Anayasa tartışmalarında laiklik unutulmuş olabilir!

Abone Ol
AKP sonrası dönemde muhalefetin yeni anayasa planında laiklik tartışmalı olarak görülmese de yeni dönemde muhalefete laiklik ilkesinin kuvvetlendirilmesinde büyük bir rol düşüyor. Yeni bir sistemde laikliğin nasıl işletilmesi gerektiği ve dini baskından azınlıkları ve farklı grupları nasıl kollanması gerektiği büyük önem arz ediyor. Siyaset bilimci Prof. Dr. İlter Turan yazdı.

Loading...

Basınızda yer alan haberlere göre, güçlendirilmiş parlamenter sistemin inşasına dönük çalışmalar için oluşturulmuş altılı masa düzenli yapılan toplantılarını tamamlamıştır. Bundan böyle ihtiyaç duyulması halinde bir araya gelinecektir. Açıklamalardan çıkarılacak sonuç, nasıl bir parlamenter sistem istendiği konusunda tam bir mutabakat sağlandığıdır. Şüphesiz üzerinde anlaşmaya varılan hususların bir metne dönüştürülmesi için çalışmalar devam edebilir ama ilkeler konusunda mutabakat tamdır. Üzerinde anlaşılan ilkeler arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olduğu hususunun yer aldığına dair bir kuşkum yok. Hatta, böyle bir ifadenin pro-forma benimsendiğini kuvvetle tahmin ederim. Fakat bu ilke nasıl hayata geçirilecektir, mevcut uygulamalar laik devlet niteliğiyle bağdaşmakta mıdır, herhangi bir değişikliğe ihtiyaç var mıdır türünden soruların üzerinde durulduğunu sanmıyorum. Ancak, yeni yapılması tasarlanan anayasanın uzun dönemde toplumsal barışımızı güçlendirecek bir belge olması isteniyorsa, laiklik konusunun mutlaka ele alınması ve mevcut düzenlemelerden farklı bir düzenlemeye geçilmesi lazımdır. Mevcut düzenleme nedir diyecek olursanız, laik bir sistemi öngördüğü varsayılan anayasamızda, bu ilkeyi ihlal eden köklü bir yaklaşım barınmakta, bu yaklaşım yasalarla da somutlaşmaktadır. İsterseniz önce sorunun ne olduğunu ortaya koyalım. Ülkemizde tarihi sebeplerden dolayı Müslüman olmadıkları teslim edilen cemaatler vardır: Rumlar, Ermeniler ve Museviler.  Bu üç cemaatin kendi din işlerini, cemaatin üyelerinin katkılarıyla yürüteceği, devletin ise bu cemaatlere herhangi bir maddi destek sağlamayacağı kabul edilmiştir. Tabii, bu devletin cemaat işlerine hiç karışmadığı anlamına gelmez. Mesela kimin patrik seçilebileceği gibi konularda hükümetimiz belirleyici bir rol oynayabilmektedir. Bu üç din grubu dışında kalan başta Süryaniler olmak üzere yerli gayrimüslim ve irili ufaklı diğer dini cemaatler görmezliğe gelinmekte, faaliyetlerini cemaatlerinin verdiği destekle yürütmektedirler. Ama, çoğu zaman bu cemaatlere mensup üyelerin çocuklarının okullardaki din dersine devam etmeleri beklenmekte, hatta istenmektedir. Tabii, bir de varlıkları dahi kabul edilmeyen muhtelif inançlara sahip Türkler vardır ki, bu zevatın aslında yolunu şaşırmış Müslümanlar olduğu düşünülmekte ve öyle muamele görmektedirler. Devletin dini faaliyeti örgütleyen, destekleyen, geliştiren kolu Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Bu kuruluş Cumhuriyete geçerken Bâb-ı Meşihatın (şeyhülislamlığın) yerini almak üzere kurulmuştur. Müslüman vatandaşlara din hizmeti vermesi amaçlanan bir kuruluş olması amaçlanmıştır. Ancak, bu kuruluş çok sorunludur çünkü tamamen bir Sünni-Hanefi İşleri Başkanlığı olarak faaliyet göstermektedir. Bu yapısıyla, en azından İslamın Şiilik, Alevilik başta olmak üzere farklı yorumları ilgisi dışında kalmaktadır demek isterdim ama bu dahi doğru değildir. Okullardaki Din Bilgisi dersi Sünni-Hanefi tatbikatını çocuklara öğretmek biçiminde uygulanmaktadır. Son zamanlarda ise Diyanet İşleri Başkanlığı, ilk ve orta öğretime giderek nüfuz ederek tüm çocukları aynı inanç sistemine sosyalleştirmeye çalışmaktadır. Böylece bireye ve ailesine ait olan bir sorumluluk devlet tarafından üstlenilmekte, inançta tek tipleştirme çabaları ilerlemektedir. Sorun Diyanetten mi kaynaklanıyor? Hayır, Diyaneti de yaratan bir sosyal ve siyasi yapılaşmadan doğmaktadır. Laiklik kavramının ilk geliştiği bağlamlarda, kilise ve devlet iki ayrı kurum olarak örgütlenmiş yapılardı. Uzun mücadelelere sonucu, kiliselerin müdahale alanları daraltıldı ve vatandaşlık ile dini aidiyet iki ayrı kimlik boyutuna dönüştü.
Laiklikten kasıt, kişilerin inançlarının toplumsal hayattaki imkânlarını, rollerini, mevkilerini, görevlerini etkilememesidir. Bunun için ilk kural devletin kişinin dini aidiyetine ilişkin herhangi bir kayıt tutmamasıdır.
Farklı dini aidiyeti olanların kendi dinlerinin gereklerini yerine getirirken aynı siyasi toplumun eşit fertleri olmaları, siyasi görevlere seçilmeleri mümkün oldu. Kendi tecrübemizde ise devlet din işlerini de düzenleyen kurum olarak gelişmiştir. Bilahare Diyanete dönüşen Şeyhülislamlığın esas vazifesi hükümdarın icraatının dine uygun olduğunu denetlemekten ziyade, yaptıklarını Müslüman nüfus nezdinde dini gerekçeler kullanarak meşrulaştırmak idi. Bu amaca dönük olarak kapsamlı bir devlet bürokrasisi de gelişmişti. Üstlerine düşen bu görevi iyi yapmayan ya da farklı düşünen Şeyhülislamların görevden uzaklaştırıldıkları, kiminin farklı düşünmenin bedelini canıyla ödediği bilinmektedir.  Resmi İslam anlayışı dışında kalan Müslümanlar ise doğru yoldan ayrılmış, sapmış kişiler olarak görülmüş, bunların mensup oldukları inanç gruplarına devlet resmen cephe almıştır. Diyanet yukarda tanımladığımız geleneğin devamını temsil ediyor. Modernleşme siyasetinin izlendiği tek parti döneminde Diyanet, devletin izlediği politikalara destek veren bir kurum olarak değerlendiriliyordu. Cuma hutbeleri merkezde hazırlanır, tüm camilerde okunurdu. Vatandaştan vergi ödemeleri, çocuklarını aşılatmaları gibi görevleri yerine getirmeleri istenirdi. Çok partili hayatta da uzun süreler bu konum köklü bir değişime uğramadı. Ancak özellikle AKP göreve gelince, Diyaneti dindar bir nesil yetiştirmekte kullanabileceği bir araç olarak gördü ve güçlendirmeye yöneldi. Daha sonraları, siyasi desteği zayıfladıkça da Diyanetin kendisine destek sağlayacak bir mekanizma olarak hizmet etmesini istedi. Tarikatlar işte bu çerçevede toplumsal hayatın her alanının düzenlenmesinde giderek artan söz sahibi oldular. Böylece Diyanet tedricen merkezi hükümetin bir aracı olmak yanında, onu da etkisi altına alan bir güç merkezine dönüştü. Eğer altılı masa gerçekten demokratik bir düzenin inşasını istiyorsa, laikliğin nasıl uygulanacağı konusunda da ortak bir anlayış geliştirmelidir. Laiklikten kasıt, kişilerin inançlarının toplumsal hayattaki imkânlarını, rollerini, mevkilerini, görevlerini etkilememesidir. Bunun için ilk kural devletin kişinin dini aidiyetine ilişkin herhangi bir kayıt tutmamasıdır. Mevcut kayıtlar iptal edilmeli, yenilenmemelidir. Kamu görevine adaylıkta, kamu görevlendirmelerde, terfilerde kişinin dini kimliği gözetilmemeli, daha doğrusu bilinmemelidir. Bunun şimdilik en kolay yolu kamu görevi için girilen yazılı sınavlarda anonimliğin korunması, birkaç istisna dışında (örneğin dış işlerinde dil ve bilgi mülakatları) sözlü mülakat sistemine son verilmesidir. Tabii, en önemli konu, dinin evrensel eğitim sistemimizin de dışına çıkarılmasıdır. Öncelikle din bilgileri öğrencinin başarısını ölçen sistemden elenmeli, gönüllü olarak devam edilen bir faaliyete dönüştürülmelidir. İmam-Hatip Okullarının sayısı azaltılmalı, öğrencilerin bu kurumlara gitmeye zorlanmasına son verilmelidir. Bu okulların genel öğretimin nasıl dışına nasıl çıkarılabileceği ve finanse edileceği formülleri üzerinde çalışılmalıdır.
En önemli konu, dinin evrensel eğitim sistemimizin de dışına çıkarılmasıdır. Öncelikle din bilgileri öğrencinin başarısını ölçen sistemden elenmeli, gönüllü olarak devam edilen bir faaliyete dönüştürülmelidir.
Esas sorun sadece Sünni-Hanefi hizmetinde olan (onu bile artık yerine getirmeyen) Diyanet ile ne yapılacağıdır. Bunun üzerinde düşünmeliyiz. Benim şöyle bir formül aklıma geliyor ama enine boyuna tartışılması ve nasıl yürütülebileceğinin belirlenmesi lazım. Bu formüle göre devlet her yıl fert başına yapacağı dini harcamayı belirler. İçinde Diyanetin de yer alacağı bir dini kuruluşlar listesi oluşturulur (Bunun asıl oluşturulacağı üzerinde düşünmek gerek, tek söyleyeceğim husus, listenin belirlenmesinin sadece hükümete bırakılmamasıdır). Her vatandaş e-devlet aracılığıyla kendi hissesinin hangi kuruluşa verileceğini belirtir. Değiştirilmek istenmediği sürece tercihin yenilenmesine gerek yoktur ama isteyene tercihini değiştirmek için imkân verilmesi lazımdır. Tüm dini kurumlara da eşit kolaylık sağlanması, örneğin aynı fiyattan su ve elektrik verilmesi kurala bağlanmalıdır. Müsaadenizle tartışmayı uzatmayayım. Sadece yeni hazırlanması tasarlanan anayasada ve ona göre şekillenecek hukuk yapısında laiklik konusunun ihmal edilmemesi gerektiğini, uzun vadeli toplumsal barış için atılacak çok sayıda adım olduğunu, konu üzerinde düşünce eksersizleri yapılmasının şart olduğunu ifade etmeye çalıştım. Bunu yapamazsak, bizi son yıllarda toplumsal ayrışmaya iten bu ağırlıklı faktörün etkisinden kurtulamayız. Çok sayıda insanımızı kamu hayatımızın kenarına iten, bazen de dışlayan mevcut sistemin devamını kabullenmiş oluruz. Sizi bilmem ama, tüm vatandaşların eşit olduğuna ve devletten aynı muameleyi görmesi gerektiğine inanan bir kişi olarak, ben bu durumu kabullenmek istemiyorum.