Ben Yaptım Oldu

Abone Ol
Tunur, kitapta temel olarak okuyucuya “Siz, siz olun!” demek istediğini belirtiyor. Ancak bunu doğrudan bir nasihatle değil de kitabın yazılış biçimiyle anlatmaya çalışıyor.

Loading...

Uzman Klinik Psikolog Ali Rıza Tunur’un kitabı (“Ben Yaptım Oldu”*), bir yönüyle otobiyografi niteliği taşımakla birlikte diğer taraftan yaşama ilişkin bir rehber önerisi olarak da görülebilir. Tunur, değişik bir kitap yazma serüvenine girişmiş. Kitaptaki kapak tasarımı dahil bütün yazımın kendisine ait olmasını istediğini ve herhangi bir editörün eli değmeden yayınlanması için çaba harcadığını belirtiyor. Ancak yazar, bu kitabı redakte bile etmeden basacak bir yayınevi bulmakta zorlanacağının da farkında. Bunun için şunu söylüyor: “Redakte bile etmeden bu kitabı basacak bir yayınevi bulmaya çalışacağım. Bulamazsam dönüp bu satırları da değiştirmeyeceğim. Böyle bir yayınevi bulmaya çalışıp da bulamayıp redakte ettirmiş bir yazar olarak bu çelişkimi de seveceğim. Çünkü bu çelişkiyi de BEN YAPTIM. Biz çelişkilerimizi de sevebildiğimiz zaman biz oluyoruz.” Tunur, kitapta temel olarak okuyucuya “Siz, siz olun!” demek istediğini belirtiyor. Ancak bunu doğrudan bir nasihatle değil de kitabın yazılış biçimiyle anlatmaya çalışıyor. Kitabının çok satması gibi bir derdinin olmadığını söylüyor ve okuyucunun da yaşamda bir performans derdinin olmaması gerektiğini öğütlüyor. Kendi ifadesiyle: “Ötekilerin gözüne bakarak yaşamayın. Enstrümanınız eski, telleri paslı, akordu bozuk olsa da nota bilginiz yetersiz olsa da başkalarının bestesini değil kendi bestenizi çalın. Tuvaliniz eskimiş, fırçanız deforme olmuş, boyalarınız az kalmış olsa da başkasının resmini değil kendi resminizi yapın.” diyor. Hayatı bir kitaba benzeterek, herkesin kendi kitabının öncelikle önsözünü yazmaktan korkmaması gerektiğini, herkesin saçmalama lüksü olduğunu, dolayısıyla okunup okunmayacağını düşünmeden bu hakkın kullanılması gerektiğini iddia ediyor. Çoğu toplumda -özellikle otoriter yönetimlerde- farklı olana tahammül edilmediğini ve herkesin tek tipleştirilmeye zorlandığını biliyoruz. Tunur’un belki de en temelde bu tek tipleştirmeye karşı olduğu için böyle bir kitabı yazdığını anlıyoruz. Kendisi de bu durumu ifade etmek için fotokopi makinası örneğini veriyor. Tunur’a göre dünya bir fotokopi makinası ve insanlar da içindeki A4 kağıtları. Makine içerisinde herkes aynı şeyi kopyalıyor, ta ki arada isyankâr bir A4 kağıdı çıkıp da makinayı sıkıştırana kadar. Sürekli işleyen makine, ancak bu durumda durduruluyor, kapağı açılıyor ve fakat isyankâr A4 kâğıdı buruşturularak çöpe atılıyor. Bu durum, geride kalanlar için bir örnek oluşturuyor ve çöpe atılmamak için herkesin tek ‘bir’ model olduğuna tam iman etmesi bekleniyor. Bu yüzden de özellikle ‘birlik’ sözcüğü neredeyse kutsanmış bir sözcük olarak görülüyor. Tunur’un konuyla ilgili çocukluğundan beri yaptığı gözlemlere ilişkin ifadeleri şu şekilde: “Evren Paşa her akşam televizyonda ‘Netekim bu günler milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan günlerdir.’ diyordu. Ben de o her zamanki zihinsel kapasitemle sanıyordum ki Paşa bir akşam diyecek ki ‘Sayın yurttaşlarım; önümüzdeki çarşambadan itibaren milli birlik ve beraberliğe pek ihtiyacımızın olmayacağı bir dönem başlıyor.’ Yaşım kırka yaklaştı, hala milli birlik ve beraberliğe çok ihtiyacımız var.” Kitapta tartışılan konulardan birisi de felsefenin kadim sorunsallarından birisi olan insanın kaderini kendisinin mi yazdığı yoksa koşulların mı onun hayatını belirlediği konusu. Yani biz isteseydik yaşantımıza yön verebilir ve şu ankinden farklı bir noktada olabilir miydik? Yoksa ne yaparsak yapalım içinde bulunduğumuz içsel ve dışsal koşullar bizi bulunduğumuz bu noktaya mı getirecekti? Bu sorunun kesin bir yanıtı olmadığı (ve muhtemelen de hiçbir zaman olamayacağı) için aslında sorun, pratikte insanın yaşamına ne şekilde yaklaşacağına indirgenmiş oluyor. İnsan bu hikayeyle ne yapacak? Onu sevecek ve onunla uyumlu bir şekilde mi yaşayacak? Yoksa onunla bir düzeyde mücadele halinde olacak ve değiştirmeye mi çalışacak?
Yazar, insanın her ne şekilde bir hikâye yaşıyorsa öncelikle onunla barışık olması gerektiğini iddia ediyor. Kendi ifadeleriyle: Hayat basit bir tercihtir. Ya hikayenizle barışık olursunuz ya hikayenizle kavga edersiniz.
Bu konuda yazar, insanın her ne şekilde bir hikâye yaşıyorsa öncelikle onunla barışık olması gerektiğini iddia ediyor. Kendi ifadeleriyle: “Hayat basit bir tercihtir. Ya hikayenizle barışık olursunuz ya hikayenizle kavga edersiniz. Ya ‘şimdiki aklım olsaydı’ diye başlarsınız hikayenize ya da o günkü aklınızın o günün gerçeği olduğu, bugünkü aklınızın da bugünün gerçeği olduğu gerçeğinden hareketle olaylar arasındaki matematiği analiz eder ve analizinizi seversiniz.” Tunur, bu görüşünü temellendirirken aslında insanın önündeki olası katrilyonlarca hikâye arasından -farkında olarak ya da olmayarak- tek ‘bir’ hikâye yazdığını belirtiyor. Bu durumda da doğal olarak olası diğer katrilyonlarca hikâyeden de vazgeçiliyor. Zira her tercih bir vazgeçiştir. Yazara göre asıl mesele, insanın sadece seçtiği tercihi biliyor ve yaşıyor olması, buna karşın diğer seçenekleri bilmiyor ve hiçbir zaman da bilemeyecek olmasıdır. Bu nedenle Tunur’a göre hayatta ‘Şunu yapsam olur muydu acaba?’ şeklindeki düşüncelerin hiçbir hükmü yoktur. Onun için Tunur: “O halde olgun insanın yapacağı şey, hikayesini yaptığı tercihleri kendisinin oluşturduğunu bilmek, yani ‘Bu hikâye benim eserim, bunu BEN YAPTIM!’ demek, alternatif katrilyonlarca hikâyede ne olacağı illüzyonuyla kavga etmeden hikayesiyle barışıp hikayesini sevmek olacaktır.” diyor. Kitapta yazar, özellikle kendisine gelen sorulardan da esinlenerek klinik psikolog kimliğiyle, insanlar için mutluluğun en kafiyeli formülünü de vermiş: - Annenizle tanışın: İnsanın kişiliğinin oluşmasında en temel dinamiklerden birisinin -belki de birincisinin- annesiyle olan ilişkisi olduğunu biliyoruz. Annesi tarafından ilgi ve sevgi gören bir birey tüm hayatı boyunca mutluluğa daha yakın olurken böyle bir sevgi görmemiş ya da kendisini değerli hissetmemiş bireylerin yaşam boyunca her açıdan zorlandıkları ortada. Bu nedenle yazar ‘anneyle tanışma’ konusuna çok özel bir önem veriyor ve şu sorular üzerinde düşünmeyi öneriyor: “Anneniz duygularını, sevinçlerini, kederlerini nasıl yaşardı? Evinizde sistem mi değerliydi birey mi? Genel yaklaşım düzenlilik miydi yoksa fonksiyonellik mi? Koltuklar mı insanlar için vardı yoksa insanlar mı koltuklar için? Dertleşebildiğiniz, sözgelimi sevimsiz bir şey yaptığınızda gidip anlatabildiğiniz biri var mıydı?” Bu sorular çoğaltılabilir tabi. Ancak bizi biz yapan süreçlerin belki de en temel köşe taşları için buna benzer soruların yanıtları üzerinde düşünmemiz oldukça yararlı olacaktır. - Geçmişinizle barışın: İnsanların geçmişte yaşadıkları olaylar da kişiliklerini ve davranışlarını belirlemede oldukça büyük öneme sahiptirler. Bu nedenle yazar, sağlıklı bir birey olmak açısından geçmişle de barışmanın önemini işaret ediyor: “Gerçekten bugünü yaşayıp bugüne sahip çıkabilen zihin mutlu zihindir. Geriye ve ileriyle doğru şart kipiyle uçuşan zihin ise mutsuz bir zihindir.
Yazar, bu kitapta herkesin kendi hayatına sahip çıkması, onun sorumluluğunu taşıması ve o doğrultuda kendi rıza ve istekleri doğrultusunda bir yaşam sürmesi gerektiğini anlatıyor.
Geriye doğru ‘Şunu yapsam böyle olur muydu, bunu yapsam şöyle olur muydu?’ şeklinde uçuşan zihin, ileriyle doğru da aynı şekilde ‘Şunu yaparsam böyle olur mu, bunu yaparsam şöyle olur mu?’ şeklinde uçuşur.” Bu anlamda kendi geçmişiyle barışmayı başaramayan insanlar için bugünün de huzurlu bir şekilde yaşanması oldukça zordur. - Gerçeklikle yarışın: Yaşamın belki de en temel referansının gerçeklik olduğu düşünüldüğünde hayatın karmaşıklığı ve değişkenliği içerisinde karşılaştığımız olaylardaki hakikatin kendisini bulmanın ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. Bu nedenle yazar herkese hakiki, samimi, gerçeğin peşinde olunması konusunda çağrı yapıyor ve Mevlana örneğini veriyor: “Mevlana ‘Hamdım, piştim, yandım.’ sözüyle kendi hayatının üç dönemine işaret ediyor. ‘Hamdım’ dediği henüz hayatın gerçekliğinden uzak olduğu dönemi simgeler. ‘Piştim’ ifadesiyle hayatın gerçekleriyle ve kendisiyle buluşmasını anlatır. ‘Yandım’ dediği yer ise bu meşakkatli hakikati bulma yolculuğunda ulaştığı gerçekliğin yakıcılığını simgeler.” Dolayısıyla yaşamın her anında hakikati/gerçeği arama yolculuğunun ve bulma talebinin sürekli olması gerekiyor. Özetle yazar, bu kitapta herkesin kendi hayatına sahip çıkması, onun sorumluluğunu taşıması ve o doğrultuda kendi rıza ve istekleri doğrultusunda bir yaşam sürmesi gerektiğini anlatıyor. Kendi sözleriyle bitirelim: “Biz kendimizin noteri olabildiğimiz, başkalarının gözüne bakmadan yaşayabildiğimiz, el alem ne der diye bir derdimiz olmadığı, eylemlerimizi kendimiz planlayıp sonuçlarına da kendimiz katlanabildiğimiz zaman, yani eylemlerimize sahip çıkıp BEN YAPARIM dediğimiz zaman, bu da yetmez, yaptığımız şeyin sonucu ne olursa olsun onun için OLDU dediğimiz zaman biz oluyoruz. Bu kitabın okuyucusuna bir tek nasihati var: SİZ SİZ OLUN, SİZ SİZ OLUN! --- *Ben Yaptım Oldu, Ali Rıza Tunur, Sokak Yayın Grubu, 1. Baskı, 2018