İnsanlar merkezdeki partilere olan güvenini kaybetti ancak liberal demokrasiye olan inançlarını daha yitirmedi. Hâlâ verdikleri oy sonucunda değişen iktidarların, ülkenin gidişatını belirleyebileceğine inanıyorlar. Deniz Karakullukçu yazdı Geçtiğimiz on yılda akıl almaz bir histeri yaşadık. Popülistler bütün dünyayı kasıp kavuracak, “özgür dünya”nın bütün kazanımlarını çarçur edecek ve hatta Hitler’leri, Mussolini’leri, Franco’ları diriltecekti. 2010’lardaki göç dalgasının ardından Doğu Avrupa’daki ulusal-muhafazakâr hükümetler iyice güçlendi, aynı eğilimin Batı’da AfD’leri, Le Pen’leri de iktidara taşıyacağından korkuluyordu. Özellikle pandemiyle birlikte Avrupa kamuoyunda “popülist” partilere güven azalmıştı. Tam da Avrupa kurumsallığını temsil eden partiler yeniden itibar kazanmışken İtalya’daki erken seçimler (beklendiği gibi) işleri değiştirdi. Yakın tarihte İtalya’nın Avrupa’nın geri kalanına öncülük ettiği çok sayıda örnek mevcut. Almanya’nın hrer’i daha şansölye olmamışken İtalya’nın Duce’si vardı. Fransa’da Action Directe daha ortada yokken, Kızıl Tugaylar başbakan kaçırıp infaz ediyordu. Playboy iş adamlarının da hükümet kurabileceğini bize gösteren ilk kişi Trump değil Berlusconi’ydi. Beppe Grillo Beş Yıldız Hareketi’ni kurduğunda, Avrupa’nın geri kalanı doğrudan demokrasi soslu sistem karşıtlığıyla tanışmamıştı bile. Bu sefer Batı Avrupa’nın ilk ulusal-muhafazakâr hükümetini kurmak da İtalya’ya kısmet oldu. Giorgia Meloni, İtalya’nın neo-faşist hareketten gelen ilk başbakanı. Daha 15 yaşındayken Mussolini rejiminin apolojistliğini üstlenen İtalyan Sosyal Hareketi’nde siyasi aktivizme başlamış. Kampanya döneminde dilinden düşürmediği “Dio, patria, famiglia” (Tanrı, vatan, aile) mottosu da o yıllarından kalma. Eğer seçimlerden önce Avrupa “merkez medya”sının haberlerini ve köşe yazılarını okuyup havalı unvanlara sahip sosyal bilimcilere itibar ettiyseniz kafanızda muhtemelen 30’ların Faşist İtalya’sı belirmiştir. Hatta Meloni iktidara geldiğinde ülkedeki göçmenleri Pozallo limanından denize dökeceğini, eşcinselleri kazığa geçireceğini veya ülkenin anahtarlarını Putin’e teslim edeceğini düşünmüş bile olabilirsiniz. Gelgelelim, gerçek hayatta işler pek öyle yürümüyor. Avrupa’nın “yaramaz çocuğu” Polonya’nın, Ukrayna’daki savaş sonrasında nasıl bir anda AB’nin savaştaki en önemli oyuncularından biri hâline geldiğini hatırlayalım. Benzer şekilde Meloni de kısa sürede AB karşıtlığının bayraktarı olmaktan çıkıp Brüksel elitiyle samimi pozlar veren NATO ve Ukrayna yanlısı bir başbakana dönüştü. Mesela ilk yurtdışı gezisini Avrupa Konseyi Başkanı Ursula von der Leyen’e yaptı. İtalya, enerji krizinin yanı sıra mali teşviklerin ve emeklilik yaşının düşürülmesinin beraberinde getirdiği külfetlerle boğuşuyor. Bu nedenle AB’nin COVID-19 kurtarma fonundaki 190 milyar avro hükümete tatlı gelmiş olabilir. Peki, söyleminin ana omurgasını göç karşıtlığının oluşturduğu bir siyasetçinin iktidarında, ülkeye kaçak göçmen girişlerinde önceki yıla göre %880'lik bir artış yaşanmasına ne diyeceğiz? Kimse Meloni’den mitinglerde söylediği gibi Kuzey Afrika’dan gelen göçmen botlarını durdurmak için kıyıya savaş gemileri dizmesini beklemiyordu. Ancak İtalya’nın bu sorunu tek başına çözemeyeceğini ve sınır güvenliğini sağlamada Avrupa’ya muhtaç olduklarını söylemesi, Meloni’nin iktidara gelmeden önceki güçlü duruşuyla tamamen çelişiyor. Koalisyonundaki partiler arasında homurdanmalar başladı bile. Göç karşıtlığı ve güvenlikçi politika vaatlerini yerine getiremeyen Meloni, özellikle hükümetin ikinci adamı Salvini’nin Lega partisinden eleştiri oklarının hedefi oluyor. Meloni hükümeti bana biraz Sarkozy’yi hatırlatıyor. O da kampanyasını göç karşıtlı üzerine kurmuş, seçildikten sonra adeta göç yanlısı politikalar izlemişti. Sarkozy iktidarından sonra, Fransa’nın “klasik sağ” seçmeninin büyük bölümü “radikal sağ”a yöneldi, "Les Republicains" ise o zamandan beri bitkisel hayatta.
Soru şu: Seçmen değiştiği için mi Le Penin oyları artıyor, yoksa Le Pen değiştiği için mi seçmen ona yöneliyor?
Dünyanın her yerinde seçmen önce somut bir sorun karşısında çözüm vaadinde bulunan görece ılımlı kitle partilerine şans veriyor. Sarkozy’nin göçmen krizine çözüm getirememesi (veya getirmemesi) Marine Le Pen’i 2012’de önce yüzde 17’ye taşıyarak ilk turda en çok oy alan üçüncü aday hâline getirdi. Sonrasında Le Pen, 2017 ve 2022’de ikinci tura kalıp sırasıyla yüzde 33 ve 41 oy aldı. Mesela AfD de pandemiyle birlikte oy kaybeden partiler arasında. Merkel 1 milyon Suriyeli sığınmacı kabul ettiğinde, henüz beş yaşında olan AfD, Almanya’nın en büyük üçüncü partisi oldu. Almanya’nın aşırı sağa yönelik temkinli yaklaşımı göz önüne alınınca, işin ciddiyeti daha iyi anlaşılıyor. Peki AfD’nin oyları düşünce temsil ettiği söylem unutuldu mu? Tam tersine, merkez siyaset, İngiltere’de UKIP’i Almanya’da AfD’yi, Fransa’da RN’i yenmek için göç konusunda daha sert bir tavır almaya başladı. Danimarka sosyal demokratlarının göçmen politikasının İsveç’in aşırı sağcılarınınkine ne kadar yakın olduğuna bakmanızı öneririm. İki partinin de kendi ülkelerinde iktidar ortağı olması şaşırtıcı değil. Soru şu: Seçmen değiştiği için mi Le Pen’in oyları artıyor, yoksa Le Pen değiştiği için mi seçmen ona yöneliyor? Mesela geçen seneden beri karşımızda Başbakan Elisabeth Borne'dan "siyasi profilleri ne olursa olsun" "aşırılık yanlısı grupları" dağıtmasını isteyen bir Marine Le Pen görüyoruz. Oylarını artıran, iktidara bir adım daha yaklaşan siyasetçiler kendisini merkeze çekmek, “makul siyasetçi” imajı çizmeye çalışıyor. Peki, Meloni’ler ve Le Pen’ler göçmen krizini çözecek iradeyi göstermezse n’olacak? Seçmen “bu elemanlar fos çıktı, biz yine mührü bildiğimiz partilere basalım” mı diyecek, yoksa daha radikal alternatifler mi ortaya çıkacak? Ben ilk ihtimali kabul edip ikinciye burun kıvırmayı bir kibir göstergesi olarak görüyorum. Medya, akademi ve konvansiyonel partiler siyaseti, güçlü akan bir nehir olarak görüyor: Suyun akışı zaman zaman bir o yana, bir bu yana gider; ancak er ya da geç yolunu bulur, nehrin ana akımına döner.
Avrupada bürokratik oligarşi, insanların somut taleplerini dile getiren partilere balans ayarı” çekmeye devam ettikçe AB karşıtlığının geniş çaplı bir sistem karşıtlığına dönüşmesinin de önü açılacak.
Bu yaklaşım, insanların hayatında kritik önem taşıyan sorunların onlarca yıldır ciddiye bile alınmamasını doğurdu. “Aşırı” sağın yükseldiği her ülkenin ortak noktası; uluslararası toplumun ve demokratik siyasetin onları umursamaması. Mesela Almanya’nın Yeşiller üyesi dışişleri bakanı Annalena Baerbock, Alman seçmenin ne düşündüğünü ya da hayatlarının ne kadar zorlaşacağını umursamadan Ukraynayı ön planda tuttuğunu” söyleyebiliyor. Bütün bunlara rağmen, insanlar merkezdeki partilere olan güvenini kaybetti ancak liberal demokrasiye olan inançlarını daha yitirmedi. Hâlâ verdikleri oy sonucunda değişen iktidarların, ülkenin gidişatını belirleyebileceğine inanıyorlar. Ancak seçtikleri en radikal, en cevval siyasetçilerin de mevcut sistem içinde hareket alanı ve gücü olmadığı kanıtlanınca ne yaşanacağını merak ediyorum. Bu siyasetçiler vaatlerini yerine getiremediğinde karşı tarafın onları laf ebeliğiyle ve insanlara hayal satmakla suçlayacağını biliyoruz. Geçmişte, sorunları inkâr etmek sonuç vermeyince, “sorunların farkındayız ancak insan hakları ve hukukla çözeceğiz” şeklinde bir oyalama söylemi icat edildi. İnsanlara günlük hayatta karşılaştıkları problemleri “aşırılık” kisvesi altında sunduğunuzda fikirlerini değiştirmek yerine gerçek aşırılıkları normalleştirmeye başlarlar. Dolayısıyla Avrupa’da bürokratik oligarşi, insanların somut taleplerini dile getiren partilere “balans ayarı” çekmeye devam ettikçe AB karşıtlığının geniş çaplı bir sistem karşıtlığına dönüşmesinin de önü açılacak.