Ayşe’nin bedenini tren raylarına iten biziz

Abone Ol
Ayşe’nin hepimize hitaben kaleme aldığı mektup, sizi bir anlık dahi vicdanınızla düşünmeye sevk etmeyecek mi? Bu hukuksuzluk, sessiz yığınlara torpil geçer mi? İnsanını yaşat(a)madığınız devlet yaşar mı? Amerikalı dağcı Aron Ralston’un hikayesini bilirsiniz. Kimseye haber vermeden çıktığı yolculuğunda Utah yakınlarında Moab bölgesinde büyük bir kaya parçasının arasına sıkışıp kalır. Sağ kolu kaya parçasının altında kalmıştır. Kimsenin yardıma gelmeyeceğini anladığında, kurtulmak için yanındaki çakıyla kolunu kesmek zorunda kalır.  Kendi kolunu, çakı ile saatler süren bir uğraşla keserek hayatta kalmak… Hayatta kalma arzusunun insanı kendinden geçirecek o acıya galip gelmesi… Yine Havacılık tarihine And Dağları kazası olarak geçen olayda, 13 Ekim 1972’ de Uruguay’ın Rugby takımını taşıyan uçak And Dağları üzerindeyken, büyük bir türbülans yaşamış, ardından önce sağ sonra sol motoru kaybederek yere çakılmıştı. Bu kazadan sadece 16 kişi 72. günde sağ kurtarıldı.  Sağ kalanlar ölen arkadaşlarının cesetlerini yiyerek hayatta kalmayı başarmıştı. Tanıdıkları ve ölmüş arkadaşlarının organlarını yemenin ilk başta korkunç ve tiksinç geldiğini ama hayatta kalmak için buna alıştıklarını ve mecbur olduklarını söylemişlerdi. Buna benzer daha pek çok örnek bize gösterir ki, insanın en temel güdüsü yaşama/hayatta kalma güdüsüdür. 20. yüzyılın önde gelen psikiyatrlarından Yahudi bir doktor olan Viktor Emil Frankl, Naziler döneminde toplama kampına alınmış, insanlık dışı işkenceleri, sulandırılmış çorba ve bir parça ekmekle çok zor koşullarda çalıştırılmayı, açlıktan ölen esirlerle aynı koğuşlarda sabahlamayı, insan dışkıları arasında yaşamayı, kurşuna dizilmeleri, şu an hiçbirimizin aklının alamayacağı dehşet olayları bizzat deneyimlemişti. Viktor Frankl’ı işkencelerle geçen kamp günlerinde kendisini ayakta tutan iki şeyin Logoterapi kitabını tamamlamak ve yaşadığını düşündüğü eşinin hayali olduğunu söyler. Savaş bitip kamptan kurtulduktan sonra eşinin öldüğünü öğrendiğinde “iyi ki bunu kampta iken bilmiyordum, ben hayata onun yaşadığını düşünerek, onun hayali ile konuşarak tutundum” demiştir. Eşinin yaşadığına dair umut sadece tek bir umut onca işkenceye direnç gösterebilmesini sağlar. Ve derki; yaşamak için onurlu bir amacınız olsun, bu amaç için emek verin çabalayın ve mutlaka hayatınızda sevgi olsun. Amaç-emek-sevgi bu üçünün de olması halinde insanın hayata tutunabileceğini savunur Frankl. Çakı ile kendi kolunu keserek hayatta kalmaya çabalayan, Nazi kamplarına direnen insan ile yaşamaktan vazgeçip ölüme gitmeyi arzulayan insan arasındaki duygusal uçurum ne ile izah edilebilir?  En kuvvetli güdümüz olan yaşama içgüdüsünü bunca tesirsiz hale getirip insanı kendi canına kıymaya götüren şey nedir? Yapılan pek çok çalışma ve bireysel gözlemim bunun cevabının “umutsuzluk” olduğunu gösteriyor. Mevcut travmaların, yaşamsal zorlukların, yalnızlığın bitmeyeceğine dair umutsuzluk. Her ne kadar toplumdan gizlenmekte ve haber yapılmamaya çalışılsa da ülkemizde de intihar vakalarında artış olduğu biliniyor. TÜİK’in, 3 yıl aradan sonra “Ölüm İstatistikleri 2022” başlığı ile kamuoyu ile paylaştığı rapora göre 2000’li yıllardan itibaren 4 seviyesine yükselen kaba intihar hızının 2022’ye kadar sürekli bir artış gösterdiği görülüyor.  Özellikle 2017-2021 aralığında ani yaşanan 1,04 puanlık artış ise oldukça dikkat çekici. 2017-2021 yılları arasında yaşanan ani artışın ne kadarının, adaletsizlikten, hukuksuzluktan kaynaklandığını bilmiyoruz. Zira bu konuda resmi bir çalışma ve veri yok. Ancak toplu bir kıyıma uğratılan KHK’lılarla ilgili yapılan “3’üncü yılında OHAL’in Toplumsal Maliyetleri” isimli çalışmada KHK’lılar ve yakınları arasında kaba ölüm hızının toplumun geneline göre 2 kat, intihar oranının ise 35 kat fazla olduğunu gösteriyor. Son 7 yılda bilinen 140’tan fazla KHK’lı veya yakını umutsuzluk girdabında intiharı seçti. Elbette bu umutsuzluk sadece mevcut politikalardan kaynaklanmıyor. Bu aynı zamanda onları ötekileştiren, yaşamdan soyutlayan, damgalayan topluma karşı da bir umutsuzluk. Belki de en çok topluma karşı… Son olarak 18 yaşındaki Ayşe… Bu vatanın evladı bir genç “hepinize hakkım haram olsun” diyerek bitirdiği mektupla tren raylarına bıraktı bedenini. İzmir Buca Kırıklar cezaevinde tutuklu bulunan KHK’lı astsubay babasını ziyaret edip döndükten sonra, annesi ve kardeşinin evde olmadığı bir sırada, masasının üzerine hepimizin yüzüne tokat gibi çarpan, vicdanı olanlara kor olacak mektubunu bırakıp, Nergis istasyonuna gidip hayata veda etti. Mektubu yazıp, o istasyona gittiği zaman dilimi içinde dahi niyetinden vazgeçmemiş. Bu süreç ne kadarlık bir zaman dilimini aldı bilmiyorum. Ancak ani bir karar olmadığını gösteriyor. Belli ki, yaşadığı travma onda dönüşü olmayan bir kabule ulaşmış. Vefat eden Ayşe’nin annesi, görüş sırasında Ayşe’nin babasının “Genel af çıkar, herkesi çıkarırlar ama bizi çıkartmazlar” sözünden etkilenmiş olabileceğini belirtmiş. Sadece bu söz değil elbet, bu sözün altının dolu olduğuna dair gözlemi etkili olmuş olabilir. Zira, infaz düzenlemesi adı verilen ancak gerçekte apaçık bir af düzenlemesi olan son yasa ile tüm adli suçlara uygulanan infaz indiriminden sadece siyasi suçlular kapsam dışı bırakıldı. Ülkenin gençlerinde hâkim olan karamsarlık ve umutsuzluğun üzerine babasızlık, ekonomik zorluklar ve toplumsal tecrit de eklendiğinde Ayşe bu hayata devam etmek için bir neden bulamamış. Yaşamın güzelliğini ona hissettiren, onu sarıp sarmalayan bir toplum görememiş karşısında. Zira KHK’lıların yedi yıldır uğradıkları zulme duyarsız kalan sadece iktidar sadece siyasiler ve yargı değil. Nitekim mektubunda yargıya, siyasete değil bu zulme açıktan veya sessizliği ile onay veren topluma yani size, bize, bana hitap etmiş. Hakkını haram ettiği bizleriz, hepimiziz. Onu ölüme götüren bizleriz. Umudu da bizlermişiz aslında. Bize karşı yaşadığı hayal kırıklığı en büyük etken olmuş.
Ayşe mektubunda yargıya, siyasete değil bu zulme açıktan veya sessizliği ile onay veren topluma yani size, bize, bana hitap etmiş. Hakkını haram ettiği bizleriz, hepimiziz. Onu ölüme götüren bizleriz. Umudu da bizlermişiz aslında.
Ben o gencecik kızımızın yaşayamadığı hayattan, gerçekleştiremediği hayallerinden, babası ile ailece geçiremediği bayramlardan sorumluyum. Hayatı, “insan olarak” ve “insan kalarak” tamamlamak için bu sorumluluktan kaçamam. Eksik yaptığım, yapamadığım ne varsa var gücümle yapmak için çalışmaya devam edeceğim. Hukuksuzlukları haykırmaya devam edeceğim. Ayşe için ve başka Ayşe’ler “hakkım haram olsun” diyerek ellerimizin arasından kayıp gitmesin diye.  Ey siyasiler, ey yargı mensupları, siz ne zaman kendinizi sorumlu hissedeceksiniz? Velev ki babası, annesi suçlu olsun, kendisi masum olan tutuklu/hükümlü yakınlarına, sivil ölüme terk edilmiş bu ülkenin vatandaşı ailelere, çocuklara gıda yardımı, kırtasiye yardımı yapan, onların yaralarını sarmaya çalışan vicdanlı insanları dahi tutuklayarak ülkeye asayiş getirdiğinizi zannetmeye devam edecek misiniz? Başkaca tutuklu/hükümlü yakınlarına uygulamadığınız bu muamelenin sebebi nedir? Ve toplum; bu ölenler bizim insanlarımız, bizim gençlerimiz. 18 yaşında Ayşe size ne yaptı? Size nasıl bir kötülüğü dokundu? Onu neden bu kadar yalnız, savunmasız ve korunmasız bıraktık. Ayşe’nin hepimize hitaben kaleme aldığı mektup, sizi bir anlık dahi vicdanınızla düşünmeye sevk etmeyecek mi? Bu hukuksuzluk, sessiz yığınlara torpil geçer mi? İnsanını yaşat(a)madığınız devlet yaşar mı?