Sonuç olarak faizi düşürme sevdasıyla yola çıkılan Türkiye Ekonomi Modeli çok başlılık yaratmış, faizler kâğıt üstünde düşük görünürken gerçekte 2003’ten bugüne en yüksek düzeylerine ulaşmıştır. Uygulanan akıl ve bilimdışı para politikalarına ek olarak mali disiplinin yok oluşu makroekonomik dengeleri altüst ederek herkesi yoksullukta buluşturmuştur
Yağmurlu ve soğuk bir günün öğleden sonrasıydı. Çalıştığım bankadan, master dersime katılmak üzere, o zamanlardaki yöneticim bu günlerdeki koşu arkadaşımdan kavga gürültü aldığım izinle Boğaziçi Üniversitesi’nin yolunu tutuyorum. Derslerine katılmaktan büyük zevk aldığım, bana göre Türkiye’nin yetiştirdiği dehalardan biri, “Beautiful Mind” filmindeki John Nash ile önemli araştırma makaleleri yazan Profesör Murat Sertel’in dersine girmek için iş kıyafetimi değiştirerek, öğrenci kılığına giriyor ve sınıftan içeri adım atarak yerime oturuyorum.
Murat hoca, neredeyse ana dili gibi konuştuğu İngilizceyle o hafta için planladığı ders konusunu anlatmaya başlıyor. Sesi ve anlattıkları bugün hala kulağımda çınlıyor dersem abartmış olmam. Konu oldukça ilginç. Lisans eğitiminde mikroekonomi derslerinde öğrendiğimiz oligopol piyasalar ve kartel yapıları oldukça farklı bir bakış açısı ile oyun teorisi çerçevesinde işleniyor. Bu yapıların toplum refahına etkileri ve devletin bir oyuncu olarak bu yapılara müdahalesi ile toplumun kaymak tabir edilen bu refahının bu yapılara kaptırılmasının nasıl önüne geçileceği derste grafikler, diyagramlar ve modellerle anlatılıyor. Sonuç olarak devletin ekonomiye müdahalesinin serbest piyasada oluşan rekabetten sapıldığında nasıl gerçekleştiğini ve refahın artırılması için devletin oligopol ve tekelci piyasalara ne gibi yöntemlerle müdahale ederek toplumun kaymağını küçük bir zümreye kaptırılmayacağı konusunda yeni bir oyun öğreniyoruz. Dersin adı tahtada yazıyor ama tüm anlatılanlardan sonra başlığa gerçek bir anlam yüklüyorum. Microeconomics : “Manipulation by Participation”...
İş hayatım ve kariyerim boyunca çok değerli hocam Prof. Dr. Murat Sertel’den aldığım dersler bana düşünsel ve uygulama alanında büyük katkılarda bulundu. Bugün yaşadıklarımızı görünce hatıralarım yeniden canlanıyor ve o günlerden anlatılar aklımdan teker teker geçiyor.
Bahsi geçen yapıları çok basit bir şekilde anlatmaya ve neye ulaşmak istediğimi şöyle açıklayayım.
Oligopol ve tekel piyasalarda, özellikle kartel yapılarda, fiyat belirleme gücü bahsi geçen bu yapıların elindedir. Toplum, ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetleri alırken yeterli rekabet ortamının olmaması nedeniyle bu yapıların dikte ettiği fiyatlara maruz kalır. Kar maksimizasyonu amaçlayan bu yapılar da toplumun ürettiği refahın oldukça büyük bir kısmını yani kaymağını alırlar. İşte tam da bu noktada devlet bu piyasalara müdahil olur, yani katılımcı olur ve bu kaymağı küçük bir zümrenin sömürmesini engeller. Bu müdahale yapılan düzenleme ve denetlemelerle, bunların yetmediği durumda da bu yapıların piyasalarına devletin bir oyuncu gibi girerek fiyata müdahalesi ile olur. Kısaca toplum refahı ve biriktirilen servetin geniş bir zümreden dar bir zümreye aktarılmasının önüne geçilir.
Türkiye’de finans piyasaları bankaların büyük bir rekabet gösterdiği piyasalar olarak 1980’li yıllardan bugüne önemli bir gelişim göstererek gelmiştir. Bu rekabet, finansal hizmetlerin dünya standartlarında ve makroekonomik dengelerin sağlayabileceği en iyi koşullar gözetilerek toplumun bütün bir kesimine bugüne kadar sunulmaya devam edilmiştir.
Özellikle 2001 ekonomik krizi sonrası kur rejiminde dalgalı kur sistemine geçişimiz finansal enstrüman çeşitliliğini önemli ölçüde artırmış ve döviz sadece bir değişim aracı olarak görülmeye başlanmıştır. Toplam mevduatlar için dövizin payının %25’li düzeylere kadar düşüşü bunun en önemli kanıtıdır.
Son 5 beş yıldır uygulanan akıl dışı ekonomi politikaları ile birlikte şeffaflıktan, hesap verebilirlikten ve liyakatten uzaklaşılması makroekonomik dengeleri bozmuş, özellikle de enflasyonu bir kâbus haline getirmiştir. Bu dengelerin bozuluşu bir süreç, TL’nin büyük değer kayıplarına uğraması ise bir sonuçtur.
Doğru, akılcı ve bilimsel politikaların kullanılmayışı, kurumsal yapıların çöküşü, emir komuta şeklinde işleyen yapılar sorunların her geçen gün daha da derinleşmesine sebep olmuştur.
Enflasyonla mücadelede, konvansiyonel araçların kullanılmayışı, TL’nin değerinin döviz satılarak kontrol edilmeye çalışılması ve faizin de eş anlı olarak düşük tutulması ile uluslararası rezervler hızla erimiştir. Güvenin kaybolması ile birlikte ülkeden önemli miktarda döviz çıkışları söz konusu olunca Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası döviz likiditesi ve fonlaması sağlamak için birçok farklı kaynağa başvurmak durumunda kalmıştır. Yurtdışından sağlanan borçlanmanın yetmediği noktada bankalarla swap işlemi yapılarak döviz fonlaması temin edilmeye çalışılmıştır.
Unutulan bir şey vardı, o da Türkiye’nin Cari Açık verdiği, uyguladığı anlamsız para politikası ve iktidarın uydurduğu Türkiye Ekonomi Modelinin ülkenin kredi notunu düşüreceği gerçeği.
SİMBİYOTİK YAŞAM FORMU
Simbiyoz, iki farklı tür canlının birbirleriyle etkileşim halinde olması ve bir arada yaşamasıdır. Simbiyotik yaşam formu da bu şekilde bir etkileşim içerisinde olan yaşam formlarını ifade eder. Bu tür yaşam formları, birbirlerine fayda sağlayan ortak bir yaşam alanı oluştururlar. Tek bir türün diğerini yemesi veya yok etmesi şeklinde değildir. Bunun yerine, her iki tür de birbirine bağımlıdır ve birlikte yaşamaları hayatta kalmaları için önemlidir.
TCMB bir yandan kuru baskılamak diğer yandan faizleri düşürmek amacıyla 2019 seçimleri öncesinde başlattığı arka kapı satışları ile 260 milyar dolar rezerv yaktı. Bu büyüklükte yakılan rezervleri yerine koymak için ihracatçının ihracat bedellerinin aylık %40’nın TCMB’ye devir edilme zorunluluğu getirilirken diğer yandan Kur Korumalı Mevduat (KKM) ile döviz mevduatlarının TL’ye dönüşümü ve TCMB’ye devri amaçlandı. Unutulan bir şey vardı, o da Türkiye’nin Cari Açık verdiği, uyguladığı anlamsız para politikası ve iktidarın uydurduğu Türkiye Ekonomi Modelinin ülkenin kredi notunu düşüreceği gerçeği.
Tüm bu gelişmeler sonrası TCMB eksi rezerv rakamlarına düşünce pozisyonun sürdürülebilmesi bulunacak fonlamalara bağlı olmaya başladı. Tam bu noktada da bankalarla yapılan swap işlemleri fonlamanın en büyük bacağını oluşturmaya başladı. Bankalar TL fonlamaya ihtiyaç duyarken, TCMB de döviz fonlamasında bankaların gerek yurtdışı gerekse mevduat müşterisinden topladığı kaynağa şiddetle ihtiyaç duyuyordu. Kısaca simbiyotik bir yaşam formu oluştu. Kimi zaman 49 milyar dolar büyüklüğe ulaşan bugünlerde 37 milyar dolar düzeyinde olan swap işlemleri TCMB’nin döviz fonlamasında ana kalemlerden biri haline geldi.
CARİ AÇIK, BANKALARIN VE ŞİRKETLERİN YAKLAŞAN BORÇLARI
Tüm bu gelişmeler yaşanırken kurun baskılanması, güvenin kayboluşu, kredibilitenin yok oluşu döviz çıkışında önemli rol oynayan faktörler oldu. Kendisini kur riskine karşı korumak isteyen kurumlar mevzuat gereği spot döviz alımı yapamazken (krediye erişim engelleniyor) türev işlemlerin en basit bacağı forward alım yaparak bu riski ortadan kaldırmaya başladılar.
Bankalar da sattıkları forwardlarda riski elimine etmek için spotta alıma yönelince kur yeniden yükselme eğilimine girdi ve TCMB yine rezerv kaybetmeye devam etti.
ÇARE FORWARD HESAPLAMASINDAKİ FAİZİ YÜKSELTMEKTE
İşlem saati kısıtlamaları, miktar kısıtlamaları, KKM gibi önlemlerin yeterli olmadığını gören TCMB’nin başvurduğu çarelerden biri de bankaların forward satışlarında kullandığı faiz oranlarını yükseltme tavsiyesini bankalara iletmek oldu.
Politika faizinin enflasyon seviyesi ve beklentileri göz önüne alındığında sürreal (gerçek dışı) olduğu bir ekonomide sadece faizi görüntüde düşük tutmak amacıyla yapılan bu işlem gerçek bir servet transferidir.
Faizleri düşüreceğiz diye çıkılan yolda zaten %30 TL faiz oranının kullanıldığı forward hesaplaması 16 Şubat günü TCMB’nin bankalara ilettiği talimatla %40 düzeyine çıkarıldı. Daha da ötesi 3 aydan kısa vadeli forward yapılmaması, uzun vadeli forward işlemlerde faizlerin daha da yukarıda belirlenmeye başlanması piyasada görülen yeni bir gerçek haline geldi.
Bu sırada gözden kaçan başka bir nokta vardı. Bankalar müşterilerine sattıkları forward için spot piyasada aldıkları dövizi TCMB’nin döviz fonlaması için swap işlemlerine konu ediyor ve TCMB’den de TL fonlama alıyorlardı.
TCMB’nin swap için açmış olduğu ihalelerden bir örneği aşağıda paylaşıyorum.
1 Aylık bir swap işleminde TCMB 500 milyon dolarlık bir ihale açmış ihale ortalaması 566 swap point ile sonuçlanmış. Swap point finans literatüründe spot döviz fiyatı ile forward döviz fiyatı arasındaki farkın 10.000 ile çarpılmasından bulunur. Bunun ima ettiği faiz oranı da şu şekilde hesaplanır.
1 Aylık bir swap işleminde TCMB 500 milyon dolarlık bir ihale açmış ihale ortalaması 566 swap point ile sonuçlanmış. Swap point finans literatüründe spot döviz fiyatı ile forward döviz fiyatı arasındaki farkın 10.000 ile çarpılmasından bulunur. Bunun ima ettiği faiz oranı da şu şekilde hesaplanır. Banka Doları 1 ay süre ile TCMB’ye %5 ile verir karşılığında %8.13 ile TL borçlanır.
Her ne kadar forward işlemler 3 aydan kısa yapılmıyor diye belirtilmiş olsa da swap işlemleri uzunca bir süredir yapıldığından bankanın bu TL fonlamayı sonraki iki ay daha devam ettirebileceğinden ve faiz oranının bu ekonomi yönetimi devam ettiği sürece artmayacağından şüphe duymamak gerekir.
Örneğin basit olması için kendisini kur riskinden korumak isteyen şirketin de banka ile 1 aylık forward yaptığını düşünelim. TCMB’nin tavsiye kararına göre bankanın forward işlem yapan şirkete uyguladığı faiz oranı %40’tan az olmayacaktır. Bu durumda da ortaya çıkan resim aşağıdaki gibidir.
Kısaca banka müşteriye forward satışı 6333 swap point (19.8833 kur) ile yapmış, 19.25’ten spot bacağını kapatmış sonra aynı spot kur hesaplaması ile TCMB ile 1 ay swap yapmış (Vadede TL’yi geri verecek müşteriye satılmak üzere Doları alacak) %8.13 faizle TL’yi TCMB’den fonlamıştır.
Politika faizinin enflasyon seviyesi ve beklentileri göz önüne alındığında sürreal (gerçek dışı) olduğu bir ekonomide sadece faizi görüntüde düşük tutmak amacıyla yapılan bu işlem gerçek bir servet transferidir. Sadece 1 milyon dolarlık bir işlemde 1 ay gibi bir sürede 576 bin ₺ TCMB kaynakları ile bankaya aktarılmıştır.
Bu konu hakkında paylaştığım
tweet kısaca yukarıda anlattıklarımı özetlemektedir.
Hikâye burada bitmemektedir. Aslında bankaların bu durumda hareket alanları son derece dardır hatta yoktur. Böyle bir kar oluşmasına rağmen yapılan başka düzenlemelerle birlikte bu karlar bankalardan alınma potansiyeli taşımakta ve bankalar önemli bir sistematik riske sürüklenmektedirler.
Kredi faiz oranlarının belirli kriterlere bağlanması da bu konudaki en çarpıcı örnektir. Anayasanın Mülkiyet Hakkını düzenleyen 35. Maddesine aykırı olmasına rağmen bankaların verdikleri kredilere karşılık ayırması, üstelik bunu Türkiye Cumhuriyeti Hazinesinin ihraç ettiği 5-10 yıllık tahvilleri portföylerine almak zorunda olmaları servet transferinin farklı bir yönde gerçekleştirilmesini beraberinde getirmektedir.
Tüm bu uygulamalar master sıralarında öğrendiklerimin tam tersini işaret etmektedir. Devlet gücünü kullanarak hükümet tarafından toplum faydasına yapılması gereken düzenlemeler toplumun yarattığı katma değeri, hükümet eliyle birkaç ayrıcalıklı zümreye dağıtacak bir uygulamaya dönüşmektedir.
Sonuç olarak faizi düşürme sevdasıyla yola çıkılan Türkiye Ekonomi Modeli çok başlılık yaratmış, faizler kâğıt üstünde düşük görünürken gerçekte 2003’ten bugüne en yüksek düzeylerine ulaşmıştır. Uygulanan akıl ve bilimdışı para politikalarına ek olarak mali disiplinin yok oluşu makroekonomik dengeleri altüst ederek herkesi yoksullukta buluşturmuştur.
Bu durumun sürdürülemez olduğu gün gibi ortadadır. O nedenle yapılması gereken ilk iş hasar tespitinin boyutlarını ölçmek, kredibilite açığını kapatacak liyakatli kadroları bir an önce iş başına getirmek ve düzgün işleyen kurumsal yapıları bir an önce tesis etmektir. Sonrasında kurgulanacak yapılarla gereken kaynağın bulunması ve işin çözümlenmesi için yola koyulmalıdır. Başarılacak işin kolay olmayacağı açıktır ama başarmak için her türlü kaynak da mevcuttur.
14 Mayıs, sadece hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi açısından değil aynı zamanda geleceği çalınan genç nesillerin yeniden hayal kurarak yarınlara ümitle bakması açısından hayati öneme sahip bir gündür.