Tarihsel zaman ve dünya durup da Türkiye’de iktidarın, muhalefetin, muhalefete muhalefetin ve sivil toplumun keyfini ve iç çekişmelerini halletmesini beklemez. “Deveye boynun eğri demişler, nerem doğru ki demiş o da.”  Bir şeyin her hangi bir parçasının değil, her tarafının bozuk veya tamamının yanlış olduğunu anlatan bu sözü çok duymuşuzdur. Hele son yıllarda Türkiye’de her hangi bir toplumsal sorunu ele almaya kalktığımızda bolca kullanmış da olabiliriz. Tabii şimdi hangi La Fontaine masalında deveye eğri büğrü olduğunu hangi hayvanlar söylemiştir filan diye sormayacağız. Veya kendisi çölün ortasında vahadaki bir su birikintisinde mi imgesiyle karşılaşıp keşfetmiştir gibi bir soru ile de ilgilenmeyeceğiz. Her halükarda, deve bir deve olduğunun farkında. Deve olmanın nasıl bir şey olduğunun bilincinde. Yani kendisi ile tanışık. Hatta başkaları ne derse desin, kendini kabullenmiş ve belki de barışık. Peki ya Türkiye? Modern Türkiye devleti ve toplumu, kolektif özneleşme, bilinçlenme ve bütüncül demokratik gelişme sürecinin neresinde? YÜZLEŞME SEZONU Bu yazı için de yine okuyucudan gelmiş “biraz daha açmam” talebinden yola çıktığıma göre önce geçen günkü  o twitimi yazayım: Bedenen iri ama çelimsiz ve yalpalayan, demokrasisi de emekleyen bu ülkede, "yüzleşme" sezonu nihayet açıldı. "Ayna" ve "öteki" metaforlarıdır gidiyor. Aynaya bakan bakana. Birilerine ayna tutan tutana. Tam da dünya başka bir evreye geçerken, indirimler başladı. Haydi hayırlısı! “Bedenen iri ama çelimsiz” ifadesinin işaret ettiği obes veya hormonlu büyümüş, fakat gelişememiş Türkiye elbette. “Yalpalamak” ise başta “modern Batı” ve “geleneksel Doğu”, “özgürlükçü demokrasi” ve “otoriter siyasi İslam” olmak üzere tüm basmakalıplaşmış söylemler ve kutuplaşmış imgelemler arasında salınıyor olmak demek. Kolektif benliği “ya bir/ya da onun ötekisi” taraftan yana olmak, önce taklitler ile onunla özdeşleşmeye çalışmak demek.  Fakat günün sonunda arafta, sürekli kararsız, kafası karışık, istikrarsız, kendine ve ötekine bir güvenli bir güvensiz, yani kuşkucu ve varoluşçu beka endişeli kalmak demek. “Yüzleşme sezonu” ise Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” açılımına bir gönderme tabii ki. “İndirimlerin başlaması” da yıllardır zaten popüler entelektüel kültürde bolca ve gelişi güzel kullanılmakta olan “ayna” ve “öteki” kavramlarına. Özcü kimlik politikaları ile meşrulaştırılmış, yarılmış kimlik gruplarına ve kemikleşmiş ötekileştirme söylem ve retoriklerine. Yüzleşmenin, Türkiye’nin demokratikleşme yolunda en öncelikli ve ivedilikle halledilmesi gereken bir görevi olduğunu daha önce de defalarca yazdım. Bu görüşümde değişmiş hiç bir şey yok. Çünkü özgürlükçü, eşitlikçi ve çoğulcu demokratikleşme sürecinin bu önemli ve olmazsa olmaz basamağı atlanamaz. Fakat, bu sorun salt Kılıçdaroğlu’nun iyi niyet ziyaretleri ve “özür dilemeleri” ile çözülemez. Tüm “yurtsever” parti ve kesimlerce sürecin mutlaka hızlandırılması elzem. Bir an evvel “geniş demokratik toplumsal ittifak” kurulması ve bunun gündelik siyasi yaşamdaki davranışlarla ifade edilmesi gerekiyor. Kaldı ki, “yüzleşme” ve “bağışlama” meselesinin çok dikkat ve özenle ele alınması da şart. Zira bu “melez toplum” henüz “tek hörgüçlü mü, çift hörgüçlü mü” olduğunun bile farkında değil. Hatta daha sırtında ne gibi tarihi-coğrafi küfeler, başka yükler ve değerler taşıdığının da bilincinde değil. Bu kadar kırılganlık ve savunuculuk ile bugünün evrensel ekosistemindeki önemli yerinin ve tarihin dinamik akışındaki “kilit ve anahtar” rolünün nasıl ayırdında olacak bakalım? VE ZAMANLAMA Öte yandan, bugün dinamik dünyanın siyasi, iktisadi ve insaniyet tarihi son “Ukrayna krizi” ile ve hızla “yeni nesil savaş” zihniyeti ve teknolojileriyle bambaşka bir evreye geçti bile. Bu vesileyle geçmiş Soğuk Savaş dönemi kadar, “Batı”nın ve “Doğu”nun kanlı sömürgeci, gizli emperyalist ve kirli kapitalist güç ilişkileri dosyaları da birer birer açılıyor. Hem kötülükler ortaya saçılıyor ve sergileniyor. Hem de yeni felaket senaryoları ve dezenformasyonlar birbirleriyle büyük bir rekabet halinde yarışıyor. Türkiye kendisi gibi melez, sınır kolektif karakterli ve tampon bir ülke olan Ukrayna örneğinde veya “aynasında”, kendinin geçmiş, şimdiki ve yakın gelecekteki tarihi ile ne şekilde yüzleşecek bakalım? KOLEKTİF BELLEK VE BENLİK İster Ukrayna, ister Türkiye olsun, imparatorluklar çökerken ortaya çıkan “yenidoğan” ulus-devletlerin modern kurumsal yapılanması travmatik başlar. Ulusların toplumlaşması da nitekim etnik, din, dil, ideoloji, kültür, iktisadi ve siyasi yönlerden hayli meşakkatli bir özerkleşme, özgürleşme ve demokratikleşme sürecidir. Kolektif özne öncülünün tarihi, siyasi, iktisadi ve kültürel (“anacıl ve babacıl”) özne öncellerinden kopuşu görünürde ne kadar radikal olursa olsun, farklı derecelerde süreklilik mutlaka vardır. Ülkenin siyasi sınırları da sanıldığı gibi coğrafi veya katı değil; tersine, baştan itibaren “iç” ve “dış” arasında hayli geçirgendir. Yani yenidoğan ulus-devlet ”içerde” kaotik olduğu kadar, “dışarda” da hayli karmaşık siyasi ilişkiler, gürültülü ve kakofonik bir tarihi konjonktürel ortamda gelişme serüvenine başlar. Özetle, kolektif bilinç ve kolektif bellek, yani öznel kendilik anlatısı  ve “ulusal tarihi” de toplumun “kolektif öznesi” geliştikçe gelişebilir. İşte o da “kolektif benlik” olgusu, yani sosyal ve demokratik devlet yapılanması ile iç içe ilişkili olarak ve ancak o ölçüde olanaklıdır. ÖTEKİ VE AYNA METAFORLARI Türkiye gibi tarih yazını kendi içine kapanık, “resmi tarihi” savunucu ve baskıcı, akademik veya kültürel metodolojik yönlerden de muhafazakar ve kısıtlı kalmış bir toplum sadece kendine ve geçmişine yabancı kalmaz. “İçerde” otoriter olan devleti de, “dışarda” başka “güçlü” devletlerin kendi geçmişini anlatıları karşısında "dilsiz ve güçsüz” kalır. Tarihin değişen küresel siyasi konjonktürlere göre yeniden kurmaları karşısında da hassas, kırılgan veya geç kalır. Başka bir deyişle, “metaforik aynaların” nasıl sırlandığı son derece önemlidir. Elbette, özne-öncülü kendi kendini fark ederken de, kendisine dışardan tutulurken de, kendisi ötekilerini yüzleştirirken de kullanılan aynaları kast ediyorum. Örneğin, dış bükey (tümsekli) veya iç bükey (çukur) gibi türlü aynalar nesneyi oldukça farklı gösterirler, malum. “Ayna” düz veya nesnel de olsa, görülen ve gösterilen şeyin algısı ve yorumlanması özneldir.  Kolektif algı, zeka ve muhakeme öznenin bilişsel ve duygusal gelişmişliğine bağlıdır. Öznel yansıtma veya yansıtımsal özdeşimlerin farkındalığı oluşsa bile, kolektif bilincin gelişimi bağlamsal ve konjonktüreldir. Kolektif ben/öteki yarılmalarının aşılması tamamen ilişkiseldir. Sıklıkla vurguladığım gibi, demokratikleşme diyalojik ve performatif bir süreçtir. Yine, söz konusu olan ister Ukrayna, ister Türkiye olsun, her “doğuştan eksik olan kolektif özne öncülü de önce ilkel inkar, kitlesel bastırma ve bölme gibi mekanizmalarla içinde bulunduğu kaosu ayrıştırmaya, ayıklamaya ve temizlemeye çalışır. Kolektif “iç” ve “dış” dünyası parçalı ve eşgüdümsüzdür. Dış dünyadaki öncel öznelerini de parça nesneler olarak deneyimler ve görür. İçerdeki “iyi” ve “kötü” yaşantılarını da dışarıdakilere yansıtırak, onlarla parçalı (yansıtımsal özdeşim) ilişkiler kurar. Bazılarını idealize eder (söz gelimi sanayisi erken gelişmiş kapitalist ve modern Avrupa veya güçlü “hayali Batı”), bazılarını hem bedeninden hem de benlik-öncülünden dışlar, yerer ve yadsır. İç öteki veya dış öteki parçalı farkındalıkları ile bilinç-öncülleri de böyle böyle oluşur. BÜTÜNCÜLLEŞME VE TARİHİ KRİTİK DÖNÜŞÜMLER Yine daha önce de yazmış olduğum gibi, demokratikleşme; sekülerleşme, özerkleşme, özgürleşme gibi farklı gelişimsel süreçlerden oluşmuş “paket” bir bütüncülleşme serüvenidir. Bütüncülleşme; homojen bir bütünlük, birlik ve beraberlik sağlamak demek değildir. Böyle nihai bir ünite ne ideal bir hedeftir, ne de olanaklıdır zaten. İçerdeki ve dışardaki gürültülü kakofonik seslerin yeterince eşgüdümlü bir polifoniye dönüştürülmesi çabasıdır. Ekosistemik ve demokratik yaşamdaşlık ahlakına uyumluluk ve eşzamanlılık öncelikli ve önemlidir. Çünkü yüzleşme ile “içerdeki” dağınık yaşantı ve eşgüdümsüz tahayyüllerini kendi bütüncül imgesi ile ayna döneminde “dışardan” karşılaştıkça (yüzleştikçe ve yüzleştirildikçe)  radikal bir hayret, şaşkınlık ve yabancılaşma yaşanır. Fakat aynı zamanda da bilincin kendi(ni) farkındalığı ve simgesel özne oluşmaya başlar. Kolektif özne öncülü imgesel ve simgesel özdeşimlerle bu yarılmayı aşmaya çalışır. Bölünmüşlüğünü ve uyuşmazlığını aşamaması halinde ise kendilik imgesi hasarlı veya ezik kalır. Ulus-devletin çeşitli evrensel insani ve küresel demokratik ölçütler açısından değerleri düştükçe özneleşmesi iyice güçleşir. Dolayısıyla da giderek sadece evrenselci normatif ölçütlere göre değil, kendi öznel potansiyeline göre kof, hantal ve zamanın gerisinde kalır. Dahası, özne-öncülü ekosistemik ve dinamik oyunun dilini sökene kadar oyunun kendisi değişir. Kendisiyle oynanan ve kolaylıkla sömürülebilecek bir nesne olur.  ABD, AB, NATO, Rusya, Çin, BAE, vb hiç fark etmez; sadece etrafındaki oyuncular çoğalır. Sonuç ve daha da açık olarak, tarihsel zaman ve dünya durup da Türkiye’de iktidarın, muhalefetin, muhalefete muhalefetin ve sivil toplumun keyfi iç çekişmelerini halletmesini beklemez. Demokrasisi zaten lime lime olmuş, gelişmesi durmuş, hatta çöküşe geçmiş bu ülkenin rejimiyle filan, hele hele hangi partinin hangi ittifak ve kombinasyonla TBMM’nde kaç sandalye alabileceği hesapları ile hiç ilgilenmez. Madem ki yazıya bir twitle başladık, yine başka bir twitle  bitirelim: “Yıllardır bu toplumu içerden ve dışardan yaşayarak izlemiş, incelemiş, toplumcu ve eleştirel düşünen, yurtsever bir akademisyen ancak bu kadar yazar. Daha fazlasını yap(a)maz. 'Zamanında demiştik biz' demekten de asla keyif almaz. Duyan duyar. Anlayan anlar. Dikkate alan alır!”