Türkiye’nin AB ile netameli ve fırtınalı ilişkisi, özellikle son yıllarda AKP iktidarının doğuya yaklaşımı ve Rusya-Ukrayna savaşı doğrultusunda nereye gidiyor? Türkiye ve AB ile ilişkilerinin tarihsel seyri ve geleceğini Doç. Dr. Çiğdem Nas yazdı.  “Türkiye dev adımlarla Avrupa’dan uzaklaşıyor”. Bu ifade Avrupa Komisyonu eski Başkanı Jean Claude Juncker’e ait. Juncker bunu söylerken AB değil Avrupa ifadesini kullanarak, Avrupa’yı bir değerler bütünü olarak gördüğünü ve Türkiye’nin bu bütünün dışına çıkmakta olduğunu ifade ediyordu. Türkiye’nin sadece AB değil, genelde Batı ile olan ilişkileri bir süredir oldukça sorunlu seyrediyor. Batı kavramı tarihsel, yapısal ve kültürel özellikleri içinde barındıran ve başta ABD olmak üzere Avrupa’yı ve Kanada gibi gelişmiş ülkeleri ifade eden bir kavram. Kültürel özellikleri içeren, ancak bunun ötesinde siyasi ve ekonomik bir sistemi de ifade eden bir nosyona karşılık geliyor. Tarihsel ve yapısal açıdan bakıldığında ise, Dünyanın hâkim güçleri ve onların küresel düzlemde yaygınlaştırdığı bir norm ve kurallar bütünü ile ilişkilendiriliyor. Türkiye’de sol ve ulusalcı kesimlerde Batı genellikle emperyalizm ile bağdaştırılırken, muhafazakâr ve İslami çevreler ise medeniyet karşıtlığına dayanan bir perspektiften yaklaşıyor. BATI KARŞITLIĞI Özellikle İslam ile ilişkilendirilen terör örgütlerinin ortaya çıkışı ve 11 Eylül saldırısı ve daha sonra Avrupa’da gerçekleştirdikleri terör eylemleri sonrasında yükselen İslam karşıtlığının Türkiye gibi ülkelerde Batı karşıtlığını da tetiklediğini görüyoruz. Bunda ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerinin de büyük payı olduğu ve ABD’nin hegemonik konumunu sert güç unsurları ile dayatmasının doğurduğu tepkilerin de büyük etkisi olduğu görülüyor. İktidar çevreleri zaman zaman Batı karşıtlığını, iç kamuoyunu şekillendirme ve duygusal tepkiler oluşturma aracı olarak kullanırken, bölgesel çatışmalar ve sorunlara ilişkin olarak ABD, AB ve bazı Avrupa ülkeleri ile oluşan karşıtlıklar da zaman zaman daha geniş bir Batı karşıtı ideolojik çerçeve içine oturtuluyor. 2003 ABD’nin Irak işgali öncesinde yaşanan tezkere krizi ve daha sonra çuval olayı gibi vakalar özellikle ABD ile ilişkilerde derin hasar bırakırken, sonraki dönemde de ilişkileri düzeltmek mümkün olmadı. S-400 alımı, darbe girişimi ve rahip Brunson olayı gibi gelişmeler ilişkilerdeki bu olumsuz gidişatın sonraki aşamalarını oluşturdu. Türkiye bir dönem Ortadoğu’daki dönüşüm için bir model ülke ve Medeniyetler İttifakı oluşumunun önde gelen aktörü iken, Türkiye’de demokrasi, hukuk ve hak ve özgürlükler alanındaki gerileme ve dış politikadaki gidişat Batı ile ilişkilerde temel sorunları oluşturdu. TÜRKİYE’NİN AB SÜRECİ AB açısından baktığımızda, 1999 Helsinki zirvesi, adaylık süreci, 2004 müzakerelerin açılması kararı ve müzakere sürecinin başlaması ile kaydedilen ivme ne yazık ki devam ettirilemedi. Müzakerelerde Kıbrıs engeli Türkiye’de siyasi çevreler ve kamuoyunda bir hayal kırıklığı ve haksızlığa uğrama duygusu yarattı. AB’nin iki yüzlülüğü, samimiyetsizliği ve çifte standardı olarak algılandı ve eleştirildi. Özellikle 2013 sonrasında sürecin giderek donma noktasına gelmesi ile birlikte AB ülkeleri ile yaşanan gerilimler ve söz düelloları AB üyelik hedefini de gündemden düşürdü ve hâlâ kamuoyunun desteği olmasına rağmen, gerçekleşmesi imkânsız bir ideal olarak kabullenilmesine yol açtı. Türkiye için itici bir güç ve bir 21. Yüzyıl hikayesi olan AB üyelik süreci rafa kalkarken, diğer alanlardaki gerileme ve zayıflama ile birlikte model ülke Türkiye kavramı da geride bırakıldı. BATI’NIN TÜRKİYE’YE YAKLAŞIMI Bu koşullar altında, Batının Türkiye’ye olan yaklaşımı da kayda değer bir dönüşüm geçirdi. Türkiye ile ilgili analizlerde ülkeden çok liderin öne çıktığını ve her ne kadar Batılı çevreler toplumu ve iktidarı ayrı ele aldıklarını söyleseler de aslında ülkenin büyük ölçüde Cumhurbaşkanı Erdoğan imgesi ile özdeşleştirildiğini görüyoruz. Bunda 2002’den beri devam eden uzun bir iktidar sürecinin ve bu süreç içinde gerçekleştirilen bürokratik ve askeri sistemdeki değişim ve Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş gibi önemli değişimlerin etkisi bulunuyor.
AB açısından Türkiye Çin ve Rusya gibi Avrupa dışı güçlerle birlikte anılmaya başladı. 16 Mart 2016 mülteci uzlaşısı gibi Türkiye’ye acil ihtiyaç duyulduğu konularda Türkiye ve iktidar ile çalışmaktan imtina etmeyen AB, ilişkilerin bunun ötesinde ilerlemesini ise durdurdu.
Ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söyleminde Batı karşıtlığını da önemli bir kutuplaştırıcı unsur olarak sıklıkla kullandığını görüyoruz. 2000’li yıllarda heyecan uyandıran, çoğunluğu Müslüman olan ve aynı zamanda demokratikleşmeyi başaran, AB adaylığında ilerleyen bir ülke olarak tüm dünya ve özellikle Ortadoğu ve İslam ülkeleri için bir başarı hikayesi olarak kabul edilen Türkiye imajı çoktan geride kaldı. Bunun yerine öngörülemeyen, otoriterleşen, laik ülke kimliğine rağmen dinin kamusal alanda etkisini giderek artırdığı, dış politikada din ve kültür unsurlarını daha fazla kullanan, Batı karşıtı söylemleri içerde kamuoyunu konsolide etme ve dışarda da dış politikanın bir ana teması hâline getiren bir ülke imajı yerleşti. ABD açısından Türkiye’nin Rusya gibi ülkelerle yakınlaşması, bölgesel aktörlük unsurlarını öne çıkarması ve ABD’nin dış politika önceliklerine karşı çıkması Türkiye’nin güvenlik tehdidi olarak algılanmasına yol açarken, Türkiye’nin NATO’da yeri var mı tartışmaları dahi yapıldı. AB’NİN TÜRKİYE’YE BAKIŞI AB açısından ise, Türkiye Çin ve Rusya gibi Avrupa dışı güçlerle birlikte anılmaya başladı. 16 Mart 2016 mülteci uzlaşısı gibi Türkiye’ye acil ihtiyaç duyulduğu konularda Türkiye ve iktidar ile çalışmaktan imtina etmeyen AB, ilişkilerin bunun ötesinde ilerlemesini ise durdurdu. Türkiye’nin AB katılım müzakerelerinde son olarak 2016 yılında bir fasıl açılabilmiş daha sonra alınan kararlarda AB yeni fasılların açılmasının düşünülmediğini ve Gümrük birliğinin güncellenme sürecinin başlatılmasının da öngörülmediğini belirtmişti.
Türkiye’ye bakışta ülkedeki iktidarın Kopenhag kriterlerinden uzaklaşması, İslami siyaset uygulaması, Avrupa’da etki alanı oluşturma çabaları ve Batı karşıtlığını körüklemesi gibi unsurların yanı sıra, AB’nin kendi deneyimleri de etkili oldu.
Kıbrıs açıklarındaki ve Ege’deki sondaj faaliyetlerinin karasuları ve münhasır ekonomik alan konusundaki uyuşmazlığın tetiklediği gerilim AB’nin Güney Kıbrıs ve Yunanistan tezlerine destek vermesine yol açarken, Türkiye uluslararası hukuka uyma ve AB üyelerinin egemenliklerini tehdit etmeme yönünde uyarılar almış ve kısıtlı da olsa yaptırımlara tabi olmuştu. İlişkilerin daha da gerginleşmesini önlemeye yönelik olarak ortaya atılan Pozitif Gündem ise beklenen etkiyi yaratamadı. AB yetkililerinin açıklamalarında Türkiye’den önemli bir bölgesel aktör ve komşu ülke olarak söz edilirken, daha önceleri ortaya atılan imtiyazlı ortaklık ya da stratejik ortaklık kavramlarının dahi artık telaffuz edilmediğini görüyoruz. Türkiye artık güven duyulmayan, dış politikadaki hamlelerine bölgesel güvenliği tehdit edici olarak yaklaşılan ve demokrasiden uzaklaşarak AB’nin kendi içinde de sorun yaşadığı rekabetçi otoriter rejimlerle birlikte anılan bir ülke olarak görülüyor. UKRAYNA SAVAŞI SONRASINDAKİ DURUM Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı Avrupa güvenliğini tehlikeye sokarken, NATO’nun önemini de bir kez daha gündeme getirdi. Almanya gibi pasifist bir dış politika izleyen bir Avrupa gücü savunma harcamalarını önemli ölçüde artırma ve Ukrayna’ya askeri yardım yapmaya karar verirken, bugüne kadar tarafsız konumunu devam ettiren İsveç ve Finlandiya NATO üyeliğine başvurdular. Bu koşullar altında Türkiye’nin bir NATO üyesi ve Ukrayna ve Rusya arasında arabuluculuk çabalarında bulunma konumunda olan bir ülke olarak önemi artsa da bu önem AB ile ilişkilere yansımadı. Gerek Türkiye’nin Rusya’ya yönelik yaptırımlara katılmaması, gerekse özellikle İsveç’in NATO üyeliğine karşı çıkması ise bu yeni dönemde Türkiye ve Batı arasında bir yakınlaşmanın önündeki en önemli engeller olarak ortaya çıktı. Türkiye’de yaklaşan seçimlerin ülkenin geleceğini belirleyecek kader seçimleri olması ve yaşanan ekonomik ve siyasi sorunların yanı sıra iktidarın Rusya gibi Batı karşıtı bir gücün desteğini alması Batı ile ilişkilerde bir iyileşmenin seçim sonrası kompozisyona bağlı olması anlamına geliyordu. Türkiye’ye bakışta ülkedeki iktidarın Kopenhag kriterlerinden uzaklaşması, İslami siyaset uygulaması, Avrupa’da etki alanı oluşturma çabaları ve Batı karşıtlığını körüklemesi gibi unsurların yanı sıra, AB’nin kendi deneyimleri de etkili oldu. Daha önce de üyelik olasılığı oldukça tartışmalı olan Türkiye’nin AB üyeliği artık neredeyse imkânsız olarak görülmeye başlandı. Bunda AB’nin 2004’te üye olarak aldığı ülkelerden Polonya ve Macaristan’ın ortak değerlere aykırı bir biçimde yürütmeyi otoriterleştiren, yargının bağımsızlığını tehdit eden, LGBTQ hakları gibi alanlarda oldukça reaksiyoner bir yaklaşım benimseyen yönetimlerin eline geçmesi oldu. AB üyeliği yönünde liberal değerlere uyum sağladığı ve artık bu yönden geriye dönüşün olmayacağı varsayılan bu ülkelerdeki demokratik geriye gidiş “Türkiye de üye olsaydı ve bir AB üyesi olarak ortak değerlerden uzaklaşma yaşansaydı ne yapardık?” sorusuna yol açtı. Yani AB üyelik sürecinin dönüştürücü gücü artık AB’nin dahi etkisinden emin olamadığı bir etken hâline gelmişti. Dünyadaki demokratik gerileme AB’yi olumsuz etkilerken, üyelerin demokrasi ve hukuk karnelerinin de izlenmesi gereğini ortaya çıkardı. AB genişlemeye yönelik olarak son derece temkinli bir yaklaşıma evrilmiş oldu. Türkiye ile de çıkara dayalı, komşular arasındaki işbirliği ile sınırlı, ekonomik ve ticari ilişkiler ve al vere dayalı bir ilişki biçimi benimsendi. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması sonrasında Ukrayna lideri Zelenski beklenmedik bir adım atarak ülkenin geleceğini garanti altına almak güdüsüyle AB’ye üyelik başvurusunda bulundu. Ukrayna’nın başvurusunu yine Rusya tehdidini hisseden Moldovya ve Gürcistan’ın başvuruları istedi. Bu başvurular durma noktasına gelmiş olan AB genişleme sürecini yeniden canlandırdı. AB bu ülkelerin üyelik süreçlerinin oldukça zorlu olacağını ve üyelik kriterlerini yerine getirene kadar uzunca bir sürenin geçeceğini bilmesine rağmen Avrupa perspektiflerine destek vermek ve Rusya karşısında yalnız bırakmamak güdüsüyle Ukrayna ve Moldova için adaylık ve Gürcistan için Avrupa perspektifi sürecini başlattı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un önerisiyle toplanan Avrupa Siyasi Topluluğu’na Türkiye de davet edildi. Ancak bu AB ile Türkiye arasındaki temel sorunların çözülmesi ve bir yakınlaşmanın sağlanmasına imkân vermedi.
Türkiye’nin yönü ve rejimin niteliği konusundaki endişeler, Rusya ve Çin gibi aktörlerle yakınlaşma, dış politikadaki ayrışmalar ve demokrasideki geriye gidiş daha kapsamlı, derin ve kurumsal bir sürecin başlatılmasını engelledi.
Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen 2022 yılındaki “Birliğin Durumu” konuşmasında Ukrayna, Moldovya ve Gürcistan gibi yeni aday olan veya Avrupa perspektifi verilen ülkelere kucak açarken bu süreçte Türkiye’den söz etmemeyi tercih etti. Türkiye AB’nin yanı başında olmasına rağmen sanki haritada bir kör nokta gibi Avrupa’nın kolektif miyopisinin öznesi hâline geldi: Gerekmedikçe söz edilmeyen, demokratikleşme sürecinin geleceği konusu artık tartışılmayan, tek lidere bırakılan bir ülke. Bu minvalde stratejik özerkliğe ulaşmayı hedefleyen, Covid 19 döneminde acı bir şekilde deneyimlenen Çin’e olan aşırı bağımlılıktan kurtulmak ve tedarik zincirlerini çeşitlendirmek isteyen ve son olarak enerji krizinde de Türkiye’nin coğrafi konumunu önemseyen AB için Türkiye en önde gelen ortak ve işbirliği aktörü olabilecekken, bu süreç tam anlamıyla hız kazanamadı. Türkiye’ye yönelik güven eksikliği ve hukuk, şeffaflık, demokrasi alt yapısındaki ve benzeri sorunlar nedeniyle uygun konjonktüre rağmen yakınlaşma sağlanamadı. Örneğin iş dünyasının önemli desteğine rağmen gümrük birliğinin güncellenmesi sürecinin başlatılması hâlâ mümkün olamadı. Türkiye’nin yönü ve rejimin niteliği konusundaki endişeler, Rusya ve Çin gibi aktörlerle yakınlaşma, dış politikadaki ayrışmalar ve demokrasideki geriye gidiş daha kapsamlı, derin ve kurumsal bir sürecin başlatılmasını engelledi. Türkiye’nin genelde Batı ve özelde AB ile ilişkilerindeki gerileme ve yıpranmanın onarılabilmesi için demokratik reformların yeniden başlatılması, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, hukuk güvenliğinin sağlanması ve Avrupa’daki partnerler ile güveni tekrar tesis etmeye yönelik adımların atılması gerekiyor.
Editör: TE Bilisim