Bayramların gereksizliği ve toplumsal değerlerin reddi

Abone Ol
Bayramlar içi boş nostalji değerlerinden başka bir şey değil. Sözde dayanışma, sözde kardeşlik ve dostluk bağları. Kimsenin buna ihtiyacı yok. Kimse kimsenin kardeşi değil. Sen, Kürt’ün kardeşi değilsin. Sen Kürt ile vatandaşlık sorumluluğunca birlikte yaşıyorsun, o kadar. Bireyin toplumumuzdaki çaresizliği, onun illa ki bir toplumsal varlık olarak kendisini deklare etmesini zorunlu kılıyor. Eğer toplumsal olarak herhangi bir aidiyeti yoksa birey de yok. Hiçbir varlık ifade etmiyor. Adeta markasız bir tişört, Tayvan’ın ücra yerinde yapılan bir bilgisayar güç kaynağı gibi. Kimse itibar etmiyor, kimse satın almıyor. Feminist, dindar, ülkücü ya da bunların biri olmazsan herhangi bir toplumsal kesimin bireyi olmak zorundasın. Bir cami cemaati üyesi, bir kulübün üyesi. AVM’de bile kahve dükkanında bir kahve zincirine “üye” olman gerekiyor. Günümüz insanının indirgendiği şey bu sözde toplumsal varlık ve tanınma. Eğer bir insan değer görmek istiyorsa, bir orduda asker ya da bir partide filanca kolun üyesi olmalı, başka bir şey de olabilir. Yeter ki bir şey olsun. Ulan, insanlığın ontolojisi bu değil. Varlığının gerekçesi, amacı bu değil. Hiçbir insan ister Starbucks kulüp üyeliği isterse de T.C. ordusu üyeliğiyle varlığının gerekçesini bulmuyor. Hiçbir insanın varlığını gerekçelendiren şey göklerdeki yıldızların kaim egemenlikleri (hoş bu ne kadar estetik bir şeydir!) değil. Sen, sen olarak varsın. Sevgili, anne, koca, karı, eş, çocuk, asker, polis, hemşire, Müslüman, Yahudi, eşcinsel, komünist, doktor ya da Star Wars fanı olarak değil. Eğer bunların dışında seni sen olarak ifade eden herhangi bir alametifarikan yoksa bence sen gerçekten yoksun. Seni sen olarak ifade eden şeyler, zamanın herhangi bir anında nerede, nasıl olduğun. Ne olduğun değil. Katil olabilirsin. Mücrim de olabilirsin. Soykırım suçlusu da olabilirsin. Elin ayağın ağza alınmayacak suçlara karışmış olabilir.  Tam tersi de olabilirsin; herkes seni güzel, iyi, doğru, dürüst, cesur ve cengâver bilebilir. Tüm bu geçici sıfatlar, senin zamanda nerede nasıl durduğunla ilgili değildir ama. Seni sen yapmaktan uzak şeylerdir sıfatlar. Seni sen yapan şey nedir peki? Tüm bu sıfatların içinden geçtiği hâlde varlığın ile bilinir olman. Çünkü sıfatların çoğu aslında sana rağmen vardırlar. Senin için değil. Çünkü onların varlığı bile seni imtihan ediyor. Eğer bir doktor isen doktor olmanın hakları ve sorumlulukları çerçevesinde hareket etmen gerekiyor. Ki doktorların bulunduğu bir cemaatin sağlıklı bir şekilde üyesi olabilesin. Ancak bunların hiçbiri bir insan için bir şey ifade etmiyor. Felsefe ve sosyoloji tarihi boyunca cemaatlerin ne işe yaradığı konusunda sayısız teori ortaya atılmış ve hepsinin de elle tutulur açıklaması var; bunlara girmeyeceğim. Ama bence atlanan bir şey var. Cemaatler neden vardır? Hatırlatmak için. Geçmişte olanı, şu ana, şimdiye taşımak için. Eskiden babadan oğula, daha sonraki dönemlerde ise meslek odalarından, siyasi partilere, dini gruplardan, sivil toplum örgütlerine uzanan farklı farklı vesayet aşamaları var. Bu “vesayet”in geçişi ise nasıl sağlanıyor? Nasıl oluyor da sizin bir avukat olarak o baro “cemaati” içinde bulunmanız gerekiyor? Yeminler; sözleşmeler. Sözleşme, adı üzerinde, söz verme yani daha önceki anlatılardan yola çıkarak, o anlatılar doğrultusunda gelecekte olana yönelik pozitif ya da negatif yükümlülüklerin yerine getirilmesine yönelik talimatlar. Herkes bunu bilmek zorunda. Bir anlamda vatandaşlık da böyle bir şey; bir hatırlatma. Dünyanın neresinde olursa olsun, “bak bu ülke şu kadar askerin kanıyla kuruldu” hatırlatmasından, “bu ülke şu ya da bu aşamalardan geçti, büyük badireler atlattı” hikâyelerine kadar. Tüm bu masallar, sözleşmelere dökülen hikâyeler. Ve sözleşme nostalji olmaksızın hayatta kalamaz. Söylenti, söylenceye, söylence, mitosa, mitos ise sözleşme ile logosa dökülür. Sizden istenen şey de tam olarak bu sözde logosa uymaktır. Çünkü bu hatırlatmayı (memento) dikkate almazsanız sorumlu bir insan olamazsınız. Sorumsuz bir insan ise devletin en büyük düşmanıdır. Ondan iyi bir vatandaş olmaz.
İyilik yapmanın, bayramlaşmanın, güzel birisi olmanın açılımı “ben seni anlamıyorum, benim dilimden konuş” demektir.  Kimsenin dilinden konuşmak zorunda değiliz. Diller, kandırmaca, manipülasyon ve gürültü içerirler.
Bu logos’un altı iyice oyulduğunda, içi bomboş, sonsuza uzanan bir nostaljiden başka bir şey bulunmaz. Bu nostalji, toplumsal değerlerin, toplumsal aidiyetlerin ve toplumda kabul eden gelenek ve göreneklerin temelidir. İçi bomboş şeyler; zamanında belki de içleri bomboş olmasa bile şimdi tamamen boşaltılmış ve bireyi aslında hapsetmekten başka bir amacı olmayan yalanlar manzumesi. Bayramlar da bunlardan birisi. Sözde dayanışma, sözde kardeşlik ve dostluk bağları. Kimsenin buna ihtiyacı yok. Kimse kimsenin kardeşi değil. Sen, Kürt’ün kardeşi değilsin. Sen Kürt ile vatandaşlık sorumluluğunca birlikte yaşıyorsun. O senin kardeşin, dostun, sevgilin, kara kaşın kara gözün olduğu için değil. Bu sözde dayanışma duygusu ve bunlara bağlı olarak ileri sürülen kavramların hepsi gülünç ve adeta vitrinde satılan bir ürünün üzerindeki naylon ambalaj kadar gelip geçici şeyler. Bayramın hiçbir gerçekliği ve gerekliliği yok; bizim komşuya, komşunun iyiliğine, onun kötülüğüne ihtiyacımızın olmadığı gibi. Tam da bu sebeple hukuk rejiminin koruması gereken şey erdem değildir; adalettir. Adaletin de bir erdem olduğu gerçeği bunu değiştirmez. İyilik yapmanın, bayramlaşmanın, güzel birisi olmanın açılımı “ben seni anlamıyorum, benim dilimden konuş” demektir. Kimsenin dilinden konuşmak zorunda değiliz. Diller, kandırmaca, manipülasyon ve gürültü içerirler. Ne kadar çok konuşursak, o kadar çok yalan söyleriz. Eğer yalan söylememeyi başarsak bile bir gerçeğin üstünü örtme ihtimalimiz o kadar artar. Çünkü diller kaçınılmaz genellemeleri, varlıksal statülerin belirlenmesini getirirler; bunlar ise zamanla baş etmesi imkânsız siyasal ve toplumsal uçurumlara sebep olur. İşte tam da bu sebeple, bilimsel tanımların dışındaki çoğu toplumsal dayanışma modelleri dayanışma değildirler. Burada “zekât” ya da “charity” gibi bağış kurumlarının ekonomik olarak dezavantajlı grupları “kurtaracağına” yönelik illüzyondan bahsetmiyorum. Bunlar da şüphesiz illüzyonlardır ve gerçeklikleri yoktur. Burada aynı zamanda toplumsal varlık olarak insanları birbirine dayanışma gösterdiğini iddia eden “bayram”, “dinsel ya da milli günler” gibi saçmalıkların gerçek bir dostluk ve bir arada olma söylemini taşımadığının altını çizmek gerekiyor.
Bayramların da diğer toplumsal değerler, toplumsal sözde kutsal günler gibi reddi ve inkârı gerekir. Bizi bu seviyeye getiren sermayeci, acımasız, vülger materyalist sistemin tuzağına öfke ve nefretle karşılık vermek gerekir.
Dostluk ve bir arada olma söylemini taşıyan insanların bu yöndeki eğilimleridir; bizim onları ne yönde tanımladığımız değil. Gözleri bağlı bir keçinin etrafında, onu kesmek için toplanmış bir grup insan ancak ve ancak buna nasıl kutsallık atfettiklerine yönelik kesin ve ortak bir arzunun etrafında toplanmışsa bir birliktelikten bahsedilebilir. Ancak Türkiye’de böyle bir şey yoktur. Çünkü insanlar o keçinin etrafında kutsal olanı, kutsal olmayandan ayırt etmek için değil; etin en iyi kısmının kime gideceği düşüncesi etrafında toplanırlar. Ramazan Bayramı’nda Kurban Bayramı örneği verdim; Ramazan için de aynı şeyi rahatlıkla söyleyebilirim. Kutsal olanın bittiği günün, başka bir manevi değerle başladığı güne geçişinin bir dönüm noktası olması gerekir. Değildir; çünkü kimsenin bunu düşünecek hâli ve takati kalmadığı gibi, birey olarak düşünülen varlık, kendi sözde hesabının peşinde koşarak, bu nostaljik duygulara sarınıp sarmalanır. Ve bu hesaptan kârlı çıkması beklenir. Üstelik bu kârlılık, Mauss’un hediye kavramını hatırlatırcasına, kutsal olduğu sanılan bir kârlılıktır, ancak hiçbir kutsiyeti kalmamıştır. Çünkü varsa yoksa kişisel hesabın, bireyi yalnızlaştırdığı ve yok ettiği, indirgediği içi boş sıfatlar düzeni onu var eder. Bayram da bunlardan birisidir. Diğer toplumsal değerler, toplumsal sözde kutsal günler gibi reddi ve inkârı gerekir. Bizi bu seviyeye getiren sermayeci, acımasız, vülger materyalist sistemin tuzağına öfke ve nefretle karşılık vermemiz gerekir.