İçine düşülen çıkmazın şiddeti ve süresi derinleştikçe zaman algısı yitimine maruz kalan kesimler genişlemektedir. Türkiye’nin içine düşürüldüğü durum ve buna sebebiyet veren süreç zihinlerden uzaklaşmakta ve günlük gelişmeler üzerinden uzun süredir temeli atılan pozisyonlar zayıflatılmaktadır. Fikret Kartal yazdı. Makro ihtiyati politika ve araçlarla düşük faiz oranı üzerinden uzun vadeli tahvil alımına zorlanan bankaların Hazine ve Maliye Bakanı ile yaptıkları basına kapalı toplantıda ‘sistemik risk’ uyarısında bulunduğu haberlerinin yanı sıra, Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Hakan Aran’ın özetle; ‘uygulanan mevcut modeli desteklediklerini, fakat reel sektöre kredi vermek istemelerine karşın buna engel olan tedbirlerin kaldırılmasının gerektiğini’ içeren beyanları gündeme geldi. Bankacılık sektöründe sistemik riskin olup olmadığına dönük değerlendirmemiz öncesinde söz konusu haberlere ilişkin bazı yorumları dile getirmek anlamlı olacaktır. BANKALAR KREDİ VERMEK İSTİYOR MU? İş Bankası Genel Müdürü’nün, hükümetin hedeflerini ve uygulandığı iddia edilen modeli öven, ama kimsenin görmekten kaçınamadığı ve reel sektörün sürekli olarak dile getirdiği gerçeklere oldukça dikkatli ve ürkek sözlerle değinen açıklamaları isabetlidir. Hakan Aran’ın medyaya yansıyan açıklamaları manşet ve başlıklar üzerinden değil de, detaylar üzerinden okunduğunda, uygulandığı iddia edilen modele yönelik açık eleştirilerin bulunduğu görülmektedir. Eleştirilerin hedefi olarak uygulandığı iddia edilen model açıkça gösterilmemiş, hatta görünürde modele övgüler dile getirilmiş, makro ihtiyati tedbirler üzerinden eleştirilere yer verilmiştir. Mevcut siyasi ortamda, bu tür cümle ve kelime bileşkesi ve mantık kurgusuyla düşüncülerin aktarılması anlaşılabilir bir durumdur. Üretim ve yatırımlar Cumhuriyet tarihinin tamamında devlet tarafından desteklenmiş, ihracat ise 1980 sonrasında sürekli teşvik edilmiştir. İhracatı ve üretimi destekleme sözü bir model değil, sıradan bir slogandır. Bir model; kurgusu, araç seti, araç-amaç uyumu, maliyet-getiri hesaplaması ve zaman ufku bileşenleriyle hayat bulan bir sistemdir. Uygulandığı iddia edilen model ise; günlük gelişmelere cevap veren, atılan adımların yan etkilerini dahi öngöremeyen, üretim-yatırım-ihracat ortamını giderek bozan, ekonomiyi politika faizine indirgeyen ve en önemlisi bu yazının son bölümünde yer alan zaman algısı yitimine sebebiyet veren bir politikadır.
Bankalar, uygulandığı iddia edilen modeli ya da reel sektörü desteklemek için değil, kendi aktif kalitesini korumak adına kredileri döndürmeye muhtaçtır. Kredi vererek potansiyel sorunlu kredileri erteleme politikası, içinden geçilmekte olan krizin son aşamasının uzunluğu ve derinliğine bağlı olarak devam ettirilebilecek bir politikadır.
Ancak Hakan Aran’ın belirtilen açıklamalarında yer alan esas örtü; ‘bankaların kredi veremedikleri’ yönündeki şikâyettir. Her sıradan şirket gibi kârlılık ve büyüme amaçları bulunan bankaların mevcut konjonktürde asıl derdi kredi verememek değil; ‘zararına’ kredi vermeye yönlendirilmeleri ve kredi vermemeleri hâlinde şirketlerin faaliyetlerini, mevcut borçlarını ve cari kredi yükümlülüklerini döndürememesinin bankaların sorunlu kredi miktarını keskin şekilde artırabilecek olmasıdır. İçinde bulunulan çıkmazlara ve karşılaşılan tahribata ilaveten yılın son çeyreğinden itibaren dış ve iç ekonomik koşulların getireceği reel ekonomik göstergelerdeki bozulmanın ve sürdürülemez olan mevcut dengesizlik içindeki geçici denge halinin yaratacağı zararlar nedeniyle, kurumsal kredi anlamında, belirli bir finansal güce, sermayeye ve kurumsal geçmişe sahip kredi verilebilir şirketler dışındaki kesime kredi vermek bankalar için cazip değildir. Bankaları tahvil alımına zorlayan maddelere takılmadan kredibilitesi bulunan kesimin kredi ihtiyacını bir ölçüde karşılayabilecek kaynak mevcuttur; ancak herkesin ya da bir yıl öncesinde kredi almaya yeterli görülen tüm kesimlerin girilmekte olan krizin son aşamasında kredilendirilebilir olarak değerlendirilmesi risk yönetimi ve kredi tahsis standartları bakımından gerçekçi değildir. Bankaları zorlayan asıl husus, kredibilitesi zayıflayan ya da zayıflaması beklenen kesimlerin mevcut kredi borçlarını döndürebilme veya kredi yenileme yeteneğidir. Bu tür bir kredi yenilemesinin alınan makro ihtiyati tedbirlerin dayattığı faiz oranından yapılması rasyonel ve kârlı değildir. Kredi verilmemesi hâlinde ise, döndürülemeyecek krediler üzerinden bankaların sorunlu krediler ve karşılıklar üzerinden kâr ve sermaye kaybına uğraması kaçınılmazdır. Bankalar bir kıskaç içine alınmıştır. ‘Destekledikleri model doğrultusunda kredi vermek istedikleri, ancak makro ihtiyati tedbirlerin bunu engellediği’ yönündeki açıklamaların arka planı bu açıdan da ele alınmalıdır. Bankalar, uygulandığı iddia edilen modeli ya da reel sektörü desteklemek için değil, kendi aktif kalitesini korumak adına kredileri döndürmeye muhtaçtır. Kredi vererek potansiyel sorunlu kredileri erteleme politikası, içinden geçilmekte olan krizin son aşamasının uzunluğu ve derinliğine bağlı olarak devam ettirilebilecek bir politikadır. Diğer yandan, reel sektör ise, içine düşürüldüğü durum ve aşağıda işaret edilecek zaman algısındaki yitim nedeniyle, günlük işlerin döndürülmesini sağlayan kısa vadeli kredi ve diğer bazı teşvikler haricinde bir talepte bulunamamaktadır. SİSTEMİK RİSK UYARISI Bankaların Hazine ve Maliye Bakanı ile yaptıkları basına kapalı toplantıda ‘sistemik risk’ uyarısında bulundukları yönündeki haberler bankalar açısından mevcut dengesizliğin doğuracağı temel riski ifade etmektedir. Paranın zaman değeri üzerinden para ticareti yapan, ters bir okumayla zamanın parasal karşılığını alıp-satan, yani zamanın ticaretini yapan bankaların zaman algısına en fazla sahip olan kesim olduğu belirtilebilir. %10-12’lik faiz oranı üzerinden 5-10 yıllık tahvil alımına zorlanan bankalar, resmî verilere göre %85 olan yıllık enflasyonun en az 4-5 sene süresince tek haneli rakamlara düşmeyeceği genel kabulünü paylaştıklarından, kendilerine yapılan zorlamaya kamu önünde, ‘kredi veremeyerek reel sektörü destekleyemedikleri’ ifadeleriyle, hükümete ve halka daha şirin görünecek şekilde reel sektör referansını kullanarak tepki göstermekte; kapalı toplantılarda ise, ‘sistemik risk oluştuğu’ yönünde, ekonomi yönetiminin ya da halkın tam olarak kavrayamadığı finansal sistemin sağlığı üzerinden reaksiyon üretmektedir. Esasında reel sektör ve bankacılık sektörü gibi birbirine sıkı sıkıya bağlı olan, bir taraftaki faaliyet sonucunun doğrudan diğer tarafı etkilediği bir sistemde kesimlerin ayrıştırılması son derece yanlış olmakla birlikte, hükümetin ve halkın finans kesimine duyduğu alerji kullanılarak kavramlar seçilmektedir. Son yıllarda reel sektörün kârlılığı finans kesimine göre daha iyi olmakla birlikte, izlenen yanlış politikaların kısa süreli ve geçici olarak nominal kârlarda yarattığı artış nedeniyle bankalar bir kez daha hedef alınmıştır. Bu durum, günlük düşünmenin, finansal analiz yeteneği gelişmemiş medyanın manşetlerinden hareket etmenin ve bankacılık sektörüne karşı alerjinin ürettiği sağlıklı olmayan bir davranış biçimidir. Bankaların kazançlarına müdahale edilmek isteniyorsa bunun yolu çok basittir; kurumlar vergisi artırılmalıdır. İhracat ve üretim desteklenmek isteniyorsa, bunun yolu da çok basittir; bugüne kadar uygulanan teşvikler devam ettirilmeli, gerekiyorsa bankalardan alınacak ilave kurumlar vergisinden kredi maliyetlerinin bir bölümü karşılanmalıdır. Ancak bankaların işleyişine yapılan müdahaleler ve piyasayı bozan tedbirler ekonominin tüm kesimlerini negatif şekilde etkilemektedir. Öncelikle bankacılık sektöründe sistemik risk tehlikesi bulunmakta mıdır sorusunu somut şekilde, verilerle cevaplamak gerekmektedir. Sistemik risk konusu, sektörde önemli ağırlığa sahip bankaların herhangi bir yükümlülüğünü yerine getirememesinin ilk aşamada sektörde, sonrasında ise kredi piyasası/ödemeler sistemi ve makroekonomide yaratabileceği zarar bağlamında ele alınmaktadır. Ancak vitrinde sunulanın aksine, her zaman kırılgan bir finansal yapı taşıyan bankacılık sektörünün en önemli zayıflıklarından biri ise, sistemik öneme sahip olmayan, küçük-orta ölçekli bir bankada yaşanabilecek bir sorunun, ‘algı ve dedikodu’ aracılığıyla hızlıca tüm sisteme sirayet edebilmesidir. Diğer yandan, mevcut durumda, bir ya da birkaç bankayı değil, tüm bankaları etkileyecek risklerden bahsedilmektedir. Sistemik risk; temelde kredi, faiz ve döviz risklerinden kaynaklanan, çeşitli rasyolarla sinyaller veren, likidite sıkıntısı ve sermaye erimesiyle son bulan çok yönlü bir mekanizmaya sahiptir. Türk bankacılık sektöründe bugünlerde gündeme getirilen faiz riski; düşük faiz oranı üzerinden alınan veya değerlenen sabit faizli borçlanma araçlarının, yaşanacak bir faiz artışı sonrasında uğrayacağı değer kaybı ve/veya sunacağı negatif reel faiz getirisinin özkaynaklarda ve kârlılıkta yaratacağı kayıptır. Enflasyon ve faiz arasındaki farkın genişliği, bir normalleşmenin yaratabileceği kırılganlığın derinliğini göstermektedir.
Ayrı bir yazının konusu olan kredi riskine karşı bankaların yeterli genel ve serbest karşılık ayırdığı yönündeki görüşler güçlü bir temele dayanmamaktadır. Ayrılan karşılıkların ikinci grup yakın izlemedeki kredileri ve daha da önemlisi sorunsuz kredileri içeren birinci gruptaki potansiyel kayıpları karşılamada çok yetersiz olduğu kamuyla paylaşılan veriler üzerinden görülebilmektedir.
Faiz riski, sadece bankalara zorla satılmak istenen %10-12 gibi düşük faizli tahviller üzerinden değil, aynı zamanda ve çok daha fazla şekilde, geçmişte daha yüksek faiz oranlarından (%20’ler gibi) alınmış tahvillerden ve dolayısıyla tüm tahvil portföyünden kaynaklanmaktadır. Bunun nedeni ise basittir; geçmişte yüksek faiz oranından alınan tahviller son bir yılda tahvil piyasası faizlerindeki yapay düşüş nedeniyle değer artışı sağlayarak özkaynakları artırıcı bir işlev görmüş, özkaynaklarla orantılı hesaplanan tüm rasyolar (başta sermaye yeterlilik rasyosu ve yabancı para net genel pozisyon oranı) pozitif etkilenmiştir. Taşıdığı kupon faizi veya alım anındaki faizden bağımsız olarak, faiz düşüşüyle tüm menkul kıymet portföyü üzerinden elde edilen değer artışları, faiz yükselişiyle kayıp yaratacaktır. Düşük faiz oranı üzerinden ihraç edilen tahviller için kaybı artıran unsur ise, kupon ödemelerinin düşük kalması nedeniyle faiz geliri (dönem kârı) olarak kaydedilecek tutarların da enflasyon ve yükselecek faiz karşısında ilave zarar yazmasıdır. Bankacılık sektörü konsolide bilanço verilerinden hareketle, 2022 yılı içinde bankacılık sektörü özkaynak yapısında meydana gelen değişimi de içeren konumuzla ilgili bazı kalemler aşağıdaki tabloda gösterilmiştir. 2021 sonunda, faiz düşüşünün yarattığı TL menkul değerlere ait pozitif değerleme farkı 42,7 milyar TL iken, bu tutar Eylül 2022 döneminde 199 milyar TL’ye yükselmiştir. 2022 yılı ilk 9 ayında menkul kıymet portföyü %44 artarken, bilanço içindeki ağırlığı ise değişmeyerek %16 düzeyinde kalmıştır. Normalleşme adımları doğrultusunda, ekonominin ihtiyaç duyduğu faiz artışının bankaların menkul kıymet portföyünde ve dolayısıyla özkaynaklarda yaratacağı kayıp iki yönlüdür. Birincisi; hâlihazırda bankaların tahvil portföyünün %20’ler ve altındaki faiz oranları ile oluşturulduğu düşünüldüğünde, faiz artışının %20’lere ulaşması hâlinde, özkaynakların %17’sine tekabül eden 199 milyar TL'lik pozitif değerleme farkı ortadan kalkacak ve muhtemelen negatif bir fark oluşacak, faizin %30’u aşması hâlinde ise aşım miktarının büyüklüğü ile orantılı olarak ciddi tutarda negatif değerleme farkı oluşacaktır. Değerleme farkına ilaveten oluşacak ikinci etki ise, bankaların tahvil portföyünden elde ettiği kupon faiz gelirinin reel düzeyindeki değişmedir. Gelir tablosundaki menkul kıymet faiz geliri üzerinden dönem kârı içinde özkaynaklara intikal ettirilen kupon ödemelerine konu faiz geliri (değişken faizli ve enflasyona endeksli tahviller hariç) tahvilin ömrü boyunca sabit kalmaktadır. 2021 yılında 160 milyar TL, 2022 yılı ilk 9 ayında ise 335 milyar TL’lik menkul kıymet faiz geliri elde edilmiş; belirtilen gelirlerin toplam faiz geliri içindeki payı %25’den  %36’ya yükselmiştir. 2022 yılındaki keskin artış enflasyona endeksli borçlanma kâğıtlarından kaynaklanmaktadır. Kısa vadeli kaynaklarını piyasa faiz oranlarından yenilemek zorunda kalan bankaların, yaşanacak faiz artışı nedeniyle artan kaynak maliyetine karşın, sabit faizli tahviller için %10-20 oranından faiz geliri kaydetmeleri de faiz marjı üzerinden bir kayıp yaratacaktır. Menkul kıymet alım-satım kazancı/kaybı olarak ifade edilebilecek üçüncü kalem ise konumuz dışındadır. Sistemik riskin mevcudiyetine dönük kaygıları artıran sektör içi ve makro hususlar şu şekildedir: 1) Finansal piyasalardaki tüm fiyatların (kredi-mevduat-tahvil faizleri ve döviz kurları) yapay olması, piyasa şartlarında oluşmaması, yapay fiyatlar üzerinden hesaplanan risklerin de yapaylaşması ve ekonominin talep ettiği fiyatların, bugüne kadar bankalar için geçici ve yapay olarak yaratılan kârları yutacak boyutta bulunması, 2) Faiz riski ile birlikte mevcut şartlarda ciddi bir sorunlu kredi riskinin bulunması, bu riskin, krizin geçilmekte olan son aşamasında kayba uğraması beklenen reel sektördeki gelişmelerle daha da büyüyeceği yönündeki kuvvetli beklentiler, 3) Ödemeler dengesindeki gelişmelerle birlikte artan döviz ihtiyacına yönelik kaygılar ve TCBM’nin zayıf döviz rezervlerinin yaratacağı muhtemel şoklar (TCMB rezervlerinin Swap hariç hesaplanmasına benzer şekilde, Kur Korumalı Mevduata (KKM) geçen döviz mevduatının düşülmesini de içeren ayrı bir rezerv tutarı hesaplanmalıdır; çünkü özünde bu mevduat TCMB tarafından ödünç alınmış ve maalesef günlük operasyonlarda kullanılarak maruz kalınacak riskin boyutları büyütülmüştür.) Ayrı bir yazının konusu olan kredi riskine karşı bankaların yeterli genel ve serbest karşılık ayırdığı yönündeki görüşler güçlü bir temele dayanmamaktadır. Ayrılan karşılıkların ikinci grup yakın izlemedeki kredileri ve daha da önemlisi sorunsuz kredileri içeren birinci gruptaki potansiyel kayıpları karşılamada çok yetersiz olduğu kamuyla paylaşılan veriler üzerinden görülebilmektedir. Gündeme taşınan riskler, küçük-büyük banka ayırımı yapmadan, tüm bankaları etkileme potansiyeline sahiptir. Hâlihazırda, bilançoda taşınan ağırlık ve maliyet dikkate alındığında, faiz riskinden hiçbir bankaların kaçınması mümkün görünmemektedir. Kredi riski konusunda ise, henüz takipteki kredilere aktarılmayan potansiyel sorunlu kredilerin varlığı ve ayrılan (ayrılmayan) özel/serbest/genel karşılıklar nedeniyle, banka bazında kredi kalitesi bağlamında farklılaşmalar olabilecektir. Bankaların mali bünyesinin kuvvetlendirilmesi ve ekonomi üzerindeki muhtemel yüklerinin azaltılması açısından sermayelendirme konusunda hızlı ve keskin adımlar atılması zorunludur. Bu konuda görüşlerimiz bu sayfalarda, “Krizin faturasından bankalara düşen pay” başlıklı 2 Ekim tarihli yazımızda açıklanmıştır. BDDK, sermaye artırım tutarlarını, takdir yetkisini kullanarak, muhafazakâr bir yaklaşımla ‘miktar’ olarak tespit edip bankalara iletmeli, ‘sermaye yeterlilik rasyosu’ üzerinden bir sermaye artırım tutarı hesaplamasına başvurmamalıdır.(İkinci yöntem bankalara farklı adımlar atma imkânı vereceğinden sakıncalı yönler taşımaktadır.) Kamuya açıklanan raporlar üzerinden, çeşitli varsayımlar ve senaryolarla faiz riskini ve sistemik riski hesaplamak zordur. Tahvil portföyünün sabit ve değişken faizli olarak ayrıştırılmasından başlayarak, vade dilimlerine uygun bir metodolojinin uygulanması gerekmektedir. Ancak yukarıdaki tablo üzerinden yapılan yorumdan hareket edildiğinde görünüm olumsuzdur. Finansal sistemde riskin bulunmadığını belirten TCMB ve BDDK’nın, muhtemel senaryolara göre oluşabilecek özkaynak kaybı ve sistemik riske ilişkin çalışmaları, metodolojisini de içerecek şekilde, kamuyla paylaşarak görüşlerini somut bir zemine oturtması hâlinde soru işaretleri ortadan kalkacaktır.
Zaman algısı yitimi; içine düşülen darboğazlar ve ekonomik yıkımlar neticesinde birey ve şirketlerin artık bırakınız yıllar öncesini, aylar öncesini dahi düşünememesi, bırakınız yıllar sonrasına, aylar sonrasına dönük planlamalar ve öngörüler yapamaması, analiz ve sorgulama yeteneğini kaybetmesi, düşüncelerinin uzandığı zamansal boyutun bir gün ve birkaç hafta ile sınırlanmasıdır.
ZAMAN ALGISININ YİTİMİ Ekonomideki gelişmelere karşı gösterilen ve gösterilmeyen tepkiler, Türkiye’nin sadece ekonomik göstergeler bakımından değil, zihinsel profil ve algı bakımından da yeni bir boyuta taşındığını göstermektedir. Bir süredir yoğun şekilde yaşanan ahlaki, kurumsal ve ekonomik gerileme toplumsal yapıyı aşındırmış olsa da, en az bu aşınmalar kadar önemli olan hasar ise, 2021 sonundan itibaren uygulanan yeni politikaların beklenmeyen bir çıktısı olarak toplumun tüm kesimlerine yayılmakta olan ‘zaman algısı yitimi’dir. Bu hasar şimdiye kadar yaşanan kayıplardan çok daha büyük sonuçlar doğuracaktır. Zaman algısı yitimi; içine düşülen darboğazlar ve ekonomik yıkımlar neticesinde birey ve şirketlerin artık bırakınız yıllar öncesini, aylar öncesini dahi düşünememesi, bırakınız yıllar sonrasına, aylar sonrasına dönük planlamalar ve öngörüler yapamaması, analiz ve sorgulama yeteneğini kaybetmesi, düşüncelerinin uzandığı zamansal boyutun bir gün ve birkaç hafta ile sınırlanmasıdır. Türkiye’de kısa vade 1 gün, uzun vade 1 aydır. Bu durum ‘önümüzü göremiyoruz, yatırım yapamıyoruz, mal tedarik edemiyoruz’ gibi şikâyetlerle ifade edilen durumun çok ötesinde, yıkıcı nitelikte bir anlam taşımaktadır. Zaman algısının yitirilmesi rasyonelliği ortadan kaldırdığından, kişiler kendi çıkarının nerede olduğunu görememektedir. Zaman algısındaki yitim gerçeklikten kopuşu temsil ettiği gibi, zihinlerin istenen yönde şekillendirilmesine de alan açmaktadır. Son dönemde hükümet ve bürokrasi zaman algısını kaybetmiş; bireylerin ve reel ekonominin azımsanmayacak bir bölümü de aynı şekilde zaman algısını yitirmiştir. Kurumsal yapıya sahip büyük reel sektör şirketleri ve bankaların önemli bir bölümü bu yitime henüz maruz kalmamıştır. Eğer zamanı geriye sarıp, bir yıl öncesine dönersek ve bugünlerin yaşanacağını insanlara söylersek, sanırım çok büyük bir tepki doğacaktır. Ancak bir yıl içinde bu tepki azımsanmayacak kişi nezdinde sönümlenmiştir. Kişi ve şirketler öyle bir hale düşürülmüştür ki, bir kısım şirket ve kişi hangi seviyeden bu hale düştüklerini ve nereye yuvarlandıklarını idrak edememekte, günü düşünmektedir. Zaman algısı yitimi yapısal sorun ve çözümleri gündemden çıkarmıştır. Geçmişi ve geleceği tahayyül edemeyen kişilerin içine düştüğü durum, sanılanın aksine, bir ölçüde de olsa iktidarın lehine işlemektedir. Çünkü artık resmî enflasyon oranının birkaç puan üzerinde verilen maaş zamları bazı kişileri mutlu etmektedir. Geçmiş düşünülmediği gibi, satın alma gücünün kaybolduğu da düşünülmemektedir. Çünkü artık dün ve bugün vardır, bugün dünden iyiyse, sorun yoktur; geçmiş ve gelecek imgesi yok olmuştur. Bazı şirketler için de aynı şey geçerlidir; faaliyetleri giderek zayıflayan şirketlere çok sınırlı miktarda, düşük faizle kredi verilmesi bu kesimi mutlu etmektedir. Örneğin, hükümet bankalara yönelik tedbirlerin bir kısmını gevşetse, bankalar tarafından büyük takdir toplayacak ve bu noktaya nasıl düşüldüğü, devam eden düşüşün nerede sonuçlanacağı sorusu unutulacaktır.  Ama zaman ve para ticareti yapan banka yönetimlerinin, genişleme dönemlerinin aksine kriz ortamlarında en rasyonel kesim olması, zaman algısı kaybına en az maruz kalan kesim olmalarını sağlamaktadır. Zaman algısını yitirmiş kesimler güne hitap edenin kontrolündedir. Bu kesimler nezdinde Hükümetin atacağı günlük adımlar siyasetin geleceği bakımından önemlidir. Atacağı genişletici mali-parasal-kredi adımlarıyla, oranı bilinmese de, Hükümetin puan toplayacağı her kesim tarafından dile getirilmektedir. Zaman algısının yitimi ile artık günlük düşünen bazı insanlar, o gün kendisine bir şey verme imkânına sahip olan kesime, doğal olarak iktidara tutunacaktır. Bu ise seçim yaklaşırken, hükümetin elindeki imkânları kullanmasının değerini artırmaktadır. Atılacak adımların zamanlaması da belirleyicidir. Çünkü zaman algısının kaybına ilaveten hızla değişen ekonomik koşullar nedeniyle, bugün seçmene sunulan imkânlar bir kaç ay sonra bir anlam taşımayabilecektir. Seçimlerin hükümetin belirleyeceği bir tarihte yapılması, hükümete atacağı adımların zamanlamasını ayarlama imkânı verecektir. Örneğin, yıl sonu ve yılbaşında ekonomide önemli genişletici adımlar atılacak ise, hükümet için en iyisi seçimleri erken bir tarihe taşımaktır. Çünkü zaman algısını yitirmiş kesimlerin tepkileri birkaç ay sonrasında, ekonomik koşulların da tesiriyle, farklılaşabilecektir. Gün-hafta-ay zaman dilimleri dahi önemlidir. Seçimin yapılacağı ay veya haftalar içinde sahip olunan ‘ekonomiye dönük anlık algı’ kararsız seçmen bakımından kritik önemdedir. İçine düşülen çıkmazın şiddeti ve süresi derinleştikçe zaman algısı yitimine maruz kalan kesimler genişlemektedir. Muhalif kesim de giderek artan oranda zaman algısındaki kayba maruz kalmaktadır. Türkiye’nin içine düşürüldüğü durum ve buna sebebiyet veren süreç zihinlerden uzaklaşmakta ve günlük gelişmeler üzerinden uzun süredir temeli atılan pozisyonlar zayıflatılmaktadır. Zaman algısının yeniden kazanılması için kısa vadede tek çözüm; seçim süreci sonrasında rasyonel yaklaşımların uygulamaya sokulması ve sadece ekonomide değil, zihinlerde de normalleşmenin sağlanmasıdır. Aksi hâlde, akıl, bilim ve erdemli insan idealleri ile perdelerini açan Cumhuriyet’in birinci yüzyılının hazin kapanış perdesine seyirci olunacaktır.