek aşkın bir ilke sunmayan Liberal demokrasi- serbest piyasa- küreselleşme üçlüsünün çorak dünyasına hapsedilmek istendiklerinin ayırdına varmaya, 1990’ların sonunda yükselen ilk küreselleşme karşıtı dalganın gösterdiği gibi, başkaldırmaya başladılar. Artık bu kuşağın, arkasından gelecek olanların genel eğilimi “Demokrasi mi, küreselleşme mi dediniz? Teşekkür ederim istemem” yönünde şekillenecekti.
Küreselleşme karşıtı dalga, geriledikten yaklaşık 10 yıl sonra bu kez, “Meydan İşgali” hareketleri, Tahrir, Gezi olayları olarak kendini yeniden açığa vurduğunda, dünya ekonomisinin, siyasi düzeninin sergilediği dinamikler, 1980’lerden başlayarak liberal demokrasi üzerinde oluşan mutabakatının geri çevrilemez biçimde dağılmaya başladığını gösteriyordu.
“Demokrasinin durumu”
1980’lerde kurulan, özenle, hatta şiddetle korunan bu mutabakatın dağılma sürecinin özellikle 2007 mali krizinden sonra hızlanması ABD ve Avrupa’da, egemen sınıfların temsilcilerinin dikkatinden kaçmadı. Bu kanatta demokrasinin geleceğine ilişkin bir tartışma iki farklı damardan ilerlemeye başladı.
Birincisi damar, nostaljik bir bakışla “hani liberal demokrasinin en iyi düzen olduğunda anlaşmıştık ne oluyor?” diye soruyordu. Bu soruya cevap olarak da gelir dağılımındaki bozulmalar, küreselleşmenin yerel işçi sınıfları üzerindeki olumsuz etikleri, “kötü insanların etkileri” filan tartışılıyordu.
Örneğin, daha geçen hafta, Financial Times’dan Gideon Rachman demokraside “bir küresel durgunluk” yaşandığından yakınıyordu. Rachman’a göre dün zamanın ruhunu Mandela, Havel, Gorbachev, Yeltsin gibi liderler temsil ederken bugün gündemde Putin, Erdoğan, Trump gibi isimler var. Freedom House’un dünyada liberal demokrasinin kuralarını benimseyen, bu kurallardan uzaklaşmaya başlayan ülkeleri izleyen “Demokrasinin Durumu” raporunun 2016 basımı, siyasi özgürlüklerin son on yılda küresel çapta gerilediğini saptıyordu.
Freedom House’un saptadığı eğilimin yaygınlaşarak gelişeceğini düşündüren başka gözlemler de var.
Dünya Değerler Araştırması’nın 1995-2014 dönemindeki yıllık bulgularına dayanarak yapılan bir çalışma (R. Fao & Y. Mounk, Journal of Democracy Temmuz 2016), bugün “Kuzey Amerika ve Avrupa’da demokratik yönetimleri ayakta tutan değerlerin, 1989’da aniden çöken Doğu Avrupa ve SSCB yönetimlerini ayakta tutan değerler kadar kırılganlaşmış” olduğunu gösteriyor. Diğer bir deyişle çözülmekte olan liberal demokratik mutabakatın, aniden çökerek yerini başka, hatta tam aksi bir şeye bırakması olasılığı giderek güçleniyor.
Değerler araştırması’na göre 1980 sonrasında doğanların arasında demokratik bir düzende yaşamanın önemine inananların oranı, 1950-70 döneminin kuşaklarına göre düşerken, demokrasinin kötü, yetersiz bir rejim olduğuna inananların sayısı 1995-2014 döneminde artarak yüzde 30’lara ulaşmış.
Aynı dönemde, demokratik siyasete, düzenin siyasi partilerine ilgi azalırken, otoriter liderliklere ve politikalara ilgi artmış. Merkez partilerin seçmen tabanı giderek daralıyor, buna karşılık siyasi yelpazenin her iki ucundaki partilerin yeniden ilgi çekmeye başlıyor. Bu sürecin tarihsel açıdan çok tehlikeli gelişmelere işaret eden bir boyutu var: Demokratik mutabakattan uzaklaşarak otoriter, hatta askeri rejimlere karşı olumlu bir bakışa doğru kayış en çok da zengin sınıfların gençleri arasında güçleniyormuş.
Bu da bizi kapitalizmin geleceğine ilişkin kaygının 2. Damarına getiriyor. Bu damarın kaygısı halk sınıflarının demokratik taleplerinin kitleselleşmeye başlamasıyla ilgilidir. Ya halkın talepleri parlamenter demokrasi aracılığıyla siyasi partilerin ve hükümetlerin üzerinde baskı yaparak, 1980’lerden başlayarak gelişen kapitalist serbestlikleri kısıtlamaya başlarsa? Bu kesimde, “demokrasi artık serbestlikleri engellemeye mi başlıyor?” sorusu, “artık seçkinlerin de popülizme (halka) karşı isyan etmesinin zamanı geliyor” türünden saptamalar gündeme geliyor. Bu kesimin kaygıları da, “Lenin’in demokrasi ama kimin için?” sorusunun ne kadar yerinde olduğunun bir kez daha kanıtlıyor.
Zamanın ruhu
Liberal demokrasi üzerinde 1980’lerden sonra oluşan mutabakatın ekonomik temelini, bir kriz yönetme modeli olarak 1980’lerde benimsenen, 1990’lar boyunca dünya ekonomisinde yaygınlaşırken, daha o zaman mali krizlere yol açmaya başlayan neoliberal küreselleşme (sermayenin dolaşımında küresel çapta finansallaşarak yayılması, hızlanması) oluşturuyordu. “Zaman ruhunu” bu mutabakat şekillendiriyordu.
bir-baska-demokrasi-mumkundur-175980-1.2007 mali krizinin, 2010-13 arasını da dünyanın bir çok ülkesini sarsan kitlesel protesto eylemleriyle, Ortadoğu’daki jeopoltik krizin, savaşların getirdiği sığınmacı dalgalarıyla Avrupa’nın kapısına dayanması gibi gelişmelerin etkisiyle “zamanın ruhu” da büyük ölçüde değişti.
Dün zamanın ruhunu şekillendiren süreçler ve varsayımlar, devletlerin toplumsal güvenlik sistemlerini (refah devleti- emeklilik güvencesi), çalışanların dayanışma ağlarını (kitlesel sendikaları, sosyal demokrat partileri, büyük üretim kompleksleri etrafında gelişmiş emekçi sınıfı yaşam alanların) söküyor parçalıyor, metalaştırıyor, “toplum yok, rekabet eden bireyler var, sen de birey olarak kendi güvenliğinden sorumlusun, devlete güvenme, kendi kaderini tayin et” diyor, tüm bunları da bireysel özgürlükler ve serbestlik, liberal demokrasi olarak, refah artacak, “yeni dünya düzeni kuruluyor” vaadiyle birlikte sunuyordu.
Bu vaatlerin hepsi çöktü. Birey, kapitalizmin ekonomik krizi içinde bir tarafta işsizlik korkusu diğer taraftan, körüklenen tüketim hummasının getirdiği olağan üstü ruhsal gerginlikler yaratan borç yükü gibi kişisel sorunların altında ezilmeye başladı. Bu sırada, iklim krizi, göçmenlik krizi, terörizm, hatta büyük güçlerin rekabeti, TV ekranlarından düşmeyen savaş haberleri geleceğe ilişkin kaygıları da arttırıyordu.
Bugün, egemen sınıfların genç kuşakları, sermayenin kazandığı serbestlikleri kaybetmekten korkmaya başlarken, diğer sınıfların bireyleri, karşılarındaki dev sorunların hiç birini salt kendi bireysel kapasiteleriyle aşamayacaklarını görüyorlar. Bir güvence olarak dini, etnik aidiyetlere sığınmaya çalışırken, bu aidiyetleri bünyesinde birleştirecek güçlü liderler aramaya başlıyorlar. Bu noktada egemen sınıfların korkularıyla, alt sınıflardan korkuları, sağ popülizmde buluşmaya başlayarak, neoliberalizmden, liberal demokrasiden uzaklaşarak, otoriter-korporatist tercihlere doğru yönelmeye başlıyor.
Geleceğin tohumları
Ancak, zamanın ruhu, geleceğin tohumlarını da içinde taşır. Küreselleşme başladığında, bir gün bu noktaya geleceği konusunda uyarıyorduk, çünkü yeni bir küreselleşme dalgasını gündeme getiren yapısal-ekonomik kriz, küreselleşmenin sonunu getirecek tohumları içinde barındırıyordu.
Bugün zamanın ruhu, geleceğin tohumlarını, salt sağ popülizm, demagog liderler, militarizm faşizm olarak değil, sol popülizm, “gezi” “Tahrir olayları”, “yeni proletarya” yeni örgütlenme biçimleri arayışları olarak da barındırıyor.
Liberal demokrasi önlenemez biçimde çökerken, birinci eğilimin gerçekleşmesini engellemek için, ikincisine yönelmek, liberal demokrasinin karşısına, onun temelini oluşturan kapitalizmin ötesinde bir başka, Platon’un tanımıya, “yoksulların (eşitlerin) yönetimi olarak, demokrasiyi” var edebilecek bir söylemi ve pratiği yaratmaya çalışmak gerekiyor.
Tam anlamıyla bir kapitalist ütopya, çalışanlar açısından ise distopya, olan liberal demokrasiyi canlandırma hayallerini de kesin olarak terk etmek, “eski” ölürken, “yeni”nin henüz doğmadığı tarihsel çatlaklarda örgütlü güçlerin fiziki varlıklarının çok ötesinde etkiler yaparak fark yaratabildiklerini anımsamak gerekiyor.
Bugün, özellikle de Türkiye’de güçleri birleştirmek, ortak bir söylem geliştirmek, geleceğin tohumlarını filizlendirerek, doğmayı bekleyen yeniyi belirleyecek müdahaleyi yapabilmek için gereken zaman hızla daralıyor.