Bauhaus’un Mirası
Mimariyle ilgilenen herkesin duyduğu Bauhaus akımı, Nazilerin 1933’te Weimar’daki tasarım okulunu kapatmasıyla son bulmuş gibi gözükse de, mirasının farklı şekillerde hem Almanya’da hem de İsrail’de yaşadığını söylemek mümkün.
Bauhaus sanat ve mimariyle ilgilenen herkesin muhakkak duymuş olduğu bir akım. 1919’da mimar Walter Gropius tarafından Weimar’da bir tasarım okulu olarak başlayan serüveni Nazilerin 1933’te okulu kapatmalarıyla son bulmuş gibi gözükse de, mirasının farklı şekillerde hem Almanya’da hem de bugün İsrail’de yaşadığını söylemek mümkün. Bir ressam adayı olarak bu yazıda Bauhaus’a ve mezunlarına değinmek istiyorum.
Bilindiği gibi, Naziler iktidara gelip ülkedeki her şeye ideolojileri doğrultusunda müdahale etmeye başladıklarında, Bauhaus sanatçılarının da huzuru kaçmıştır. Sonunda okul “kültürel Bolşevizm” propagandası yapıldığı ileri sürülerek 1933’te kapatılmıştır. Doğal olarak okulda görev yapan ve Nazilerce “dejenere” bulunan Wassily Kandinsky ve Paul Klee gibi önemli isimler ülkeyi terk etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Peki hikaye burada bitti mi?
EFSANE BİÇİM DEĞİŞTİRİYOR
Hem evet, hem hayır. Öncelikle şunu belirteyim ki, Bauhaus’un Nazilerce yok edilmiş bir sanat akımı olduğu düşüncesi artık sanat tarihinde bir klişe olarak yerleşmiştir. Okulun yöneticisi olan Mies van der Rohe Chicago’ya, Gropius Boston’a, Albers çifti Kuzey Carolina’ya, Kandinsky de Paris’e gider. Okul dağılır.
Oysa Josef ve Anni Albers Vakfı’nın yöneticisi Nicholas Fox Weber yaptığı araştırmalarda Bauhaus’un Almanya’yı terk etmediğini, tam tersine Üçüncü Reich’ın kalbinde yaşamaya devam ettiğini söylüyor. Üstelik bu münferit örneklerle sınırlı değil. Alfred Rosenberg, Van Der Rohe’yi çağırarak sanatçıların Nazi ideolojisini desteklemesini ve propaganda için çalışmalarını istemiş ancak sanatçıların büyük çoğunluğu böyle bir onursuzluğa yanaşmayıp, çareyi kaçmakta bulmuştur. Geride kalanlar ise biat etmeyi seçmiştir.
ERLİCH, ERTL VE DİĞERLERİ…
Örneğin, Naziler tarafından komünist olduğu gerekçesiyle tutuklanan ve Buchenwald’e gönderilen Franz Erlich eski bir Bauhaus okulu öğrencisidir. Kampta hayatını kurtaran tasarımdaki yeteneğidir. Böylece Erlich, Nazilerce kendisine verilen projeleri tek tek tamamlar. Önce kampın kapılarını, sonra kamp komutanının evini tasarlar. Bununla kalmayıp, askerlerin eğlenmesi için bir hayvanat bahçesi bile inşa eder. Elbette geçmişi yargılarken dönemin koşullarına bakmak gerekiyor. Ben bu örnekte bir biattan ziyade, hayatta kalma çabası görüyorum. İdeolojik olarak Erlich’in Nazizmi benimsemediği biliniyor ama kampta hayatta kalmak için bu yolu seçmek mecburiyetinde kalmış olduğu gün gibi aşikar. Bu yüzden onun Bauhaus akımını Nazi rejiminde bile yaşatmak gibi bir amacı olduğundan şüpheliyim. Hele ki Buchenwald gibi bir can pazarında tasarım ve sanat gibi endişeleri olduğunu da sanmıyorum.
Öte yandan Bauhaus okulundan mezun Fritz Ertl Nazi rejimiyle barışık bir sanatçı olmuştur. Ertl, Auschwitz’e kampın genişletilmesi projesi için mimar olarak gitmiştir. Yüzbinlerce insanın öldürüldüğü gaz odalarının tasarımını da yine Ertl yapmıştır. Birçok iyi niyetli sanat tarihçisi bu odaların duş olarak tasarlandığını ve Ertl’ın burada insanların öldürüldüğünü bilmediğini iddia etmektedir. Bilemeyiz ama bir sanatçının Auschwitz gibi bir ölüm kampını bir tarafa bırakalım, herhangi bir çalışma kampını tasarlaması bile tüylerimi diken diken ediyor.
Bauhaus’un alametifarikası diyebileceğimiz, ikonik tipografisinin de mucidi olan grafik tasarımcı Herbert Bayer ise bu örneklerin içinde belki de Nazi rejimiyle en açık şekilde çalışmış olan isim. Bayer’in Führer’le yaşamın güzelliklerinden ve Nazi rejiminin ideallerinden bahseden broşürleri ve posterleri tasarladığı biliniyor. 1930’ların sonunda ABD’ye taşındığında bu geçmişi saklamak için çok çaba sarf etmiş ama gerçekler su yüzüne çıkmıştır.
PEKİ YA BAUHAUS’UN KADINLARI?
Günümüzdeki bazı tek tük örnekler dışında sanat tarihiyle ilgili en klasik eserlerde dahi kadın sanatçılar yok sayılmıştır. Hepimiz erkek ressamları, heykeltıraşları biliriz ama kadın sanatçıları sadece konuyla ilgilenenler biliyor maalesef. Bunun özellikle kadın hareketinin güçlenmesiyle doğru orantılı şekilde değiştiğini görüyoruz ama henüz yeterli değil.
Bauhaus yılı olarak ilan edilen 2019’da başta Berlin ve Erfurt’ta akımın kadın sanatçılarıyla ilgili iki sergi düzenlendi. Öne çıkan erkek sanatçıların aksine isimlerini pek duymadığımız bu kadınların tasarımları, resimleri ve çalışmaları takdim edildi. Tabii bunun salgın dönemine rastlaması talihsiz bir durum zira daha çok kişiye ulaşabilecekken katılımın sınırlı kaldığını söylemek yanlış olmaz. Yine de bundan sonra kadın sanatçıların çok daha fazla tanıtılmasını umuyorum. Nitekim bu bağlamda, Erfurt Üniversitesi ve Weimar Klassik Stiftung enstitüsünün yeni bir projesi var ve 2022’ye kadar sürecek. Bu proje kapsamında yapılacak incelemelerde Bauhaus kadınlarına dair çok daha fazla şey öğrenebileceğiz.
Bu projenin ürünleri henüz ortaya konmadı ama şimdilik konuyla ilgili okumak isteyenlere Buffalo Sanat ve Bilimler Okulu’ndan Prof. Elizabeth Otto ve Erfurt Üniversitesi’nden Prof. Patrick Rössler’in beraber yazdığı Bauhaus Women: A Global Perspective kitabını öneriyorum.
HOLOKOST’UN KURBANLARI
Bauhaus’un kadınlarına değinme sebebim sadece kadın sanatçıların yok sayılması meselesinden bahsetmek istemem değil, aynı zamanda bu sanatçıların bir kısmının Holokost’ta katledilmiş olmaları. Demin bahsettiğim gibi, dikenli telin öteki tarafında bazı Bauhausçular duş tasarlarken, bir kısmı da gaz odalarında can vermiştir. Bunların arasında dokuma alanında çok güzel tasarımları olan Otti Berger var. Auschwitz’de katledilmiştir. Kamptaki çocuklara cam üzerine çizim yapmayı öğreten Friedl Dicker de 1942’de gönderildiği Auschwitz’de iki sene sonra öldürülmüştür. Dicker’in kampta ders verdiği çocukların yaptığı binlerce çizim geride kalmıştır.
Henüz birçok Bauhausçu kadın sanatçının biyografisi detaylı olarak bilinmediğinden şimdilik çok iyi bilinenleri paylaşabiliyorum. Neyse ki Erfurt Üniversitesi’nin demin bahsettiğim yeni projesi bu konuya odaklanıyor ve kadın sanatçıların hayat öykülerine ulaşma fırsatımız olacak.
BAUHAUS İSRAİL’DE
Buraya kadar çok acı şeylerden bahsettim. Ama bitirirken her şeye rağmen sanatın yaşadığını ve evrildiğini gösteren bir örnek vermek istiyorum. Bauhaus’ta yetişmiş Yahudi asıllı birçok sanatçı ABD’ye göç etmeyi başarırken, bazıları da İsrail’e göç ettiler.
Bugün Tel Aviv’de “Beyaz Şehir” olarak bilinen semt tamamen Bauhaus’un modernist etkisiyle tasarlanmış binalarıyla öne çıkmaktadır. Arieh Sharon, Shmuel Mistechkin, Shlomo Bernstein ve birçok Bauhaus mezunu mimarın imzasını taşıyan 4 bin binadan oluşan bu semt 1932-48 yılları arasında inşa edildi. Adeta bir açık hava müzesini andıran Beyaz Şehir, 2003 yılında UNESCO tarafından Dünya kültürel mirası listesine seçilmiştir. Alman hükümeti 2015’te buranın restorasyonu için 2.8 milyon euro destek verdi. Soykırımdan sonra vicdan rahatlatma çabası diyebilirsiniz ama değil, daha çok Alman sanatına katkı gibi düşünebiliriz.
Sanata ve mimariye ilginiz varsa, salgın bittiğinde mutlaka görmeniz gereken bir yer olarak önerebilirim. Son söz, otoriter rejimler dünya tarihinde yok olmaya mahkum ama sanat insanlar yaşadıkça var olmaya devam ediyor. Naziler tarihin çöplüğüne atıldı ama Bauhaus hala yaşıyor.