Manşet

Başka bir ordu mümkün mü?

Abone Ol
Programında TSK konusunda “demokratik denetim ve gözetim“ kavramını kullanan tek parti DEVA. “Hukuka bağlı bir TSK” ibaresini kullanan parti ise Gelecek Partisi. CHP’nin programı ise nasıl bir yol ve zihin haritasına sahip olduğunu anlamamızı sağlayacak açıklamalardan yoksun... İktidara geldiği günden bu yana AKP’nin en çok gerilim yaşadığı, üzerine en çok mesai sarf ettiği ve son beş yılda da hem kendi tarihinin hem de Cumhuriyet döneminin en kökten değişikliklerinden birine imza attığı, bununla birlikte kamuoyunun gereğince ilgi göstermediği, akademinin ise yeterli bir derinliğe inerek tartışmakta genellikle başarısız olduğu alanlardan birini  ordu/asker konusu oluşturuyor. Bu son beş yılda, örneğin, tarihsel bir sembol olan Kuleli, geçmişi ondan da eskiye giden Heybeliada Deniz Lisesi de dâhil olmak üzere askeri liseler kapatıldı. Harp Okulları’nın, kendisine subay yetiştirdiği kara, deniz ve hava kuvvetleri komutanlıklarıyla hiyerarşik bağlantısı kopartıldı ve sivil bir profesörün korgeneral yetkileriyle donanmış olarak rektörlüğünü yaptığı Milli Savunma Üniversitesine bağlandı. Ordunun kurmay subaylarını ve general/amirallerini, yani muharebe planlayıcılarını yetiştiren Harp akademilerine bağlı kuvvet harp akademileri, başlarına sivil müdürler verilerek enstitülere dönüştürüldü. Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı tümüyle İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. Genelkurmay Başkanlığı’nın yetkileri epeyce tırpanlandı ve bu yetkilerin çoğu MSB’ye devredildi. Kuvvet komutanlıklarının subay ve astsubayları tayin etme yetkisi ellerinden alınarak bu yetki Milli Savunma Bakanlığı’na (onun içinde de başında bir sivilin bulunduğu personel genel müdürlüğüne) verildi. GATA kapatıldı, askeri doktorluk kaldırıldı. Bedelli askerlik daimi ve cazip hale getirildi, ordunun er kaynağı ağırlıklı olarak paralı askerlere dönüştürüldü. Cumhurbaşkanına, istediği herhangi bir subay veya generali ordudan çıkartma yetkisi verildi. Ordu elindeki silah ve teçhizatın bakan onayı ile Emniyet Genel Müdürlüğü ve MİT Başkanlığı’na transfer edilebilmesine olanak sağlandı. Bu uzun listeyi daha da uzatmak mümkün. Temel amacı orduyu cumhurbaşkanına mutlak bağlı biçimde siyasetin içine almak olan bu fiilî düzenlemelere bazı sembolik uygulamalar da eşlik etti. Söz gelimi, geçtiğimiz 30 Ağustos Zafer Bayramı kabul töreni protokol sıralamasında Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Genelkurmay Başkanı’nın önüne alındı. Aynı gün yapılan Kara Harp Okulu mezuniyet töreninde ilk defa başörtülü bir kadın teğmen mezun oldu ve diplomasını Genelkurmay Başkanı’nın elinden aldı. Bu törenlerdeki teatralliğin yeni bir parçası olarak Erbaş teğmenlere dua ettirdi. Bu listeyi de uzatmak mümkün. Bu törenlerin hemen öncesinde ise şimdi ayrıntısına girmeyeceğim bambaşka bir gelişme olmuş; Çetin Doğan’ın da aralarında bulunduğu bazı emekli generaller cezaevine konmuştu. Ondan birkaç ay önce de 104 amiral bildirisi hadisesi yaşanmış, bildiri sahibi emekli askerler hakkında soruşturma başlatılmış, bu kişilerin orduevlerine girişi yasaklanmış, bir kısmı lojmanından kovulmuştu. Yine ondan birkaç ay önce ise, emeklilik yaşları bile gelmemiş 600’ü aşkın albay 2020 YAŞ kararı ile kadrosuzluktan emekli edilmişti. Bu listenin uzatılması da mümkün. Bu gelişmeler gösteriyor ki ordu, en aşağıda genç Harp Okulu öğrencilerinin kültürlenme ve toplumsallaşma ortamlarından itibaren başlatılan, en yukarıda ise emekli paşalar düzeyinde bile sürdürülen bir markaj stratejisiyle sıkıştırılmış bulunuyor. Bu tablonun sonuçlarından biri, hem çeşitli grupların açık/örtük nüfuz mücadelesinin gerçekleştiği bir arena, hem de Türkiye siyasetine etkide bulunma gücüne sahip kurumsal bir aktör olan ordunun bu ikinci rolünü yitirmesi oldu. İlkine ilişkin rekabet ise, AKP’nin etki üstünlüğü altında devam ediyor. Kuşkusuz, ordu gibi devasa bir sosyo-teknik örgütlenmenin birkaç yıla yayılmış düzenlemelerle tümden ve kolaylıkla dönüştürülmesi beklenemez. Ancak unutmamak gerekir ki AKP’nin özellikle personel alım politikaları üzerinden attığı adımlar daha uzun erimli ve etkisi başka ve daha ciddi alanlara da sirayet edebilecek sonuçlar üretebilme potansiyeli taşıyor. Bu kapsamda, örneğin, mevcut subayların yarıdan fazlasının son beş yılda çeşitli kaynaklardan temin edilen ve Harp Okulu mezunu olmayan kişiler olduğunu, yaklaşık 10-15 yıl içinde bunların albay ve general seviyesine ulaşacağını akılda tutmak gerekir. AKP iktidarının bu radikal politikalarını uygulamaya koymasındaki ısrarın, kolaylığın ve en azından kendi seçmen tabanından gelen desteğin arkasında, başka şeylerin yanı sıra, ordunun Cumhuriyet dönemi boyunca biriktirdiği olumsuz tecrübelerin etkisi/katkısı olduğunu düşünüyorum. Zira ordu Cumhuriyet tarihi boyunca, tabii ondan da öncesine, Türk modernleşmesinin köklerine uzanacak biçimde, siyasal ve toplumsal tartışmaların merkezinde yer alageldi. Ülke yönetimine ya doğrudan el koyarak veya bunu yap(a)madığı durumlarda etkisini dolaylı yollarla hissettirerek, bir savunma ve güvenlik örgütlenmesi olmanın yanı sıra ülkedeki siyasal yaşamın asli unsurlarından biri olmayı tercih etti. Bu eylemlerini gerçekleştirirken ordu, kendisini Atatürkçülük/Kemalizm etrafında öbekleşen ilke ve değerlerin taşıyıcısı ve “yılmaz savunucusu” olarak gördü ve sundu. Askerler toplumun genel yararı ile özdeşleştirdikleri bu ideolojiyi savunmakla kalmadı, bu özdeşliği temsil rolünü de üstlendi. Ümit Cizre’nin yerinde tespitiyle, Kemalizm ideolojisinin de pozitivist-ilerici ideallerini gelecek kuşaklara taşımada ordudan medet umduğunu buraya eklemek gerekir. Neticede, ordunun siyasete müdahalesini belirleyen parametrelerden biri, aldıkları eğitimin ve tevarüs ettikleri kurum kültürünün de etkisiyle, demokratik/Batılı siyasal ve toplumsal değerleri söylem düzeyinde değerli bulan bir Kemalizm ile bu değerleri zedeleyen bürokratik-muhafazakâr taassubun bir aradalığının yarattığı gel-gitler oldu. Bu gel-gitler içinde, siyaset-karşıtı olarak tanımlanabilecek bir tavrı kolayca benimseyen asker kuşaklar, bu kolaycılığın ortaya çıkardığı vasilik anlayışı ile gri alanlara yer vermeyen keskin köşeli bir tavrı sahiplendiler. Hayatın ve onun gerçekliğinin renklerinin ancak özgürlükle ve özgür tartışmayla kendisini açabileceğini gözden kaçırdılar. 27 Mayıs’ın MBK üyesi albay Orhan Erkanlı hayatın gri alanlarına izin vermeyen söz konusu asker tavrının çok iyi bir özeleştirisini yapar: “Her türlü kanaate, inanışa taarruz ediyorduk. Solcusunu da sağcısını da atıyorduk. Doğum yeri şarkta olanı Kürtçü diye, namaza gidenleri gerici diye, kitapsızları kitapsız diye, talebeye ciddi davrananı sert diye, kızlarla fazla ilgileneni ahlaksız diye damgalıyorduk. Solcu, sağcı, mason, Kürtçü, tüccar, cahil, politikacı.. gibi sıfatları bol bol kullanıyorduk. Bu barajları aşabilenler içerde kalıyordu.“[1] Son dönemdeki post-post-Kemalizm tartışmaları içinde ne kadar gözden ırak tutulmaya çalışılırsa çalışılsın, söz konusu ideoloji askeri müdahalelerin arkasındaki otoriter tutumun saik ve meşruiyet kaynaklarından biri olarak belirdi ve bu ideolojiden bir uzaklaşma anlamına gelebilecek her türlü siyasal ve toplumsal gelişme ve bu gelişmelerin failleri bir beka tehdidi olarak algılanarak çeşitli biçim ve yollarla “etkisiz hale getirilmeye” çalışıldı. Bu çerçevede, örneğin, 27 Mayıs ertesinde MBK’nın hazırlattığı “doğu raporu”nda geçen “kendini Kürt zanneden vatandaşlar” ibaresi de, askerlerin oluşturduğu MBK tarafından kürsülerinden kovulan 147’likler arasında yer alan Sabahattin Eyüboğlu, Yavuz Abadan, Tarık Zafer Tunaya, Mîna Urgan ve Haldun Taner gibi isimler de, 28 Şubat döneminde Ülker markalı olduğu için askerî kantinlerin dolaplarından alelacele boşaltılan çikolata ve bisküviler de, cumhurbaşkanı Gül’ün başörtülü eşinin elini sıkmamak için havaalanındaki protokol sırasından ayrılan Ankara garnizon komutanı korgeneral, yahut başörtülerinin varsa iğnelerini bırakmaları için asker yakını kadınlar için askeri hastanelerin nizamiyelerine konmuş minik porselen tabaklar da hep bu ak-kara, dost-düşman anlayışının sonuçları idiler. Öte yandan, ordunun siyaseti yukarıdan gözetleyen ve gerektiğinde aşağıya inerek müdahale eden bu konumlanmasına toplumun bütününün haklarını savunarak karşı çıktığını söylememiz güç. Keza, Türkiye’de geniş sol bulvarın anti-kapitalist, anti-faşist ve anti-emperyalist tavrına çoğunlukla bir anti-militarizmin eşlik ettiğini ve buradan yeterli düzeyde bir ordu eleştirisinin yükseldiğini söylememiz de. Bu bakımdan, iktidarın 2021 30 Ağustos’unda teğmenlerin mezuniyet töreninde Diyanet İşleri Başkanı’na dini kıyafeti içinde yaptırdığı dua ritüeli ile taçlanan “orduyu fetih” hırsı ile yukarıda sıraladığım bir dizi olay arasında doğrudan ve “kontr-” bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Birincisi ikincisinin nedeni değilse bile “yordayıcısı” olmuştur. BAŞKA BİR ORDU MÜMKÜN MÜ? Bütün bu tarihsel encama karşın ve hatta belki tam da bu encam dolayısıyla, Türkiye’nin önünde elbette ve hâlâ başka bir ordunun mümkünlüğü ve dahası zorunluluğu bulunuyor. Bu mümkünatın kapılarının nasıl aralanabileceği başka bir yazının konusu olabilir. Ama şimdilik, İspanya’nın 1982-1991 arasında Savunma Bakanı olan ve İspanya ordusundaki muazzam demokratik dönüşümün mimarı Narcis Serra’nın demokratikleşmeyi amaç edinen sivil iktidarlara öğüdünü aktarabiliriz: “Ordu politikası, askeriyeyi demokratik siyaset ve devlet yapısı içine bir mıknatıs gibi çekme kapasitesine sahip olmalı ve okulda, karargahta, eğlendiği, gezdiği, soluk aldığı her askeri mekanda teyit edilen değerleri, gelenekleri ve normları içeriden ‘yeterli’ biçimde değiştirmesini sağlamalıdır.” Peki, Türkiye’de iktidar olmaya aday mevcut muhalefet partilerinin, sivil-asker ilişkilerinin demokratikleştirilmesine yönelik böylesi bir tahayyülü bulunuyor mu? En azından bir tutamak olarak parti programlarına bu gözle baktığımızda karşılaşacağımız manzara özellikle CHP açısından pek iç açıcı değil. Programında TSK konusunda “demokratik denetim ve gözetim“ kavramını kullanan tek parti Deva Partisi. “Hukuka bağlı bir TSK” ibaresini kullanan parti ise Gelecek Partisi. Şu somut ibareler ise İYİ Parti’ye ait: “Türk Silahlı Kuvvetleri hükümetin değil Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ordusudur. Türk ordusunun silahlı bir parti ordusuna dönüştürülmesine izin verilmeyecektir.” İYİP programında daha da detaya iniyor ve şunları söylüyor: “Genelkurmay Başkanlığı Millî Savunma Bakanlığı’na, Kuvvet Komutanlıkları da Genelkurmay Başkanlığına bağlanacaktır. Başkomutanlık TBMM’nin uhdesinde olacaktır. Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının TBMM’ye bizzat bilgi vermesi, milli savunma komisyon çalışmalarında etkin ve sorumlu bir şekilde katılmasına ilişkin kesin düzenlemeler yapılacaktır. TSK’nın Genelkurmay-Kuvvet-Ordu-Kolordu düzeni hızla yeniden yapılandırılacaktır. Türk ordusunun bünyesinden ayrılan askeri hastaneler ve askeri fabrikalar/tersaneler yeniden Türk Ordusunun bünyesine alınacaktır. GATA merkezli olarak askeri sağlık sistemi yeniden kurulacaktır. Ayrıca, askeri yargı tekrar tesis edilirken, Yargıtay ve Danıştay içinde askeri alanda uzman daireler oluşturulacaktır.” CHP parti programının “Soğuk savaşın sona erişi, dış güvenlik sorunlarının boyutunu azaltmamış, güçlenen aşırı milliyetçilik ve etnik duyarlılık akımlarından kaynaklanan terör eylemleri yeni tehdit unsurlarını oluşturmuştur” gibi zamanca hiç de taze olmayan tespitlerle başlayan orduya dair bölümü yer yer “Kitle imha silahlarının yayılması önlenmeli ve bu silahların fırlatma araçlarının konuşlandırılmaması için özel çaba gösterilmelidir” gibi bir ayrıntı düzeyine inmesine karşın, aynı detaycılığı iktidarın son dönemde giriştiği ordunun yeniden yapılandırılması ve sivil-asker ilişkilerinin dönüştürülmesi gibi acil meseleler konusunda göstermiyor. Dolayısıyla söz konusu program, CHP’nin bu konuda nasıl bir yol ve zihin haritasına sahip olduğunu anlamamızı sağlayacak açıklamalardan yoksun bulunuyor. Programa dercedilmeye gerek görülmeyen yahut bilmediğimiz başka çalışmalar var ise, bunların tartışılarak zenginleştirilmesi adına kamuoyuyla paylaşılması yararlı olacaktır. -- [1] Orhan Erkanlı, Anılar, Sorunlar, Sorumlular, Baha Matbaası, İstanbul, 1972, s.45