Aslında sevdiğimiz, istediğimiz, arzuladığımız şeylerden kolektif ve geçerliliği gayrı meşru olan çarklardan ‘korktuğumuz, utandığımız, çekindiğimiz’ için vazgeçiyoruz. İyi de neden?
Hayat dediğin şey bir nehire benzer evlat… Hayır böyle beylik bir sözle bu yazıya başlayamam. Evet hayatın özellikle edebiyat, sanat, teknoloji gibi ‘section’larında kümülatif ve kolektif bir tecrübe ile yaratıcının/sanatçının öznelliğinin imtizacı söz konusudur. Ancak kahve köşelerinde dile getirilebilecek yavanlıktaki aforistik değerlendirmelerin nazarımda kıymeti harbiyesi yoktur. Özgünlük tıpkı hürriyet gibi ‘negatif’ olmalı (negatif hürriyetin ne olduğuna dair Isaiah Berlin’in Two concepts of liberty makalesini hararetle tavsiye ederim). Biraz açmam gerekirse bireyin başkalarının otoritesine maruz kalmadan özgür olmasına negatif hürriyet (hürriyet gibi bir kelime varken özgürlük kelimesini kullanmak bana eksik bir kavram kullanıyormuşum duygusu veriyor) denir. Bu negatif anlayışta, kişinin, etkinliğini kimse tarafından karışılmadan özgürce gerçekleştirebileceği düşünülür. Berlin'e göre, bu fark, politik geleneğe sağlam bir şekilde yerleşmiştir: negatif hürriyet kavramı, özellikle İngiliz politik filozoflarıyla ilişkilendirilir (Locke, Hobbes ve Smith); buna karşılık, pozitif hürriyet kavramı, Hegel ve Rousseau gibi kıtasal Avrupa düşünürlerinin felsefelerinde görülür.
Yukarıdaki ‘negatif öznellik’ kavramsallaştırmamı tıpkı negatif hürriyet gibi ‘başkasının otoritesine maruz kalmamaya çalışarak ortaya konan öznellik’ olarak tanımlayabilirim. Buna halk dilinde ‘el ne der’ sendromu da deniyor galiba ☺
Sizce başkasına göre kendimizi biçimlendirmeye kalktığımızda aslında dışarıdan görünen ‘davranış’ bize mi ait yoksa sosyal kelepçeyle dolaşıp dilediğini yargılayan ‘kolektif mekanizmalara’ mı ait olur? Bence biz denilen selfe ait olmaz, bırakın davranışı duygu ve düşüncelerde dahi bu çarpık sürüleşme temayülü baskın maalesef. Aslında sevdiğimiz, istediğimiz, arzuladığımız şeylerden kolektif ve geçerliliği gayrı meşru olan çarklardan ‘korktuğumuz, utandığımız, çekindiğimiz’ için vazgeçiyoruz. İyi de neden? Gerçekten makul bir yanıtını bulamadığım bir soru olarak zihnimin bir köşesinde asılıdır. Düşünsenize akli melekeleriniz yerinde ve birine âşık oluyorsunuz ve bu aşk senelerdir tatmadığınız saklı/latent duygularınızı tetikliyor. Akılcı ahlak anlayışınızla çelişen bir durum da söz konusu değil ancak annenizin eski komşusu Kadriye teyze (isim uydurulmuştur) ne der diye kıvranan anneniz karşınıza ‘olmaz’ diye dikiliyor, biraz akıllıysa dikilmeyi bedensel değil mobbing ile yapıyor ve siz uysal koyun olarak ‘vazgeçiyorsunuz’. Üç gün daha yaşayıp yaşamayacağınız belli olmayan bu dünyada makul ve meşru bir isteğinizi gayrımeşru bir ‘invisible-hand’ nedeniyle yok sayıyorsunuz. Bence bu zulümdür. Devlet gibi, ideoloji gibi, toplum gibi soyut varlıkların somut yaşamımıza bu kadar müdahil olabilmesi zulümdür.
İşte Uluma (Howl) filminin ana eksenini oluşturan Beat Kuşağı da buna isyan etmişti aslında. Gelelim yavaş yavaş filmimize. Öncelikle filmi birlikte seçtiğimiz sevgili Dilan’a ufkumu açtığı için çok teşekkür ediyorum. Benim bu tip durumlarda ortaya saçmaktan imtina etmediğim öfkemi onun nezaket, zarafet ve nezahati dengeledi, minnettarım.
Aslında belgeselci kimlikleri olan Rob Epstein ve Jeffrey Friedman'ın filmde kullandıkları dil, üslup ve dramatik yapısı deneysel olarak nitelendirilebilecek özelliklere sahip. Film, röportaj, animasyon, canlandırma ve kurgusal gibi farklı anlatım biçimlerinden yararlanmış olması nedeniyle de yazının girişindeki negatif öznellik kavramını dolduruyor. Beat Kuşağının önemli isimlerinden olan Şair Allen Ginsberg’ün Uluma isimli şiirinin tamamının okunduğu ve animasyonlarla canlandırıldığı film Jack Kerouac ve Carl Solomon gibi edebi dehalardan da yüzeysel olarak söz ediyor. Kerouac da ilginç bir adam, intihar edeceğim ama Katolik olduğum için yapamıyorum, ben de içerek kendimi öldürürüm demiş ve kullandığı yoğun alkol nedeniyle siroz olarak 47 yaşında hayatını kaybetmişti. (Bence bu uzun soluklu bir intihar olarak kayıtlara geçmeliydi, siroz olarak değil)
Beat Kuşağı'nın en önemli çıkışı, geleneksel aile kavramını yıkmaya çalışması oldu. Bugünden son 70 senedeki değişimi gözden geçirdiğimizde bunda kısmen başarılı olduklarını söylemek mümkün.
Nedir bu Beat Kuşağı? Beat Kuşağı'nın felsefi olarak kökenini varoluşçulukta bulmak mümkün. Dostoyevski, Nietzsche, Kafka, Heidegger, Sartre, Camus gibi düşünürler, bu fikirleri düşünsel alanda ilk işleyen kişilerdi. 20. yüzyılın bitmek bilmeyen sıkıntıları ve iki dünya savaşı, tanımlanamayan bir şeyin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu şey, "yabancılaşma", "özgürleşme" ve "bunaltı" gibi kelimelerle tanımlanabilen bir durumdu ve Beat Kuşağı'nda bu durum sonsuz bir "yaşam coşkusu" olarak ortaya çıkmıştı. Bu grubun edebi çalışmaları ve yaşam tarzı 1950'lerde gençlik üzerinde büyük etki yapmış ve bu kıvılcımdan doğan 1960'lar yani hippi kültürü ortaya çıktı. Bu nedenle "Beat Kuşağı"nı sadece bir edebiyatla ilgilenen arkadaş grubu olarak değil, 1950'lerden 1960'ların sonuna kadar uzanan ve Woodstock ile doruğa ulaşan, her alanda sınırları deneyimleme yolunda ilerleyen, insanlık tarihinin kültürel anlamda kökten etkileyen bir kuşak olarak ele almak daha doğru ve hakkaniyetli olacaktır.
1960'lı yıllarda yükselen underground kültürün arka planına baktığımızda, Beat Kuşağı'nın izlerini her zaman görmekteyiz. Jim Morrison, Bob Dylan, John Lennon gibi isimlerin yaşam tarzlarında doğrudan bu anlayışı görmek mümkündür. Beatler, Buda'yı ve meditasyonu Amerika'ya tanıttılar. Onlar insanları kurgulanmış yaşam biçimlerinin ötesine çağırdılar. 1960'ların ikinci yarısında binlerce genç Hindistan'a doğru yol aldığında, Batı'nın mekanik yaşam formlarından toplu bir kaçış anlamına geliyordu ve isyan doğrudan eyleme dönüşmüştü. New age çılgınlığının önemli bir dönüm noktası olduğu ve benim de ‘arayış’ adı verilen aslında ‘savruluş’ olan deneme yanılma kültürünün bana uymadığını belirtmem gerekiyor. Burada konu bu gençlerin kendilerini negatif öznellik çerçevesinde topluma sunmuş olmalarıdır ve değerleri buradan kaynaklanmaktadır.
Viyana'da bulunduğu dönemde W.Reich'ın araştırmalarını inceleyen Burroughs, onun psikoloji ve enerjiyle ilgili keşiflerini Beat Kuşağı'na tanıtan bir isim oldu. Willhelm Reich, tüm evreni şekillendiren yaşam enerjisinin (Orgone) kaynağını bulmuştu(!!!) ve çalışmaları, bu alana odaklanıldığında kanserin tedavi edilebileceğini ve sistemin zarar gören bireyleri iyileştirebileceğini iddia ediyordu. (hazırladığı telefon kulübesi şeklindeki cihaz ve kadınlarla yaşadıklarını da geçelim hadi) Reich bu yönüyle psikiyatrinin yüz karalarındandır. Tıpkı Jung’un mistisizmi ve Freud’un indirgemeciliği nedeniyle katkılarını gölgede bırakan saçma uygulamalara imza atmış olduklarını yok sayamayız. Neyse… Wilhelm Reich'ın tanımladığı cinsel devrim, bu konuda Beat Kuşağı'na rehberlik etti. Çünkü cinsellik, o kadar baskın bir alan oldu ki, cinsel yetersizlikler, sapmalar ve eksiklikler bireyi nevrotik bir aşamaya götürerek özünü parçalıyor ve toplumsal açıdan ciddi sorunlara yol açıyordu. Beat Kuşağı'nın buradaki en önemli çıkışı, geleneksel aile kavramını yıkmaya çalışması oldu. Bugünden son 70 senedeki değişimi gözden geçirdiğimizde bunda kısmen başarılı olduklarını söylemek mümkün. Bunun iyi mi kötü mü olduğunun yanıtını başka bir yazıya bırakayım.
Filmi çok beğendiğimi söylemeliyim ve Mubi’ye teşekkür etmeliyim. Başkası ne der diye yaşarsan ona yaşamak denmez, çekilecek halaylar, söylenecek şarkılar, oynanacak oyunlar ve dilşad olacak gönüller varken esaret tercih edilemez.
Ginsberg’ün Uluma şiirinin yayıncısının yargılandığı mahkeme tutanakları ve canlandırmaları iki eksende biçimlenmişti. Edebi eser nedir ve edebiyatta müstehcenliğin sınırları ne olmalıdır? Kuşkusuz günümüzdeki ‘yağdı yağmur çaktı şimşek’ üslup ve biçimiyle kıyaslandığında Uluma/Howl bir başyapıttır. Ancak ben edebiyatın ideolojik mesaj verme kaygısını da yerinde bir kaygı olarak değerlendirmiyorum. Lakin biçimin şekillendirdiği öz’ün çoğu zaman bundan kaçınmadığını, hatta üzerine üzerine gittiğini de görüyorum. Ve itiraf edeyim, bazıları çok hoşuma gidiyor.
Diğer bir tema da Ginsberg’ün eşcinsel kimliğiydi. Eşcinselliğin bir hastalık olarak tanımlandığı ve psikiyatri hastanelerinde sözde tedavi edilmeye çalışıldığı utanç yıllarında Ginsberg 8 ay bir akıl hastanesinde yatarak ‘tedavi’ görmüştü. O dönem uygulanan insülin şok tedavisi, anestezisiz EKT uygulanmamıştı ona ama psikiyatri tarihi bunun gibi insanlık dışı uygulamalarla da doludur. Neyse ki son yüzyılda nörobilim alanındaki gelişmeler ve insan hak ve hürriyetleri alanındaki ilerlemeler psikiyatriyi mistifiye edilmiş psikanaliz enstitüleri, kilise tahakkümü ve devlet nobranlığından kurtarıp ‘haysiyetli’ bir bilim alanı olmasını sağlamıştır. Tam bu noktada Nöroloji ile Psikiyatrinin 40 sene önce ‘boşanmış’ olmalarını içime sindiremediğimi ve ‘haysiyetin’ ancak Nöropsikiyatri ile sağlanacağını düşündüğümü belirtmeliyim.
Annesi lobotomi vahşetiyle tedavi edilmeye çalışılırken ölmüş, babası şiir yazmaya çalışan (oğulun babayı geçtiği bir örnek daha, Orhan Pamuk’un Babamın Bavulu başlıklı efsanevi Nobel konuşmasını hatırlamanın tam yeri. Ayrıca Thomas Bernhard’ın da baba figürü olan dedesini fersah fersah aştığını da ekleyeyim. Thomas Mann ise oğullarını yazdıkları nedeniyle ezmişti ve 2 oğlu intihar etmişti), eşcinsel bir adam Ginsberg.
Filmi çok beğendiğimi, Mubi’ye hepimizin teşekkür etmesi gerektiğini ve Beat’leri, Hippi’leri anlamanın son yüzyılı anlamak için önemli olduğunu söyleyerek yazıyı uzatmayayım.
Başkası ne der diye yaşarsan ona yaşamak denmez, çekilecek halaylar, söylenecek şarkılar, oynanacak oyunlar ve dilşad olacak gönüller varken esaret tercih edilemez. Hayallerimizin önünde duran şeyler uğruna yaşanması gereken her şeye mâni olamamalılar. Şefkatsiz şehvet (beat) ile şehvetsiz şefkatin (gelenek) çatışması bizleri bağlamamalı. Hürriyet ve haysiyet için yaşamalı. Ginsberg’ün sözüyle bitirelim; Kutsal..