Anksiyete bozukluğu pandemisi ve nörobilimsel temelleri

Abone Ol
Pandemi ve arkasından gelen geçiş sürecinde, insan davranışını anlamlandırma çabamızda karşılaştığımız en ağırlıklı etkenlerden biri ise maalesef giderek ağırlaşan bir ruhsal pandemi tablosu: anksiyete (kaygı) bozukluğu.

Loading...

Davranış bilimleri alanında yürüttüğümüz çalışmalarda, insan beyninden toplumsal dönüşümlere uzanan geniş bir alanda araştırma yapma zorunluluğu ortaya çıkıyor. Zira insan davranışı, beyinde o esnada hangi bölgenin aktive olduğundan başlayıp, o gün dünya gündeminde meydana gelen olaylara kadar, mikro evrenlerden makro etkenlere uzanan dev bir bilinmezler havuzundaki binlerce değişken tarafından şekillendiriliyor. Bu nedenle anlaması, çözümlenmesi ve yorumlanması oldukça güç olan bir alandan bahsediyoruz. Makro faktörler arasında özellikle son iki yılda karşımıza çıkmaya başlayan, daha önce en azından bizim neslimizde hiç tecrübe etmediğimiz faktörler ise bizleri zorunlu olarak yeni araştırma alanlarına yönlendiriyor. Pandemi ve arkasından gelen geçiş sürecinde, insan davranışını anlamlandırma çabamızda karşılaştığımız en ağırlıklı etkenlerden biri ise maalesef giderek ağırlaşan bir ruhsal pandemi tablosu: anksiyete (kaygı) bozukluğu. 2020 yılında küresel çapta depresyon % 28, anksiyete bozukluğu ise %26 oranında arttı. Türkiye, ne yazık ki, pandemi sonrası depresyon ve anksiyete vakalarının artışında Avrupa'da ilk sırada yer alıyor.  Laboratuvarımızda yürüttüğümüz son çalışmada, sahada karşımıza çıkan bu çok önemli etken nedeniyle ekip olarak anksiyete konusuna eğilmek zorunda olduğumuzu anladık. Bu konudaki bilgimiz derinleştikçe de aslında nasıl bir sorunun ve acilen çözümler üzerinde çalışılması gereken bir pandeminin içinde olduğumuzu idrak etmeye başladım. Dolayısıyla bu hafta, kaygının temellerine inip nörobilimin bu alanda bizi aydınlatan çalışmaları üzerinden hepimizin hayatını derinden etkileyen bu sorunla ilgili bulguları aktarmak istiyorum. Ülke ve dünya koşulları ve pandeminin ruhsal sağlığımız üzerinde bıraktığı ağır etkiler, bu soruna hem bireysel hem de toplumsal düzeyde eğilmemizi zorunlu kılıyor. Bu farkındalığı ne kadar erken yakalarsak, o kadar az acı çekeceğiz. İlk olarak stresten başlayalım: Stres, genel olarak homeostaz için gerçek veya algılanan bir tehdit durumu olarak tanımlanıyor. Homeostaz, özellikle fizyolojik süreçlerde, birbirine bağlı farklı unsurlar arasında istikrarlı bir denge durumuna olan eğilim olarak tanımlanabilir. Vücudun fizyolojik süreçlerini bu denge durumunun dışına taşıyacak olan olası tehditler ise stres olgusunun kaynağını oluşturuyor. Bu gibi uyaranların (tehdit olarak “algılanan” durumların) varlığında vücudun dengesini sürdürülebilmesi için stres yanıtı olarak bilinen endokrin, sinir ve bağışıklık sistemlerini içeren karmaşık bir dizi sistem aktif hale geliyor. Stres durumunda beynin ilk tepkisi böbrek üstü bezlerinden epinefrin ve norepinefrin salımını tetiklemesi yönünde olur. Evrimsel olarak bu süreç, tehdit durumunda hayatta kalma ve dolayısıyla türün devamlılığı ile doğrudan ilişkilidir. Zira yaşamsal bir tehdidin savuşturulması için stres yaratan uyaran konusunda ani bir tepki verilmesi gerekir. Epinefrin ve norepinefrin, kalp atış hızını ve kan basıncını arttırır, farkındalığın artabilmesi için göz bebeklerini genişletir, solunum hızını ve kaçma durumuna hazırlık yapılabilmesi için kaslarda glikoz kullanımını arttırır. Tüm bu değişimler, vücudu savaş ya da kaç tepkisi (fight or flight) olarak bildiğimiz duruma hazırlar. Hem duygusal bileşenler hem de altta yatan sinir sistemi tepkileri açısından stres ve kaygı arasında önemli bir örtüşme var. Ancak stres hem kaçınma (kaygılanma) ve hem de proaktif tepkileri kapsayabiliyor. Buna karşılık, stres tepkisi ile ilişkili hormonal aktivasyonun yokluğunda bile korku ve kaygı yaşanabiliyor. Özetle kaygı; stres etkeninin olmadığı durumlarda bile ortadan kalkmayan ısrarlı, aşırı endişe durumu olarak tanımlanıyor.
Pandemi sonrası araştırmalarda sıklıkla karşılaştığımız ve kendi hayatımızda da tecrübe ettiğimiz olgu, “hiçbir şeye konsantre olamamama” durumu. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri de anksiyete bozukluğu.
Anksiyete bozuklukları, akut ve kronik strese yanıt vermek için gelişen tipik devreleri tetikliyor. Beyinde amigdala, HPA ekseni, ventral striatum ve prefrontal korteks dahil olmak üzere bu sürece dahil olan birden fazla bölge var.  Bilişsel etkilerle ilgili olarak da stres ve kaygının benzer şekilde davrandığı söyleyebiliriz: Stres ya da kaygı altında dikkatimizi “algılanan” tehdide tahsis ettiğimiz için başka alanlarda gereken odaklanmayı sağlamamız mümkün olmuyor. Pandemi sonrası araştırmalarda sıklıkla karşılaştığımız ve kendi hayatımızda da tecrübe ettiğimiz olgu, “hiçbir şeye konsantre olamamama” durumu. Bu durumun en önemli sebeplerinden biri de anksiyete bozukluğu: Aslında herhangi bir tehdit unsuru olmayan uyaranları da tehdit olarak algılamamız ve sürekli olarak verdiğimiz stres tepkisi, bilişsel kaynaklarımızı tüketiyor. Duygudurum ve anksiyete bozukluklarının semptomları beynin bilişsel merkezlerinden ziyade duygusal merkezlerindeki aktivite dengesindeki bozulmadan kaynaklanıyor.  Beynin bilişsel merkezleri, insan beyninin en son evrimleşen kısmı olan ön lobda bulunuyor. Örneğin ön frontal korteks (PFC) adı verilen bölge, planlama, karar verme, potansiyel davranışlar için sonuçları tahmin etme ve sosyal davranışları anlama ve yönetme gibi işlevleri yürütür. Orbitofrontal korteks (OFC) bilgiyi kodlar, dürtüleri kontrol eder ve ruh halini düzenler. Ventromedial PFC, ödüle ve duygulara verilen yanıtın oluşmasında etkendir. Sağlıklı beyinde bu bölgeler, duygusal işleme mekanizmalarının kontrolü yoluyla dürtüleri, duyguları ve davranışları düzenler. Duyguları işleyen beyin yapılarına ise “limbik sistem” adı verilir. İlkel beyin olarak da adlandırılan bu bölge, evrim sürecinde ilk oluşan bölgedir. Bu gölgedeki limbik korteks, ağrının duyusal, duygusal ve bilişsel bileşenlerini bütünleştirir ve bedensel durumla ilgili bilgileri işler. Başka bir limbik sistem yapısı olan hipokampus stres tepkilerini düzenler. Evrimsel olarak eski bir limbik sistem yapısı olan amigdala ise duygusal olarak göze çarpan dış uyaranları işler ve uygun davranışsal yanıtı başlatır. Amigdala, türe özgü savunma davranışının yanı sıra korku ve saldırganlığın ifadesinden de sorumludur ve duygusal ve korkuyla ilgili anıların oluşumunda ve hatırlanmasında rol oynar. Önceki çalışmalarda anksiyete bozukluğu olan kişilerde korku ve kaygının amigdalanın aşırı aktivitesinden kaynaklandığı öne sürülüyordu. Ancak günümüzde kaygı bozukluğunun beynin bir dizi farklı beyin bölgesi arasındaki döngüden kaynaklandığını biliyoruz. Dolayısıyla yukarıda anlattığımız bilişsel ve duygusal beyin, bu sürecin oluşmasında birlikte çalışıyor. Önceki bilgilerimiz üzerinden oluşturulan teoriler, yalnızca duygusal beyinden gelen sinyaller bilişsel beyni yendiğinde kaygı hissettiğimizi öne sürüyordu. Örneğin, yürüyüş yaptığınız ormanda karşınıza bir vahşi hayvan çıkabileceğine dair algısal tehdidi bilişsel beyni kullanarak devre dışı bırakabilirsiniz, bu durumda bilişsel beyin ağı duygusal korku ağını baskılar ve kaygı hissetmezsiniz. Ancak ne yazık ki mekanizma bu kadar basit işlemiyor. Örneğin daha güncel araştırmalar, bilişsel beyinde yer alan ön lobdaki dorsal anterior singulat korteks (dACC) olarak adlandırılan bölgenin, amigdaladan gelen korkulu sinyallerini güçlendirebileceğini gösteriyor. Kaygı sorunu yaşayan hastalara korkulu yüzlerin resimleri gösterildiğinde, dACC ve amigdala arasındaki etkileşim hızlanıyor ve kaygı düzeyi bu etkileşim nedeniyle daha da artıyor. Öte yandan, ön lobun ventromedial prefrontal korteks adlı kısmı ise amigdaladan gelen sinyalleri azaltabiliyor. Beyinlerinin bu bölgesi zarar görmüş olan kişilerde amigdalanın fren mekanizması ortadan kalkmış olduğun için kaygı yaşama olasılığı artıyor. Özetle şöyle ifade edebiliriz: Kendimizi anlayabilme yolunda aşırı bir basitleştirmeyle duygusal ve bilişsel beyin olarak ayırdığımız mekanizmalar, tahminlerin aksine bir tetikleme-frenleme mekanizması içinde çalışmıyor. Beynin son derece kompleks yapısı içinde bu bölgelerin birlikte nasıl çalıştığına dair ayrıntılar ise henüz tam olarak netleşmiş değil. Ancak dünya çapında ikinci bir pandemi haline gelmiş olan anksiyete ve depresyona dair bilgilerimizin artması için çalışmalar devam ediyor ve umut vadeden bazı bulgular da var. Bu bulguları bir sonraki yazımda aktarmaya çalışacağım.