Alternatif bir Türkiye’nin demokratikleşmesi anlatısı (VII)

Abone Ol
Türkiye’nin gündemdeki geçmişteki yanlışlarla helâlleşme, hesaplaşma, sistem değişikliği, ekonomik çöküşten düzlüğe çıkış ve benzeri meseleler, mevcut söylemlerin örttüğü kolektif imgelemlerin ayıklanmasını zorunlu kılar. Türkiye’nin asırlık modernleşme serüvenine yani iç çatışmalı özneleşme ve ikircikli demokratikleşme mücadelesine yönelik çoğulcu ve bir çok yönden de alternatif bir perspektiften bakan anlatımı, güncel gündemle iç içe sunmaya devam ediyorum. SUSKUN TOPLUMSAL TALEP Siyasi “söylemsel eylemler” ile “eylemsel söylemlerin” farkından daha önce söz etmiştim.  Toplumsal çözümlemeler ve dönüşümler açısından esas arzulananın, bunların toplumsal ve tarihsel hakikatteki karşılıklarının olup olmadığı üzerinde de durmuştum. Örneğin, bu hafta üzerinde çok durulan ve daha da ses getirecek olan “helâlleşme” lafını ilk önce Erdoğan’ın ettiği ve Kılıçdaroğlu’nun o zaman sıcak bakmadığı da doğrudur. Elbette bazı uyanık medyanın, bunu Türkiye’deki siyaset ortamının, Demirel’in “dün dündür, bugün bugündür” retoriğinden bu yana çok da alışkın olduğu “omurgasızlık” olarak kullanmaya kalkışması da kaçınılmazdı. Oysa, ilk gündeme gelişi, popülist araçsallaştırma taktiklerinden biri olarak “eylemsel söylem”, ikinci kez şimdi gündeme getirilişi ise bir “söylemsel eylem” örneğidir. “Helâlleşme” meselesinin toplumsal karşılığı vardır. Toplum, siyasetçilerin her türlü rövanşist öç alma duyguları ve art siyasi hesaplar ile iktidarda kalma veya iktidarı ele geçirme arzularının ötesine geçmeye, toplumsal barış ve uzlaşma sağlanmasına çoktan hazırdır. Nitekim Kılıçdaroğlu, bu kurumsal yapısal çeşitliliği yüksek ve kültürel çok renkli tabandaki toplumsal talebe ses olmuştur. Demirtaş da buna kulak vermiş, doğru duymuş ve uzatılan eli tutmuştur. Şimdi sıra tüm diğer lider ve kanaat önderlerindedir. Talihsizlik, bunun, (erken) seçim ve yönetim değişikliği zorunluluğu konuşmalarının yapıldığı döneme denk gelmiş olması. Önceki yazılarımda da vurguladığım gibi bu dönem, eş zamanlı ve pek çok farklı disipliner ve sektörel açıdan, güzel Türkiye’nin giderek son derece çirkinleşmiş, kirlenmiş ve faiz/ABD Doları ters orantısı ile de simgeleşmiş, politik ekonomik buhran dönemi. Elbette toplum esasen psişik politik açıdan çökmüştür. Ülkenin ve kendisinin geleceğine, kendinden olana veya karşısındakine güvensizlik ve kuşkuculuk, daha da fenası şiddet had safhadadır. İşte o bakımdan, daha şimdiden ilk okumalarla ve kendiliğinden farklı yönlere çekilmeye çalışılan “helalleşme” söylemi yeni bir “turnusol testi” işlevini görecektir. Uzunca bir süre de gündemde kalacaktır, kalmak zorundadır.
Daha şimdiden ilk okumalarla ve kendiliğinden farklı yönlere çekilmeye çalışılan “helâlleşme” söylemi yeni bir “turnusol testi” işlevini görecektir. Uzunca bir süre de gündemde kalacaktır, kalmak zorundadır.
Bu sınav, Türkiye’de sahici, güvenilir ve yapıcı olanlar ile olmayanları birbirinden ayırt edecek. Toplum, gerçekten şifa bulmak ve vermek isteyenler ile istemeyenleri ayıklayacak. Kendisinin ve toplumun özgürleşmesine ve özerkleşmesine hizmet edecek kurumsal siyaset içi veya dışı kişileri, kapsayıcı ve özgürlükçü demokrasiye taşıyacak siyasaları öğrenecek ve seçecek. Nitekim her türlü siyasi ve ideolojik söylemlerin “gerçek başarısını”, cahil insanların manipülasyonları, algı yönetimi, reklam ve pazarlama taktikleri gibi terimlerle açıklamak yerine, böyle anlamaya çalışmak lazım. Her halükârda, insanın ister bireysel ister kolektif olarak özneleşme macerası, sessiz, sözsüz, dilsiz, bastırılmış, susturulmuş ve suskun olanın düzenin dilini öğrenerek dillendirdiği talebi ile, baskın olanın bu suskun talebi karşılayacak biçimde dilini değiştirerek arz ettikleri arasındaki müzakereler ve pazarlıklar sürecidir. O halde biz de şimdi bu anlatının öne çıkarmak istediği ve farklı başka bir yönüne bakalım. SÖYLEM VE İMGELEM Siyasi, ideolojik veya başka türden söylemlerin toplumsal gerçekliği yakalayabilmesi veya tarihsel hakikate yaklaşabilmesi, önemli ölçüde imgelemlerle olan ilişkilerinin geçerliğine ve tutarlığına da bağlıdır. Oysa hem bu husus hem de dolayısıyla imgelemler, akademide de gündelik toplumsal pratiklerde de bilinmez; ihmal edilir, görmezden gelinir veya yok sayılır. Dahası, “bilimsel”; çünkü nesnel” ve “nicel” değil diye aşağılanır. Nitekim esas bastırılan ve susturulan da “öznel” söylemler değil, onları öznel kılan imgelemlerdir. Çünkü zaten söylemler, imgelemi “özneye özgül” simgelere indirgeyerek nesne(l)leştirirler. Hem popülist genellemelerle tek tipleştirir, yani stereotipik kalıplara ve ön(den belirlenmiş)yargılara tıkıştırır, hem de kategorik etiketler yapıştırırlar.
Siyasi, ideolojik veya başka türden söylemlerin toplumsal gerçekliği yakalayabilmesi veya tarihsel hakikate yaklaşabilmesi, önemli ölçüde imgelemlerle olan ilişkilerinin geçerliğine ve tutarlığına da bağlıdır.
Yani söylem, bir yandan tarihsel ve maddesel gerçekliği yakalamaya, manipüle ve kontrol etmeye çalışır. Diğer yandan da bireysel/kolektif imgelemleri kapatmaya ve saklamaya uğraşır. Başka bir deyişle de söylem, tarihin akışı içinde, her iki türden gerçekliğin arasına girer; “tercümeleri” ile aralarını bulur veya bozar. İşte bu bakımdan, ister mitolojik, dinsel, bilimsel, geleneksel, folklorik, popüler veya siyasi türden olsun, söylemler daima tanımları ve işlevleri gereği yani epistemolojik veya ontolojik anlamda, yapısal olarak içkin paradokslar ve çifte mesajlarla doludurlar. YAPI-SÖKÜMSEL AYIKLAMALAR Toplumsal gerçekliklerin daha iyi çözümlenmesinin ve dönüştürülmesinin yolu, öncelikle toplumsal söylemlerin bu paradokslarının ayıklanmasından ve atladıklarını, özellikle yok veya önemsiz saydıklarını veya boş(luk) bıraktıklarını yerine koyacak imgelemlerin bulunmasından geçer. Söylem çözümlemecilerin daha aşina olabilecekleri bir deyişle; satır aralarının, alt metinlerin, yan anlamların ve anlam kaymalarının, metinlerin ereksel amaç ve işlevlerinin ve daha da önemlisi metinler arası ilişkilerinin doğru okunup anlamlandırılması ve geçerli yorumlanmasıdır önemli olan. Nitekim, bugünlerde Türkiye’nin gündemdeki geçmişteki yanlışlarla yüzleşme, helalleşme, bağışlama, hesaplaşma, özeleştiri, sistem değişikliği, ekonomik çöküşten düzlüğe çıkış ve benzeri meseleler de öncelikle bunu zorunlu kılar.
Türkiye’nin ikinci yüzyılı için toplumsal inşa arzuları, öncelikli olarak kolektif imgelemlerin doğru teşhis edilmesine gereksinim duyar.
Özellikle de yine sık telaffuz edilmeye başlamış olan, Türkiye’nin ikinci yüzyılı için toplumsal inşa arzuları, öncelikli olarak kolektif imgelemlerin doğru teşhis edilmesine gereksinim duyar. Zaten çözümlemeler onu yeterince geçerli kılabilmiş olsaydı, “fabrika ayarlarına geri dönüş” ve “toplumun yeniden inşası” gibi söylemlerin olmaması veya öncelikle değiştirilmesi gerekirdi. Nitekim, toplumun dilinden hemen her gün hiç düşürmediği halde, kolektif içgörüsünün de o oranda güdük kaldığı şu temel insani/toplumsal alanlarda bu kadar sorunlu olmazdık: İktisat, eğitim, siyaset, adalet, seks, özgürlük ve demokrasi. Zira bugünlerde olmakta ve önümüzdeki yıllarda da olacak olan, Türkiye’nin daha önce de sözünü etmiş olduğum “gelişimsel duraklama” döneminden çıkıp, özneleşme serüvenine “yeniden-yakınlaşma” (reapprochement) müzakereleri ile devam etmesi. Yani “emekleme” (practicing) davranışlarını aşmış olarak, onu geride bırakarak özgürleşme, demokratik ve özerk toplumlaşma macerasını sürdürmesi. TOPLUMSAL ONARIMLAR İşte bunun daha fazla yalpalamadan ve ağır aksak olmaması için de geçmişindeki yaralar ve hasarlar, bugün duraklatan ve paradokslar içine hapseden sebepler her ne ise, onların makro-mezo-mikro ölçeklerde onarılması gerekecek. Dahası, Türkiye’de toplumun hızlanarak bugünü yakalanması ve önünü görmesi artık hayati derecede elzem. Türkiye’de toplumun hızlanarak bugünü yakalanması ve önünü görmesi artık hayati derecede elzem. Bu amaçla, sadece Türkiye’nin kendi kısa modernleşme geçmişinden, yani sevinçli başarılarından veya acılı başarısızlıklarından öğrenmeye çalışarak olmaz. Çünkü Türkiye, sekülerleşme, endüstri ve cinsiyet devrimlerinden sonra dijital teknolojik dönüşümlerine daha önce ve daha hızlı başlamış kapitalist toplumlar başta olmak üzere, dünya ülkelerinin başarı ve başarısızlıklarından da öğrenmek durumunda. Başka bir deyişle (post)modernite ve (post)modernizm eleştirilerinden de yararlanarak kestirme yolları kullanmak ve köklü yapısal sıçramaları yapmak zorunluluğunda. Zaten aşırı kullanılmış ve doğru değerlendirilmeden hızla tüketilmiş başka bir söylemsel metaforda olduğu gibi “aynada kendi yansımasına” bakarak, “dilsiz” ve “kendisinin iç/dış ötekileri ile etkileşimsiz” olabilseydi, biz de bu öğrenerek gelişme süreci içerisinde otuz hatta on yedi yıl önce akademi dışında yazdıklarımızı yeniden ziyaret etmezdik (Örneğin, Türkiye’nin özneleşme meselesi hakkındaki bir tartışmam Düşünen Siyaset düşünce dergisinin “Postmodernizm” özel sayısında. Bkz. 1).
Türkiye,  sekülerleşme, endüstri ve cinsiyet devrimlerinden sonra dijital teknolojik dönüşümlerine daha önce başlamış kapitalist toplumlar başta olmak üzere, dünya ülkelerinin başarı ve başarısızlıklarından da öğrenmek durumunda.
Çünkü bugünkü tablo, en az iki bakımdan on altı sene öncesinden çok daha kaygı verici: (1) Gerek ülkenin gerekse tüm dünyanın, COVID ile birlikte hızlanarak görünürlük kazanmış krizleri ile benzer siyasi ekonomik toplumsal girdaplarda kilitlendiği çok boyutlu ve katmanlı tablo çok daha kötü ve ciddi. (2) Ülkede iktidar, hatta sistem değişiminin gerekliliğinden söz eden muhalif siyasetçiler, akademikler ve kanaat önderleri, bu yönetim ve sistemle devam edilemeyeceği gibi bazı konularda anlaşsalar da yukarıda değindiğim siyasi miyobik ve önyargılı ideolojik veya bilimsel söyleme dair alışkanlıklarını sürdürmekteler. Dolayısıyla en yenilikçi, devrimci ve özgürlükçü olması beklenen “Sol” görüşlülerin bile, şimdi ve gelecek için ya kayda değer bir önerileri veya siyasi varlıkları yok, ya da düşledikleri derecede veya yönde yeterince dönüştürücü görünmüyorlar.
En devrimci ve özgürlükçü olması beklenen “Sol” görüşlülerin bile, şimdi ve gelecek için ya kayda değer bir önerileri veya siyasi varlıkları yok, ya da düşledikleri derecede veya yönde yeterince dönüştürücü görünmüyorlar.
Çünkü her şeyden önce, pragmatik seçim hesaplarının ve siyasi beklentilerinin maskelediği veya ideolojik körlük ve saplantılarının örttüğü, bireysel/kolektif imgelemleri ile toplumsal söylemlerini yeterince cesur, dürüst ve demokratik olarak ortaya koyarak “yüzleşemiyorlar.” Örneğin “Solda birlik ve güçlenme” ve “kimlik politikalarını aşıp tüm Türkiye’yi kucaklama” çağrıları yapılırken bile bazı klasik sosyal çözümleme teknolojilerinin ötesine geçilemiyor olması, yüz yılda hala kendisiyle yüzleşememiş, hatta adamakıllı yüzsüzleşmiş bu toplumun yüzünü bir kez daha “geriye” döndürür. O halde, aynı zamanda bir bütüncül toplumlaşma mücadelesi olan demokratikleşme anlatımıza, Türkiye’nin toplumsal dönüşümlerini, parçalı kolektif imgelemlerini okuyarak, önümüzdeki zaman diliminin gözde yüzleşme, helalleşme ve hesaplaşma meselelerine biraz daha yakından birlikte bakmayı sürdürelim. --
  1. Gülerce, Aydan (2005). Postmodernist düşünen siyaset açısından Türkiye toplumunun özneleşmesi. Postmodernizm. Düşünen Siyaset. (21, s. 11- 30). Ankara: Lotus.