Bavyera’dan Şili’ye bir yol gider
Schafer, yaptıklarının bedelini ödeyecek kadar uzun yaşamış. Pinochet, iktidarda olduğu müddetçe, ziyaret de ettiği bu koloniye kimsenin dokunmasına izin vermemiş.
Biraz ateş ve burun akıntısı kimseyi öldürmez aslında ama bitmek bilmeyen korkunç bir salgının ortasındaysanız, ateşinizin birazcık yükselmesi bile endişe vericidir.
Gece ateşlendim, belirtiler örtüşüyor, test yaptırmaya hastaneye gittim.
Sonuç pozitif çıkarsa, ilaçlar, karantina…
Belki çok kolay atlatacağım, belki çok zor.
Taze zencefil aldım, narlar, limonlar, mandalinalar…
Sonucu beklerken biraz “kader” üstüne konuşmak istiyorum.
Ben tabii materyalist bir mahalleden ve dünya görüşünden geldiğim için yok kadermiş, alınyazısıymış bunlara pek prim vermem.
Ama materyalistliğin çelik gibisi de çekilmiyor, şimdi kader mi demek lazım bilmiyorum ama “şartlar” diye bir hakikat var.
Doğduğun yer, yaşadığın yer, sosyo-ekonomik şartlar…
Birçok değişken bir araya geliyor ve bugünkü seni, beni, gördüğün herkesi yaratıyor.
COLOGNIA DIGNIDAD
Bunları bana düşündüren şu can sıkan ateş kadar iki günde izlediğim bir filmle altı bölümlük bir belgesel-dizi.
Birkaç yüz kişilik bir Alman tarikatının Şili’de yaşadığını bu belgesel sayesinde öğrendim.
Şili nere, Almanya nere…
Üstelik elli seneden fazla bir süre.
Tarikatın başında Paul Schafer adlı bir adam var, savaş zamanında işgal edilen Fransa’da sağlık çalışanı olarak görev yapmış bir zırdeli.
Schafer’in kurduğu tarikatın ilk takipçileri dul kadınlar ve yetim kalan çocuklar olmuş.
Savaş sonrası Almanyasında, kendini dine adayan insanlar…
Hemen her şeylerini yitirmişler ve kurtuluşu Tanrı’nın yolunda gitmekte aramaya karar vermişler.
Bu Tanrı da tuhaftır, sana bana hiç görünmez ama nerede bir güç devşirmek isteyen bir kaçık var, gider onunla temas kurar.
Onun ağzından konuşur, emirler verir, cezalar yağdırır…
Paul Schafer’in tarikatı da farklı değil, Tanrı ile sık sık iletişime geçiyor, hatta bazen Tanrı onun bedenine girip konuştukça konuşuyor…
Dünyanın her yerinde bu malın bir alıcısı olduğuna göre, demek ki bu gülüp geçilecek bir olay değil, çok daha çetrefil bir meseleyle karşı karşıyayız.
Schafer, Haysiyet Kolonisi adını koymuş, Colognia Digninad, onyıllar boyunca haysiyetten uzak ne varsa yapmaktan çekinmemiş.
Dışarıdan bakınca mümin insanlardan oluşan, mümin çocuklar, gençler yetiştirmeye çalışan bir hayır kurumu.
Tarımcılık yapıyorlar, hastaneler kuruyorlar, Tanrının şefkatli eliyle dokunuyorlar insanlara.
İSTİSMARDAN HÜKÜM GİYMİŞ
Ama Schafer, Almanya’da pek barınamamış çünkü istismarcılıktan hüküm giymesi kaçınılmaz hale gelmiş.
Ve, kimse kendi köyünde peygamber olamaz fehvasınca, soluğu binlerce kilometre uzakta almış.
Şili’de, gösterilen yere gelmiş, çorak bir arazi vermişler ona ve başlamış kolonisiyle çalışmaya.
Alman disiplini, kısa sürede sonuç vermiş.
Colognia Dignidad’ı kurmuşlar ve artık kolonisinin sorgulanamaz peygamberi olmuş Schafer.
İstismarın her türlüsünü yapmış, küçük erkek çocuklarına taciz, tecavüz, hemen herkese işkence, kötü muamele, kaba dayak…
Pek ses çıkmamış.
Aileler, üç-dört yaşlarındaki küçük çocuklarını getirip Schafer’e emanet ediyorlarmış.
Schafer, son derece katı bir disiplinle yaşanan kolonisinde adeta özerk bir yapı kurmuş.
Devletin girmediği bir yer, Schafer’in cenneti.
Belki bu kadarla kalsaydı iş, Schafer sadece aşağılık bir istismarcı olarak unutulup gidecekti.
Ama şartlar değişince Schafer de ayak uydurmuş.
Allende hükümetinin azılı düşmanlarından biri olarak darbeci general Pinochet’ye açıktan desek vermiş, darbeden sonra Colonia Dignidad’ın işkencehane olarak kullanılmasına izin vermiş.
Bizim meşhur Ziverbey Köşkü gibi bir yer haline getirmişler Haysiyet Kolonisini.
Ambulansla koloniye götürülen tutuklular yeraltı koridorlarıyla işkence odalarına götürülüyormuş.
Kazdırdığı toplu mezarlara rejim muhalifi kayıp insanları gömmüş.
Cinayetler işlenmiş Colognia Dignidad’da, Pinochet’nin polisleri yakaladığını getirip işkenceden geçiriyormuş burada.
Güya hayır kurumu olduğu için, devletin arkasında olmasından da yararlanarak silah ticareti ve hatta üretimi gibi çeşitli işlere girişmiş.
İnsan deneyleri de yapmış bu arada, çeşitli işkenceler de…
Haftalarca bir odaya kapatmak, linç ettirerek ceza vermek, uyurken hareket edip düzeni bozmasınlar diye kıpırdayanları kırbaçlamak gibi önlemler almıştı.
Düzen bozulmamalıydı, düzeni bozan, sorgulayan, düşünen herkes içine şeytan giren ve koloniyi Tanrı yolundan alıkoymak isteyenlerdi.
Schafer, yaptıklarının bedelini ödeyecek kadar uzun yaşamış.
Pinochet, iktidarda olduğu müddetçe, ziyaret de ettiği bu koloniye kimsenin dokunmasına izin vermemiş.
Firar eden gençlerden biri başarıya ulaşıp koloniden dışarı çıkabildiğinde başında geleceklerini hissetmiş.
ARJANTİN’E FİRAR
Yakalanacağını anlayınca, Şili’den kaçıp Arjantin’e sığınmış ama orada da rahat durmamış, yeni bir gençlik merkezi kurmuş hemen.
Ama yakayı ele vermiş en sonunda.
Seksendört yaşında Santiago’da mahkemeye çıkıp, çocuk istismarcılığından yirmi seneye mahkum edilmiş.
Beş sene içinde de hapisanede ölmüş.
Şili’de Bir Nazi Tarikatı: Colognia Dignidad belgeselinde hayatının bir dönemini burada geçirenlerle mülakatlar yapmışlar.
Bunca vahşetle nasıl olup da iç içe yaşadıklarını anlatıyor insanlar.
Schafer’in tacizine uğrayanlar, geceyi onunla geçirmek zorunda bırakılan gepegenç oğlan çocukları…
Ve, tabii Schafer’in yanında, yakınında olanlar, kampın mali işler müdürü mesela, Colognia Dignidad davasından hüküm giyen diğerleri.
Savaş sonrası çılgınlığını anlayabiliyorum ama bu düzeni onyıllarca sürdürebilmekteki adanmışlığı anlamakta gerçekten çok zorlanıyorum.
Din kisvesi altında büyüyüp gelişen bir yapı rejimin işkencehanesine dönüşmekte bir an tereddüt etmemiş.
Bütün Hollywood şablonlarına sahip Koloni filminin bir yerindeyse, “buraya geldiğimde üç yaşındaymışım,” diyor kolonidekilerden biri, “başka bir hayatı bilmiyorum.”
Sanırım bütün giz bu cümlede.
İnsanlar, “en kötüyü” bile “bilinmeze” tercih ediyorlar.
Oysa, Almanya’dan kopup Şili’ye gitmek, bir bilinmeze gitmekle eşanlamlıydı.
Başka örnekler de üşüşüyor aklıma şimdi.
Demek ki, insan, şartlar değişirse gitmeyi daha kolay göze alıyor ama içine doğduğu şartlara uyum sağladığı için, kötülüğü mukayese edemediğinden o refleksi gösteremiyor.
Tecavüze uğramak, kimilerine göre o çocukların kaderiydi, hatta onlar için iyiydi, hayatın olageldiği şekilde akması demekti.
Paul Schafer’in peşinden gidip onun kurallarıyla Tanrı’ya yakın olduklarını sanmışlar…
Schafer, onların içlerindeki bir eksiği gidermiş on yıllarca.
Sonra, bir an, birileri örtüyü çekiverince bütün gerçek çırılçıplak ortaya çıkmış.
Pişmanlık dememek lazım buna, başka bir şey, nerdeyse hiçbirinin tercih hakkı olmamış çünkü.
Charles Aznavour’un bir şarkısının sözleri geliyor aklıma: “Biliyorum, bir suç değil benim hayatım / Sadece yaşadığım çağın bir kurbanıyım”.[1]
İşkencelere, cinayetlere, tecavüzlere yardım etmişlerdi ama suçlu değil hiçbiri, bedelini acı içinde geçen, yok olan yıllarıyla ödemişler.
Dahası, inandıkları, sarıldıkları, sıkı sıkıya tutundukları yegâne şeyin de büyük bir yalan olduğunu gördüler.
Schafer gibilerinin uzun ömürlü olmasını istemek iyi bir şey mi bilmiyorum ama yaptıklarının karşılığını görmeden bu dünyadan gitsinler de istemiyorum.
Paul Schafer’den başımı kaldırıp, gidip sonucuma bakmalıyım.
***
Bu arada, testimin sonucu -şimdilik- negatif çıkmış.
---
[1] Şarkının adı What Makes a Man. “I know my life was not a crime / Just a victim of my time”. Çeviri bana ait.