Putin’in göz ardı ettiği noktalardan biri de AB’yi silahlanmaya ittiğidir. Özellikle, 2008’deki Gürcistan ve 2014’teki Donbas ve Kırım işgallerinden sonra Avrupa’da hâkim kanı Rusya’nın ancak sert güçle durdurulabileceğidir.
2000’li yılların başından itibaren dünya siyasetini çokça meşgul eden ve sayısız sosyo-politik depreme neden olan Orta Doğu’daki fay hatları yavaş yavaş Avrasya bölgesine doğru kaymaya devam ediyor. Pandemi nedeniyle dondurulan bazı anlaşmazlıklar bölge aktörleri arasındaki tansiyonun yükselmesiyle tekrar erimeye ve hatta kaynamaya başladı. Trans-Kafkasya, ön Avrasya ve Balkanlara kadar yayılan geniş bir alanda cereyan eden endişe verici gelişmeler devletler arası yeni jeostratejik dengelerin dünyanın bu bölgesinde belirlenebileceğinin güçlü sinyallerini vermektedir. Geniş katılımlı bir bilek güreşi müsabakasını andıran restleşmeler ise sancıları şimdiden şiddetlenen ve yeni bir krize doğum yapmaya hazırlanan Avrasya’nın göbeğindeki Ukrayna olarak öne çıkmaktadır.
Geride bırakmaya hazırlandığımız 2021 yılı içerisinde Rusya’nın ikinci defa Ukrayna sınırına yoğun askeri yığınak yapması hiç şüphesiz ki saldırı ihtimalini artıran bir faktör. Özellikle, geçtiğimiz haftalarda Batı ve Rusya arasında nazik tehditlerin ve karşılıklı ültimatomların havada uçuşması iplerin kopma noktasına geldiğini göstermektedir. Kremlin’in Batı ile olası müzakerelerin davetiyesini sahadaki sert güç gösteri ile iletmesi bir kez daha kabul görecek gibi. Lakin tehdit yolu ile diplomasi masasına davet birtakım riskleri de beraberinde getirebilir.
TEHDİT DİPLOMASİSİ
Son günlerde Batı ile Rusya arasındaki ültimatom takasında Kremlin’in Beyaz Saray’a ilettiği talepler listesinin başında yer alan NATO’nun Doğu genişlemesinin durdurulmasına dair hukuki güvence, söylem ve ton açısından en çarpıcı olanıydı. Ukrayna’daki bütün Batı menşeli askeri unsurların ve silahların ülkeden çıkartılmasını şart koşan Kremlin, söz konusu bu taleplerini AB ve NATO gibi aktörleri yok sayarak direkt Beyaz Saray’a iletti. Ukrayna konusunda sadece ABD ile muhatap olma niyetini açıkça ortaya koyan Kremlin, AB ve NATO’nun bu krizde yeteri kadar söz sahibi olamayacağının altını çizerek Soğuk Savaş benzeri bir ‘Süper Güç Diplomasisi’ eğiliminde olduğunu gösterdi.
Beyaz Saray ise diplomatik bir manevra ile cevabını Stoltenberg aracılığıyla iletti. NATO Genel Sekreterinin ‘Ukrayna ile müzakereler devam edecek’ açıklamasına Beyaz Saray Sözcüsü Jen Psaki destek vererek NATO’yu tekrar oyuna dahil etti. Kremlin’in sertleşen tonuna karşı ‘Rusya ile güvenlik konularını konuşmaya hazırız ancak NATO’nun genişleme politikalarını Rus tarafı ile konuşmayacağız’ şeklinde paralel bir açıklama yapan Psaki, ABD’nin müzakere esnekliğinin sınırlarını da çizmiş oldu. Bir diğer deyişle Avrasya’da son kartlar da açılarak taraflar arasında ‘blöf’ ihtimali şimdilik ortadan kalkmışa benziyor.
Tehdit diplomasisinin illiberal demokrasilerin otokrat liderleri tarafından sıkça tercih edildiğini biliyoruz. Lakin, Putin diplomasisinin göz ardı ettiği noktalardan bir tanesi de Rusya’nın bölgesel krizlerin çözümüne dair artarak devam eden sert güç yaklaşımının AB gibi askeri harcamaları son derece düşük olan bir ‘yumuşak güç’ unsurunu silahlanmaya ittiğidir. Özellikle, 2008’deki Gürcistan ve 2014’teki Donbas ve Kırım işgallerinden sonra Avrupa’da hâkim olmaya başlayan kanı Putin Rusya’sının ancak ve ancak ‘Sert Güç’ ile durdurulabileceği yönündedir.
Almanya ve Fransa modernize edilmiş Avrupa Ordusu için prensip kararı aldı. Baltık 3’lüsü, Polonya, Romanya ve Bulgaristan Rus tehdidi karşısında askeri pakt kurdu. İsveç ve Finlandiya NATO üyeliğini dillendiriyor.
Son yıllarda AB üyesi ülkelerin askeri harcamalarına dair veriler de bu durumu doğrulamakta. Örneğin, Rusya’nın Kırım’ı işgal ettiği 2014 yılından itibaren NATO üyesi AB ülkelerinin toplam askeri harcamalarında %20 gibi bir artış kaydettiğini görmekteyiz. Her ne kadar Trump döneminde yaşanan Trans-Atlantik ilişkilerdeki krizler ana sebep olsa da Almanya ve Fransa modernize edilmiş bir birleşik Avrupa Ordusu tesisi için prensip kararı aldılar. Küçük ülke olarak tanımlanan (small-states) Baltık 3’lüsü, Polonya, Romanya ve Bulgaristan artarak devam eden Rus askeri tehdidi karşısında kendi aralarında fiili bir askeri pakt kurdular. Periyodik olarak düzenledikleri tatbikatların kamuoyuna sundukları ana sebebi ise ‘Rusya’nın saldırganlığı’.
Daha da çarpıcı olanı İsveç ve Finlandiya gibi tarafsızlıklarıyla bilinen ülkelerin de bu gelişmelere kayıtsız kalamayarak NATO üyeliğini dillendirmeye başlamalarıdır. Rus savaş uçaklarının ve denizaltılarının periyodik olarak İsveç hava ve deniz kıta sahanlığı ihlalleri geçtiğimiz sene İsveç Parlamentosunun NATO üyeliğine 145 ret oyuna karşı 204 kabul oyu ile yeşil ışık yakmasıyla sonuçlandı. Finlandiya ise tarihindeki en büyük askeri yatırımlarından birini gerçekleştirerek 64 adet F-35A yeni nesil savaş uçağı alımı için Lockheed Martin ile anlaşma imzalandığını duyurdu.
Risk almama konusunda ihtiyatlı bir lider olarak bilinen Putin tüm bu gelişmeler karşısında nasıl bir strateji izleyecek? Rus lider gerçekten ne istemekte ve/veya neyi hedeflemektedir? Putin’in gerçekten Ukrayna’yı tamamen ele geçirmek gibi bir niyeti olabilir mi?
KÖPRÜDEN ÖNCE SON ÇIKIŞ
1994 yılında ABD, Birleşik Krallık ve Rusya tarafından imzalanan Budapeşte Memorandumu uyarınca nükleer silahlarını iade eden Ukrayna’nın toprak bütünlüğü tanınmış ve gelecekte Ukrayna’ya karşı silahlı güç kullanılmayacağına dair resmi güvenceler verilmişti. 2014 yılında Kırım ve Donbas bölgesini işgal ederek altında imzası olan bir anlaşmayı resmen ihlal eden Rusya ise bu durumu NATO’nun mütemadiyen Rus sınırlarına doğru genişlemesine ‘önlem’ olarak açıklıyor. NATO’nun Rus sınırlarına doğru genişlediği şüphesiz bir gerçektir. Ancak Rus tarafının ‘kasıtlı’ olabilecek bir şekilde atladığı nokta ise Rusya’nın da Gürcistan ve Ukrayna üzerinden NATO’ya doğru genişlediği ve genişleme eğilimine devam edebileceği gerçeğidir.
Şimdilik barutsuz çalan savaş davullarının gölgesinde böylesi bir paradigmanın salt dış politika ve güvenlik kaynaklı olmadığını belirtmek gerekir. Rusya’nın Ukrayna ısrarının altında yatan jeopolitik nedenler kadar sosyolojik, ekonomik ve iç siyaset kaynaklı dinamiklerin de önemli bir rolü var. Özellikle, sanayisini çeşitlendirememiş ve yer altı kaynaklarına bağımlı bir ekonomi (petro-state) olan Rusya, pandemi döneminde oluşan finansal komplikasyonları halen bertaraf edebilmiş değil. 2020 yılında taban yapan enerji fiyatlarının geçtiğimiz sene nispeten normale dönmesi dahi Rus ekonomisinin içinden geçmekte olduğu buhrana çare olamadı. Rusya Merkez Bankası önlem olarak son bir yılda dördüncü kez artırıma giderek faizleri %8.5 seviyesine çıkartmak zorunda kaldı. Putin’in ‘faizlerin yükseltilmemesi durumunda Rusya’nın sonunun Türkiye’ye gibi olabileceği’ açıklaması ülkemiz açısından trajik bir örneklendirme olsa da Rus ekonomisinin durumu hakkında betimleyici olmuştur.
Buna ek olarak, resmi rakamlara göre 350 bin fakat gayri resmi tahminlere göre Rusya’da Covid-19 ve kaynaklı ölüm oranlarının 1 milyonu geçtiği belirtilmekte. Bütün bu olumsuz faktörlere Putin’in Rus halkı nezdinde hızla eriyen popülaritesi eklendiğinde durum Kremlin açısından daha da çetrefilli bir hal alıyor. Örneğin, Rusya’nın tek bağımsız sosyolojik araştırma şirketi olan Levada’nın yayımladığı son ankete göre Putin’in halk nezdinde gördüğü destek %70’lerden %28’lere düşmüş durumda.
Her 100 Ukraynalıdan 72’si Rusya’yı düşman olarak algılamakta. Rusya ile Ukrayna’nın ‘tek millet iki devlet’ olduğunun altını çizen Putin için zor bir gerçeklik. Ukrayna halkının bir gerilla savaşına hazırlandığı gerçeğini de eklemeli.
Ukrayna halkı nezdindeki Putin ve Rusya algısı ise daha vahim veriler sunmakta. Ukrayna’nın önde gelen araştırma şirketlerinden ‘Reyting’ grubunun yayımladığı son rapora göre her 100 Ukraynalıdan 72’si Rusya’yı ‘düşman’ olarak algılamakta. Rusya ile Ukrayna’nın ‘tek millet iki devlet’ olduğunun her defasında altını çizen Putin için bu kabullenmesi zor bir gerçeklik. Ancak bu durumu askeri bir müdahale ile düzeltebileceği sanısı daha da büyük bir yanılgı olabilir. Zira olası bir işgal durumunda Rusya’nın uluslararası ödeme sistemi SWIFT’den çıkarılması dahil Rus ekonomisinin kaldıramayacağı kadar ağır yaptırımların gündeme geleceğine kesin gözüyle bakılıyor.
Bütün bu faktörlere mevcudiyeti 400 bini bulan Ukrayna silahlı kuvvetlerinin yanı sıra Ukrayna halkının da kişisel girişimlerle örgütlenerek bir gerilla savaşına hazırlandığı gerçeği de eklenmeli. İki ordu arasındaki ateş ve silah gücü farkı çok büyük. Lakin, topyekûn bir savaş senaryosunda Rus güçlerinin verebileceği zayiat tahmin edilenin çok daha üzerinde olabilir. Dolayısı ile Rusya’nın Ukrayna’yı elde tutabilmesi Putin açısından ‘demirden leblebiyi’ ısırmaya çalışmak olabilir. Zira Rus ordusunun Kiev sokaklarında düzenleyeceği olası bir geçit töreninde askerlerin üzerine ‘çiçekler’ yağdırılacağını düşünmek oldukça iyimser ve romantik bir yaklaşım gibi gözükmektedir. Sonuç olarak, Kremlin’in risk-getiri hesaplamasını çok dikkatli yapması gereken bir durum. Günün sonunda Ukrayna’da olası bir askerî harekât ve Kırım benzeri bir toprak kazanımı üzerinden yaratılacak ‘milliyetçi furya’ sosyo-ekonomik gerçekler karşısında Kremlin’i geri dönüşü olmayan bir çıkmaza sokabilir.
‘BULAŞICI DEMOKRASİ’
Otokratların megaloman yapıları ve irrasyonel dünyaları onların demokrasiyi bulaşıcı bir hastalık olarak görmelerine sebebiyet verebilir. Dolayısı ile, kendi topraklarında ve hatta komşu ülkelerde bile demokratik yönetimlere tahammülleri olmayabilir. Bunun temel sebebi ise demokratik filizlenme neticesinde ortaya çıkabilecek sivil toplum örgütleri, açık ve şeffaf seçimlerin düzenlenebildiği bir siyasi anlayışın toplum tarafından benimsenmesi ve özümsenmesiyle otokrat rejimlere karşı en büyük tehdit unsuruna dönüşebilme ihtimalidir. Putin Rusya’sının en temel korkularından bir tanesi de Ukrayna üzerinden (daha sonra Beyaz Rusya’ya da sıçrayabilecek) kendisini çevreleyebilecek bir demokrasi çeperinin belirme ihtimalidir. Rusya’nın kendisine bir bulaşıcı hastalık gibi sıçrayabileceğini düşündüğü bu ‘demokrasi’ kaygısı NATO kaynaklı askeri endişelerinin de ötesine geçmiş gözükmektedir.
Ukrayna’nın demokrasi adına kat etmesine gereken yol çok uzun. Halen işlevsel ve mükemmellikten çok uzak olan demokrasileri bir geçiş sürecinde. Özellikle yolsuzluk, siyasi oligarşi ve nepotizm ‘şeytan üçgeniyle’ daha kararlı bir mücadelede gerekiyor. Ancak, Ukrayna’yı an itibariyle Rusya’dan farklılaştıran en önemli faktör Ukraynalıların bir demokrasi tercihi yapması ve bu yola girmesi olarak öne çıkmaktadır. Seçimlerin bile göstermelik yapıldığı, muhalefetin ya öldürüldüğü ya da mahkûm edildiği bir Rusya için Ukrayna halkının başkanlarını ve parlamentoyu seçim yoluyla değiştirebilmesi eski Sovyet coğrafyasına ‘yeni adet getirmek’ olarak tercüme edilebilir.
Sonuç olarak, Ukrayna krizi Putin’in iktidara gelişiyle beraber güncellenen Rus siyasi kodlarını çözebilmek adına bizlere çok önemli veriler sunmaktadır. Meseleye Rusya açısından baktığımızda Ukrayna krizi kendisine uluslararası arenada ‘Süper Güç’ statüsünü geri elde edebilmesi için beklediği fırsatı sunabilir. Ancak, çok katmanlı ve domino etkisi yaratabilecek risklerin mevcudiyeti Kremlin’in ve dolayısı ile Putin güç kaybıyla sonuçlanabilir. Çok denklemli bu krizin tırmanması durumunda herkes için ‘kaybet-kaybet’ sonucu doğurabileceği çok yüksek bir ihtimal olarak gözükmektedir.