Barışçı bir diplomasiye dönüş mümkün mü?

Abone Ol
Siyasetçilerin ‘dünyanın anladığı dil’i konuşması Türkiye’yi dışarı ile barıştıracaktır. Barış, yalnızca huzuru değil, insanca yaşamanın ekonomik alt yapısını da hazırlayacak, içeride ve dışarıda barıştıkça ancak ‘her şey daha güzel olacak’. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu geçen ay Glasgow’da İklim Zirve’sindeydi. Küresel iklim değişikliği ışığında İstanbul’un karşı karşıya kaldığı çevre sorunlarını anlattı İngilizce. İstanbul Belediyesi, İmamoğlu’nun yaptığı bu konuşmayı ‘Batı’nın anladığı dilde konuştu’ diye zekice bir paylaşımla tweetledi. Bu paylaşım, iktidarın diplomasisini mizahi bir şekilde eleştirmekle birlikte, İmamoğlu ve CHP’nin diplomasiye AK Parti’den farklı yaklaştığı iddiasını taşıyordu. Aslında iktidarının ilk yıllarında AKP de bu dili biliyor ve maharetle kullanıyordu, özellikle de Batı ile ilişkilerde. AB’ye üyelik ‘stratejik hedef’ ilan edilmiş, Avrupa başkentlerine bizzat Erdoğan’ın başkanlık yaptığı yoğun diplomatik temaslarla AB konusundaki kararlılık gösterilmeye çalışılıyordu. Hatta o dönem İtalya Başbakanı Berlusconi’yle yapılan kahvaltıda Erdoğan, AB’nin Türkiye için önemini vurgulamak için, AB ile ‘Katolik nikah’ istediklerini söylemede bir sakınca görmedi. AB’den müzakere tarihi alabilmek için, ülkenin demokrasi karnesini iyileştiren pek çok siyasi-hukuki reformlara imza atarak Kopenhag Kriterlerini yerine getirdi. ‘Olağanüstü hal rejiminin’ kaldırılması, insan hakları, ifade hürriyeti, bilgi edinme hakkı gibi demokratikleşme alanında yapılan reformlar iki yıl gibi kısa süre içince meyvelerini verdi ve Türkiye 17 Aralık 2004’de AB’den müzakere tarihi aldı. AK Parti iktidarı 2002-2011 yılları arasında ‘Batı’nın anladığı dili’ yani evrensel/modern diplomasi dilini kullanmada oldukça başarılıydı. Bu başarı, Türkiye’nin hem ekonomik anlamda büyümesine hem de dış politikada sadece AB ülkeleri ile değil, o dönem ihtilaflı olduğu komşu ülkelerle de yapıcı/dostane ilişkilerinin gelişimine zemin hazırladı. Hatta, iktidarın işbirliği odaklı dış politika söylemi yani ‘Batı’nın anladığı dil’, bugün çatışmacı söylem kullanmakta mahir olan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 2010 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Başkanlığı’na seçilmesine olanak verdi. Ayrıca, 2009-2010 yıllarını kapsayan dönem için Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğine 151 ülkenin oyunu alarak seçilmesi ülkenin artık ‘dünya’nın dili’ni anladığını ve konuştuğunu da gösteriyordu. Arap Baharı ardından Gezi eylemleri sonrası iktidarın iç ve dış politik söylemi radikal bir dönüşüme uğradı. İktidarın kullandığı ve kullandıkça da kendine yaradığını düşündüğü çatışmacı dil, sadece içeride kutuplaşmayı arttırmadı, dış dünya ile de bağların zayıflamasına hatta ülkenin yalnızlaşmasına yol açtı. Bu yalnızlaşma sadece Batılı ülkelerle sınırlı değildi, kendini ‘dindar’ kodlayan ve dindarların oylarını alan bir partinin yönettiği Türkiye İslam dünyasında da yalnız kaldı. ‘Değerler’in içi boşaltılarak ülkenin ‘değerli yalnızlığı’ meşrulaştırılmaya ve hatta kutsanmaya çalışıldı. İşbirliğini, rasyoneliteyi, diyaloğu önceleyen evrensel diplomasi dilinden uzaklaşan iktidar ‘Batı’nın anladığı dil’den, ‘seçmenin anladığı dil’e dönüş yaptı. Artık konuştuğu dil tehdit, komplo, düşman, bekaydı. Komşularla sıfır sorunu dile getiren dış politika yapıcıları, içe kapandıkça dış politikayı ve hatta diplomasiyi kendi çatışmacı dillerinin bir aracı haline çevirdiler. İç kamuoyunda popülist politikalarını besleyen bir kaynak olarak Batılı ülkelerle diplomatik her temasta yüksek perdeden ‘onların anladığı dilden konuştuk’ diyerek, muhatabını aşağılayan-yok sayan bir tavırla, diplomasinin özü de kabul edilen ‘usul’den uzaklaştılar. Üstelik, konuştukları dil ‘Batı’nın anladığı dil’ değildi. Çatışma dilinin muhatapları görünürde daha çok Batılı ülkeler olsa da yakın komşularla, Katar hariç tüm Orta Doğu ülkeleriyle ve hatta Ekvator’la bile kavga ettiler. Demokratik ülkelere karşı hoyrat diplomasi dili Rusya’ya ve Çin’e karşı şaşırtıcı bir şekilde dut yemiş bülbüle dönüyordu yalnız. ‘Değerli yalnızlık’ söylemleriyle Türkiye sadece ıssızlaşmadı, aynı zamanda ‘insan hakları’, ‘şeffaflık’, ‘basın özgürlüğü’, ‘kişi başına düşen milli gelir’ gibi her türlü uluslararası değerlendirmede de demokraside sınıfta kalmış ülkelerin yer aldığı üçüncü mevkiye düştü. Dış politikada ‘posta koyan’ söylem, ‘kazan-kazan’dan ‘kaybet-kaybet’e dönüştü. Diplomaside dilimiz zehirlendikçe, istihdam yaratan doğrudan yatırımları, kredileri, turistleri kaybetmeye, dolayısıyla, kişi başına düşen milli gelir azalmaya ve ülke görünür bir şekilde fakirleşmeye başladı. Son günlerde döviz kurlarında yaşanan aşırı oynak durum nasıl ekonomik istikrarsızlığı derinleştirerek ülkeyi topyekûn fakirleştiriyorsa, dış politikadaki savrulmalar da ülkenin fakirleşmesi de dahil, çok boyutlu zararlar vermeye devam ediyor.  Kamuoyu dış politikada en son Birleşik Arap Emirlikleri ile yaşanan bu savrukluğun hem siyasi hem ekonomik maliyetini tartışıyor. 15 Temmuz darbesinin finansörü diye açıkça suçlanan BAE’nin şimdi ekonomiyi kurtaran bir ülke olarak ilan edilmesi son 10 yılda dış politikada yaşanan savrulmanın en iyi özeti. Yönünü kaybeden tutarsız dış politikalar öncelikle ülkeler arasında güven kaybına yol açar. Güven bunalımı aşılamazsa hem ülkenin imajı hem ekonomisi zarar görür.  Zarardan kaçınmanın yolu gerçeklikten kopuk hamaset söylemleri yerine işbirliğini önceleyen dış politikanın ve diplomasinin refah ürettiğinin farkına varmaktır. Diplomaside ‘normal’e dönüş, ‘norm’a, yani hukuka, barışa, diyaloğa, nezakete ve işbirliğine dönüşle olur. İstikrar da refah da ulusal çıkara hizmet de ancak böyle bir dış politika diliyle olası. Bu açıdan çatışmacı ve içe kapanmacı, ülkeyi yalnızlaştıran ve yoksullaştıran bir diplomasi yerine, İmamoğlu gibi diğer siyasetçilerin de dışa açık ve işbirliğini önceleyen, ‘dünyanın anladığı dil’i konuşmaya başlamaları Türkiye’yi yeniden dışarı ile barıştıracaktır. Barış, yalnızca huzuru değil, insanca yaşamanın ekonomik alt yapısını da hazırlayacak, içerde ve dışarda barıştıkça ancak ‘her şey daha güzel olacak’.