Ankara

Abone Ol
Ankara’nın gözüyle bakmayı bırakmadığımız sürece değişmeyecek bu coğrafyanın kaderi. Kimsenin ötekine benzemeye zorlanmadığı bir Türkiye inşa etmeliyiz. Doğu’nun “mecburi görev” olarak anılmadığı bir Ankara mesela… “Yaşanan acılarda, çekilen yoklukta Ankara’nın günahı yok, tek suçlu iktidar” dedi geçenlerde bir yurttaş. Devletin mahlasıdır Ankara. Hiç unutmam, çocukluk yıllarımda adı geçtiğinde dahi bir ciddiyet hasıl olurdu ortamda. Ciddiyetin sebebinin sevgi veya saygıdan ziyade çekingenlik ve korku olduğunu zamanla fark ettim. Tarihin bir cilvesi mi ya da devletin ironisi mi bilmem ama çok yakışıyor bu isim sana Ankara. Yunan mitolojisine göre Prokrustes, Atina’ya giden bir yol üzerinde yaşarmış. Yoldan geçen yolcuları evine davet eder, biraz muhabbet ettikten sonra, çok rahat bir yatağı olduğunu söyler bu yatağa yatırırmış. Bu daveti kabul ettiklerinde, Prokrustes’in içindeki zorbalık hissi de harekete geçermiş. Yolcuları yatağa bağlar, boyu yatağa uzun gelenlerin ayaklarının dışarı taşan kısmını keser, boyu kısa gelenleri ise mengene ile gererek uzatırmış. Tıpkı Ankara gibi… Adalet arayışınızın veya özgürlük taleplerinizin boyu fazla uzamayagörsün, Ankara kesiverir. Dilinizdeki hamaset eksik mi kalıyor ya da onun kutsallığına gereken önemi vermiyor musunuz? Anında uzatıverir sizi. “Kuşları indiremeyeceksiniz, halıları kaldıramayacaksınız” naraları atarken bulursunuz kendinizi. Üstelik tüm bunları bizlerin verdiği vergilerle kurulan, amacı bizlerin daha iyi ve daha güvende yaşamasını sağlamak olan kurumlar vasıtasıyla yapar. Ankara hiç kimseyi olduğu gibi kabul etmez. Yurttaşları, kendi döktüğü kalıba sokmak için eğip bükmekte, kesip biçmekte bir an bile tereddüt göstermez. Kürt olmanızda bir sorun yoktur. Mühim olan Ankara’nın tanımladığı şekilde ve çizdiği sınırlar içerisinde bir Kürt olup olmadığınızdır. Alevi de olabilirsiniz lakin zulme maruz kalmanıza rağmen öteki yanağınızı çevirmeniz ve “edebinizle” kendi halinizde, yok sayılmayı kabul ederek yaşamanız istenir. Oysa devlet denilen mefhum her yurttaşın kendi suretini onda görmesi gereken bir yapı değil midir? Kürt’le, Alevi’yle arası böyle de Sünni’yle ve Türk’le iyi mi? Sünniliği ve Türklüğü de ancak Ankara’nın çizdiği sınırlar içinde yaşayabilirsiniz. Kıbleniz Kâbe değil devlet olmalıdır. Türklük de her an işportaya çıkarılabilecek türden bir “değerdir”. Soydaşlarımız, din kardeşlerimiz Uygurlar mesela, bir yola iki köprüye satılırlar itinayla. Bu zihniyeti iktidara gelerek değil, gelmeden değiştirebilirsiniz. Meydan okuyarak ve milleti yanınıza alarak, yara yara ilerlemedikçe ve birlik olup varmadıkça Ankara’ya, hiçbir ehemmiyeti yok o koltuğa oturmanın. Kimleri çürütmedi, kimlerin posasını çıkarıp bir kenara fırlatmadı ki Ankara. İktidarı değil rejimi, yani onu var eden zihniyeti değiştirmek gerekiyor. Bu da nitelikli muhalefetle olur. Ama ne yazık ki kimi muhalif liderler bu konuda hiç güven vermiyorlar. Dert bile etmiyorlar bu meseleleri. Onlar iktidara rejime meydan okuyarak değil ona göz kırparak gelmek istiyor. Muhalefetin kırılgan olma lüksü yok. Dönüştürebilme, değiştirebilme kabiliyetidir muhalefeti iktidardan ayıran şey. Yükselen kötülüğü ancak bu şekilde aşabilir, enkazın altındaki cevhere ancak bu şekilde ulaşabiliriz. O cevherin ne olduğunu halk 2019’da gösterdi. Onu işlemek, ışığını daha da parlatmak varken Ankara’nın duvarlarının gölgesine sığınmanın vebali ağır olur. Ankara’nın dehlizlerinde fazla gezerseniz, bir gün uyandığınızda kendinizi Gregor Samsa gibi bir böceğe dönüşmüş olarak bulabilirsiniz. Malum, Ankara’nın tahtakuruları meşhurdur. Muhalefetin sağ kanadının, Aysel Tuğluk’a, Garibe Gezer’e, Deniz Poyraz’a, Selahattin Demirtaş’a, Emine Şenyaşar’a ya da Madımak ve Maraş katliamlarına bakış açısında iktidarla arasında bir fark var mı? Varsa nedir bu fark? Ankara’nın gözüyle bakmayı bırakmadığımız sürece değişmeyecek bu coğrafyanın kaderi. Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemenin delilik olduğu bu dünyada fark yaratabilmek, yüz yıllık patinajdan kurtulmak ve dört nala koşabilmek için yeni şeyler söylemenin vakti geldi. Kimsenin ötekine benzemeye zorlanmadığı bir Türkiye inşa etmeliyiz. Kendimiz kalarak ötekiyle konuşabildiğimiz, yürüyebildiğimiz ve daha da önemlisi tartışabildiğimiz bir Türkiye. Doğu’nun “mecburi görev” olarak anılmadığı bir Ankara mesela. Adalete, eşitliğe, özgürlüğe ve refaha giden yol ancak bu şekilde kat edilebilir. Diğer türlü her birimizi bir köşede kıstırıyor, sonra da bağlayıp kendi keyiflerine göre kesip biçiyorlar. Hep böyle kazandılar, hep böyle kaybettik. Diğer türlü ise biz kazanacağız, millet kazanacak, onlar kaybedecek. Coğrafya kader olmaktan çıkıp refah olacak. Yaşanan acılarda da çekilen yoklukta da Ankara’nın günahı bir hayli çok. Ama başka bir Ankara mümkün, suretini halktan alan, yurttaşı tarafından saygı duyulan, adaletinden sual olmayan.