Film hukuk veya siyaset alanlarına pek yer vermese de Türkiye’de yaşayan bir kadın olarak ben bu konuları da düşündüm. Aklıma ilk Anayasa Mahkemesi üyeleri arasında tek bir kadın hâkimin bile bulunmayışı geldi. Çok üzücü ki bu istisnai bir veri değil.Film hukuk veya siyaset alanlarına pek yer vermese de Türkiye’de yaşayan bir kadın olarak ben bu konuları da düşündüm. Aklıma ilk Anayasa Mahkemesi üyeleri arasında tek bir kadın hâkimin bile bulunmayışı geldi. Çok üzücü ki bu istisnai bir veri değil. Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında bile TBMM’de yalnızca 119 kadın milletvekili var. Kadın vali sayısı üçe çıktığında bu durum “kadın vali sayısı üçe yükseldi” diye haber oluyor. YÖK verilerine göre 208 üniversitenin yalnızca 19unun rektörü kadın. Belirtmek lazım, kadın rektör tarafından yönetilen 14 üniversite vakıf üniversitesi. Oysa güncel YÖK verilerine göre kadın profesör sayısı 11.794; yani profesörlerin %34’ü. Benim üzüldüğüm nokta ise bu verilere şaşırmıyor olmak. Öyle ya, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası başkanı olarak bir kadın atandığında bu “bir de bayan yöneticimiz olsun diye düşündük” açıklamalarının yapılabildiği ya da Milli Eğitim Bakanı’nın politika üretirken kız çocuklarını okula göndermeyen ailelerle mücadele etmek yerine onların dediklerine kulak verdiği bir ülkede bu veriler şaşırtıcı değil. Eğlenmek için izlediğim bir film düşündürdü ve eşitsiz bir dünyada olduğumuz gerçeğini bir kez daha hatırlattı. Bu filmi izleyen kadınların da benzer şekilde hissedeceğine inanıyorum. Fakat umutsuzluğa kapılmak yok. Tüm olumsuzluklara rağmen ülkemizde güzel şeyler de oluyor. Kız çocuklarına ilham olan ve ışık tutan A Milli Voleybol takımımızın başarıları da bunlardan biri. Bu başarılardan da aldığımız motivasyonla bizlere mücadeleler sonucunda elde edinilmiş kazanımlarımızın takipçisi olmak ve eşitlik talebimizden vazgeçmemek düşüyor. Eşitlik için mücadele veren tüm kadınlara saygılarımla!
‘Ben Senin Bildiğin Erkeklerden Değilim’
Eğlenmek için izlediğim bir film düşündürdü ve eşitsiz bir dünyada olduğumuz gerçeğini bir kez daha hatırlattı. Bu filmi izleyen kadınların da benzer şekilde hissedeceğine inanıyorum. Fakat umutsuzluğa kapılmak yok.
Geçtiğimiz hafta Ben Senin Bildiğin Erkeklerden Değilim (Je Ne Suis Pas Un Homme Facile) filmini izledim. Film 2018 tarihli bir Fransız filmi. Filmde kadınları cinsel obje olarak gören bir erkek kendini günümüzdeki toplumsal cinsiyet rollerinin tamamen değişmiş olduğu bir dünyada buluyor. Burası, işyerlerini kadınların yönettiği, çocuk bakımı ve ev işi sorumluluklarını erkeklerin üstlendiği, kadınların kaçamak yapmalarının normal karşılandığı, erkeklerin güzel ve bakımlı olması gerektiği bir dünya. Günümüzle benzer olan tek şey, o dünyada da kadınların doğum yapması. Bu da kadının güçlü olmasıyla açıklanıyor.
Filmi izlerken bazı sahnelerde çok gülüp bazı sahnelerde içinde bulunduğumuz dünyadaki toplumsal cinsiyet rollerine sinirlendim. Geçtiğimiz haftalarda kötü feminist olma hakkı üzerine düşünmüş biri olarak, bu sefer de kendime sordum: böyle bir dünyada yaşamak ister miydim?
Benim hayalim eşit bir dünya. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse tek alternatifim ataerkil düzenin ters yüz olduğu bir dünya ise, evet o alternatifi tercih ederim.
Kadının tek işinin ev işi yapıp çocuk bakmak olmadığı, bunu tercih ettiyse emeğinin hiçe sayılmadığı, yönetici olmak için cam tavanları kırmasının gerekmediği ya da hem iş hem ev sorumluluğuyla uğraşan kadınlardan kişisel bakımını eksik etmesinin beklenmediği bir dünyada yaşamayı, evet tercih ederdim.
Peki acaba erkekler böyle bir dünyayı kısa süreliğine de olsa hiç tecrübe etmek isterler miydi?
Bu soruyu Twitter üzerinden erkeklere de sordum. 109 kişinin katıldığı bir anket tabii ki de ülkeyi temsil gücüne sahip değil. Gerçi daha fazla katılımcısı olan anketlerin doğruyu yansıtmayabileceğini yakın zamanda tecrübe ettik. Katılımcıların %66’sı bu soruya evet cevabı verdi. Ben çok daha yüksek bir oran beklerdim; çünkü aslında sorum böyle bir dünyada yaşamak değil, bu dünyayı kısa süreliğine tecrübe etmek üzerineydi.
Acaba kadınların yaşadıkları ve hissettikleri ile empati kurmaya yarayacak bu deneyimi hiçbir şekilde görmek istememek neyle ilgili? Ataerkil düzenin yarattığı konfor alanından çıkmamakla mı? Deneyimlemeden de empati kurabilirim anlayışı ile mi? Yoksa başka bir gerekçe var mı? Fikirlerinizi duymak isterim.