Loading...
Emeğin bugünkü yalnızlığının nedeni ekonomide hâkim olan neoliberal düşünce olduğunu düşünmüyorum. Zira neoliberalizmin yükselişi 1970’lerin sonu, 1980’lerin başlarına rastlar. Oysa emek bu tarihlerden çok daha öncede de sahipsizdi.Sanayileşme ile ortaya çıkan toplumsal dönüşüm süreci, toplumsal düzlemde ister istemez emek ve sermaye arasında bir kutuplaşmayı da beraberinde getirmiştir. Ülke sanayileşmede ne kadar derinleşirse, bu kutuplaşmanın boyutu da o denli artmaktadır. Dahası bu kalkınma anlayışı ve beraberindeki uygulamalar, toplumsal olarak emek ve sermaye eksenin bir de “bölüşüm mücadelesinin” kaynağını oluşturmuştur. Bir yandan sermaye birikiminin motoru olarak düşünülen sermaye grupları, diğer yandan bu mücadelede refahını arttırmanın ve daha iyi bir yaşam inşa etmenin mücadelesini veren bir emek sınıfı ortaya çıkmıştır. Bu mücadeledeki kesimlerin amaçlarının taban tabana farklılığı da mücadelenin ne yönde evrileceğinin ipuçlarını vermiştir. İktidarı ve muhalefeti ile siyasi müesses nizamın amacı ülkenin kalkınması, hem de hızlı kalkınması ise o günkü kalkınma anlayışına göre, ülkenin sanayileşmesi ve bunun içinde hızlı bir şekilde sabit sermaye birikimi üzerinden üretim kapasitesi oluşturması gerekmektedir. Kanımca ülkemizde geçerliliği olan tüm siyasi anlayışların ana hedefi kalkınma eksenli bu görüştü. Aralarındaki tek fark ise, bu birikim süresi zarfında mülkiyet meselesine bakışlarında ve sermaye üzerinde kamunun kontrol gücü bakından sahip olunan farklılıklardı. Ama kalkınma meselesine ortaklaşa bakış açılarında çok fazla farklılık yoktu. Örneğin ülkemizdeki solu (veya ortanın solunu) temsil ettiğini düşünen CHP’nin bile kalkınma konusunda farklı bir bakışı yoktu. Sağ partilerle birlikte kalkınmayı amaç olarak ortaya koyarken, kamunun sabit sermaye birikimi sürecinde daha aktif rol alması gerektiği düşüncesi önemli bir farkı oluşturuyordu. Sermaye birikiminde devlet kendine ait birikim sürecinin sahibi olarak daha aktif rol alçak ve özel sektör sermaye birikimi üzerinde devletin etkinliği daha fazla hissedilecektir. Neticede CHP’de kalkınmayı sanayileşme ve sermaye birikimi meselesine indirgemiş ve emek-ve-sermaye arasında ortaya çıkan mücadelede ülke menfaatleri bakımından sermayenin önemini kabul etmiş ve sahiplenmiştir. Kalkınma anlayışı ve bu anlayış içinde emek ve sermayeye biçilen roller bakımından sağ siyasetle ciddi bir fark söz konusu değildir. Buna göre ülkemizdeki sağ ve CHP’nin temsil ettiği sol her zaman sermaye birikimini sağlayacak sermaye kesimlerinin yanından rol almışlardır. Bu mücadelenin şiddetini yumuşatmak için zaman zaman CHP emek lehine birtakım kazanımlar sağlayacak, ama sermaye birikim sürecinin de aksamadan devam etmesini temin edecek düzenlemelerin yanında olmuştur. Diğer bir deyişle ülkemizdeki siyaset dünyada hâkim olan kalkınma anlayışını veri alarak, kendilerine emek ve sermaye arasındaki mücadelede bir pozisyon belirlemişlerdir. Ama amaçları kalkınmak olduğu için de kaçınılmaz olarak sermayenin yanında rol almışlardır. Emeğin bu kalkınma anlayışı içindeki rolü birikim sürecinin tamamlayıcısıdır; ama hiçbir zaman öznesi olmamıştır. Emeğin yanında görünenler bile böyle bir kalkınma anlayışını benimsedikten sonra, büyüme ve ekonomik istikrar sağlamak uğruna, de facto olarak sermaye birikimini ve sermaye sınıfını gözetmek zorunda kalmışlardır. Ülkemizde ve dünyada kalkınmaya bakış açısında değişikliğe gitmeden, emek ve sermaye arasındaki konumumuzu tekrar belirlemeye olanak yoktur. Öncelikle kalkınmaya ve sermaye birikimine öncelik veren, bunun sonunda emek-ve-sermaye arasında zorunlu olarak siyasi bir pozisyon almamızı bize direten anlayışın terk edilmesi gerekmektedir. Zira şu anda hâkim olan bu anlayış, istesek de istemesek de bizleri sermayenin yanında pozisyon almaya zorlamakta, emeği ise yeterince sahiplenemememize neden olmaktadır. Bu sebeple bugün tüm dünyadaki sermayenin avantajlarının kaynağını neoliberalizmden önce bu kalkınmaya anlayışında aramak gerekmektedir. Bu anlayış devam ettikçe emeğin sahiplenebilmesi mümkün değildir.