Alternatif bir Türkiye’nin demokratikleşmesi anlatısı (V)

Abone Ol
Türkiye’nin kendi-anlatısı (self-narrative), küyerel dolanımdaki egemen evrensel dil ile diyaloğa giremedikçe, “gelişmişlik/az gelişmişlik” söylemlerinden veya “düzgün/çarpık modernleşme” konumlanışlarından kendini özgürleştiremez. Hele emperyalizm veya sömürgecilik karşıtı, karşıt-bağımlı reaktif ideolojik ve özcü-milliyetçi “yerli ve milli” gibi söylemler ile asla özerkleşemez ve demokratikleşemez. Genel anlamda modernite veya özgül olarak Türkiye’nin modernleşme tarihi elbette çok farklı akademik çevrelerde, hatta aynı disiplin içinde de farklı açılardan ve farklı öncelikler gözetilerek ele alınabilir, alındı ve alınmakta da nitekim. Fakat biz bu anlatı dizisinde, her halükarda mevcut hikayeler için ortak veya geçerli olan bazı meta-kuramsal ilkelere (yapı-sökümsel) öncelik verilmesi gereğinden söz etmiştik. Ayrıca, salt Türkiye’nin değil, herhangi bir modern ulus-devletin kolektif bir “çözümleme ve dönüşüm birimi” olarak özneleşmesi ve özerkleşmesi serüvenlerinin, kendi küyerel tarihselliğinin ve öznelliğinin önemini vurgulamıştık. (POST)MODERNİST GELİŞME SÖYLEMLERİ Geçen hafta da bizim demokratikleşme anlatımızın bir yandan modernleşmenin temelindeki “gelişme” (development) söyleminin -ki kalkınma şeklinde anlaşılan ve uygulanan- evrenselci ve modernist ilkelerini izlerken, bir yandan da (post)modern dünyanın tarihsel koşulları içindeki yerel deneyimleri ile onları da dönüştürerek özgürleşme mücadelesi olarak seyrettiğine değinmiştik. Bu yazıda o ilkeleri, Modern Türkiye Cumhuriyeti ulus-devleti özeline bakarken gerekli olacak bazı eklemelerle biraz daha açarak devam edelim. Nitekim, gerçekten de pek çok akademik açıdan olduğu kadar, tarihsel bakımdan da “alternatif bir Türkiye’nin demokratikleşme anlatısı”, bu “zengin ve bereketli tarihi toprakları”, uluslararası bağlamda da ideal bir “küresel model” ve “yerel toplumsal laboratuvar” kılıyor. Öncelikle, geçtiğimiz yüzyılın düşün ve bilim dünyasına damgasını vuran büyük kuramların modernist gelişme söylemlerinin ön kabullerini kısaca ve hızlıca sıralayabiliriz: Modernleşme; Orta Çağ’dan itibaren determinist, yayılmacı, evrenselci, Avro-merkezci (yani ırkçı ve sömürücü), Batıcıl benlik-merkezci (yani ussalcı ve bilişci) bir adaptasyon (yani ağırlıklı olarak güçlünün asimilasyonuna zayıfın kendini dönüştürerek uyum göstermesi) süreci. Bu sürecin temelinde ise Yahudi-Hristiyan “kurtarıcılık” (salvation) misyonu ve Darwinist “vahşi doğaya” bilim-teknoloji-siyaset yolu ile güçlü ve egemen olma, olacakları öngörebilme ve kontrol etme motivasyonu var. Kurgusu; önden belirlenmiş, teleolojik, hedefe odaklı, tek boyutlu, tek yönlü, tek katmanlı, doğrusal hatlı, hiyerarşik, dönemli, aşamalı ve ilerlemeci. Nitekim Batıcıl standart zaman kavramının ok (-->) simgesi ile ifadesi de bunun en özet göstergesi. Bu tarih anlayışına göre ana varsayım ve beklenti de insanların ve kitlelerin aydınlanma değerlerini içselleştirdikleri ve yukarıdaki normatif ölçütler dahilinde özneleştikleri ölçüde benzeşik, yani modernleşmiş veya barbar, geri, hasta, sapkın, çarpık, vb. olacakları ve hizaya sokulmaları gerekeceği yönünde. ONTOGENESİS VE SOSYOGENESİS Oysa, “gelişme”, sadece önceden belirlenmiş yapıların zamanı geldikçe veya uygun “doğal” koşulları buldukça kendiliğinden açılması (unfolding) ile ortaya çıkan bir süreç değil. Daha çok, buna karşı görüşlerden birindeki Wolff’un kuramındaki gibi, “epigenetik” bir süreç. Modernleşme de nitekim, bileşik veya kaotik bir yapının, ayrışık ve organize yapılara ve sistemlere dönüşmesi olarak anlaşılır. Fakat bu süreç bir hücrenin bölünmesi gibi biyolojide farklı işler, ontogenesis veya sosyogenesis söz konusu olduğunda çok daha başka türlü çalışır. Son iki kavram şimdilik bizi daha çok ilgilendirdiğinden, hazır bu alt başlıktayken, alternatif anlatımız açısından kullanışlı olacak şu notları da düşmeli: Epigenetik ilkeler kısmı değişmese de insanın ve toplumun gelişimi, kendi öznel ve özgül koşulları ile olumsaldır (contingent). Bundan da asla “özcü” (essentialist) içerikli olduğu anlamı çıkmaz. Yani, ırk, etnisite, coğrafya gibi “doğuştan” var olan “sabit değişkenleri” sebep gösteren “kadercilik”; değil sosyal ve beşerî bilimler, doğal bilimlerde bile bilimsel anlayışa uygun değildir. Zira, “sebep-sonuç ilişkisi” açıklamaktan aciz bir döngüselliktir (circularity). Popüler kültürde sık kullanılan “Burası Türkiye!” ifadesinde olduğu gibi, çaresizlikten başka bir şeyin göstergesi değildir. Bunun yanı sıra, tüm insanlığın “evrensel” olarak paylaştığı bazı yapısal ve ilkesel özelliklerin bulunması durumunu, “evrenselci” ön kabullerin dayatmacı asimilasyonlar veya gönüllü akomodasyonlar yolu ile zihinsel kalıplarla adaptasyon, sömürü veya çağrılma süreçlerinden ayrı tutmak gerekir. Başka bir deyişle bu durum, tarihin herhangi bir verili anında, hakikatlerin ve insanların bireysel/kolektif olarak değişime dirençli “evrensel” veya “genetik” yapısal donanımlarının olmadığı anlamında değildir. Aynı zamanda da gelişimsel süreç boyuncaki karşılıklı dinamik etkileşimler, diyalojik pazarlık ve müzakereleri, tedavülde sık karşılaştığımız betimsel veya niteliksel benzetmelerin ve pozitivist bilimin görgül tekniklerinin ve niceliksel istatistiklerinin ötesinde çözümlemeler ve yorumlamalar gerektirir demektir. Öte yandan gerek Freud, gerekse Durkheim, metodik anlamda bireysel ve kolektif analitik düzlemlerin karıştırılmaması gereğinin farkında idiler ve uyardılar. Oysa, izomorfizm çok yaygın bir yöntem olarak bolca ve hem de rastgele, akademi içinde veya dışında, aydın veya entelektüellerce kullanılıyor. Modern psikolojinin, sosyolojinin ve antropolojinin icadı ve inceleme nesnesi olan, sırasıyla birey, toplum ve kültür kavramları da bir yana, yapay zekâ ve nöro-beyin söylemlerinde bile sıklıkla antropomorfizm (insan biçimcilik) yapılıyor. Üstelik bu “bilimsel” (temelinde teknolojik) söylemlerdeki aşikâr indirgemeciliğin (reductionism) sağduyuya bile aşikâr olması gerekirken ve beklenirken. Hele, elbette siyaset ve sosyal bilimler başta olmak üzere, tüm akademik alanlarda toplumsal sorunları “açıklama” adına ve üstelik keyfi veya yanlış yönlendirici kullanımlarla psikolojizasyonsuz adım atılmıyor (ki bu önemli konuya başka yazılarda döneceğim). Dahası ve kamuoyu yoklamaları bağlamında sıklıkla değindiğim gibi, herhangi bir toplumsal anket sorusuna üyelerinin tamamının yanıtları alınabilse dahi, toplumsal dönüşümlerin bu şekilde okunamayacağı gerçeği ısrarla yadsınıyor. DÖNÜŞÜMSEL VE DÖNÜŞTÜRÜCÜ ELEŞTİRİ Dünyadaki modernleşme tartışmalarına bakacak olursak,  küreselleşme ile birlikte yerelleşmenin de arttığının gözlenmesi, bazı (post)modernite kuramcılarını ve tarihçileri hala şaşırtmaktaysa da, Robertson’ın küyerelleşme (golacalization) teriminin de özetlediği gibi, sürecin eş zamanlı olarak çift odaklı ve yönlü olduğu gerçeği giderek daha açık kabullenilmeye ve böylece nihayet tek-merkezden çevreye yayılma anlayışı da yavaş yavaş terkedilmeye başlandı: Evrensel ve genel olan tikelleştikçe, yerel ve tikel olanın da genelleştiği düşüncesine izin çıktı. Fakat yine de bizim çoğulcu, ilişkisel ve bağlantısal anlatımız açısından, bu son kabul de oldukça gecikmiş, kapalı, dar, yuvarlak, popülist, ikicil, sözde diyalektik ve dolayısıyla da statükocu. Sonuç olarak, dönüştürücü gücü oldukça yetersiz bir farkındalık. Zira Türkiye’nin kendi-anlatısı (self-narrative), küyerel dolanımdaki egemen evrensel dil ile diyaloğa giremedikçe, “gelişmişlik/az gelişmişlik” söylemlerinden veya “düzgün/çarpık modernleşme” konumlanışlarından kendini özgürleştiremez. Hele emperyalizm veya sömürgecilik karşıtı, karşıt-bağımlı reaktif ideolojik ve özcü-milliyetçi “yerli ve milli” gibi söylemler ile asla özerkleşemez ve demokratikleşemez. Ayrıca, Batı içinde veya dışında kırk yıldır (post)modernizm eleştirileri yapılan bir devirde, Türkiye’deki aydın/entelektüel ve elbette onların yönlendirdiği siyasi çevrelerde, sıklıkla bu ayak izlerini, kafayı kaldırıp sağa, sola, önüne, arkasına uzağa bakmadan (miyobik) ve ısrarla (at gözlükleri takmışçasına!) “ideolojik körlüklerle” ve tutucu zihniyet veya bilimci alışkanlıklarla, üstelik hayli “geriden” izlemeleri, bizim açımızdan kaçınılmaz bir durum değil. Üstelik Türkiye gibi yukarıda değindiğimiz bakımlardan zengin bir tarihsel ve kültürel laboratuvar ortamında (kolay anlaşılabilir olsa da) pek kabul edilebilir değil. Özellikle de ülkenin modernleşme ve demokratikleşme serüvenin, en başta doğa, sağlık, cinsellik, ekonomi, adalet ve siyaset olmak üzere alarm zilleri çalan şu kritik döneminde, daha fazla oyalanıp zaman kaybetme lüksünün hiç sırası değil. Dahası, bazı basmakalıp tekrarlarla yeniden-üretilen söylemlerin zaten daha en başından beri, yani dünyada da sorgulanmadan verili alınmış geçersiz ön kabullerine (yani “kökten” sorgulayıcı ve dönüştürücü) bakmamız da sebepsiz değil. Zira, kendi yerellikleri içinde bile toplumsal hakikatte yeterli karşılığı; yani ekolojik ve diğer türlerdeki geçerliklerinin yüksek oldukları da pek söylenemez. Hatta tam tersine, bugün tüm dünyanın kilitlendiği ve iklim, COVID, dijitalizasyon, dezenformasyon, güvenlik gibi küresel krizler ve paradokslarda temel sorumluluğu olduğu söylenebilir. Ayrıca, anlatıcının konumu açısından şu notu da düşmek anlamlı olacaksa eğer, tezlerimi şu veya bu yönde herhangi bir yurtsever, ideolojik, disipliner, vb. yanlılıkla veya “iyi/kötü” gibi herhangi bir değer atfederek yazmıyorum: Kırk yıllık ve olabildiğince nesnel mesafeli, çoğulcu akademik disipliner ve gerek (meta)kuram inşa edici, gerekse toplumsal pratik ve görgül kültürel-kültürlerarası çalışmalarıma yaslanarak paylaşıyorum. Bugün 10 Kasım. Birazdan saat 9’u 5 geçecek. Türkiye halkı “az zamanda çok ve büyük işler” yapmayı yaşamını noktalayana kadar sürdürmüş ve beni “putlaştırmayın” demiş Mustafa Kemal Atatürk’ü bir kez daha burnunun direği sızlayarak ve buğulu gözlerle anacak. Biz de bu yazıyı burada, Ata’ya saygı ve minnetle noktalayacağız. Onun ardından, yani 83 sene gibi uzunca bir zamanda, nasıl bugüne gelindiğini anlatmayı ve burnunun dibindeki bu buğulu tablodan ne şekilde çıkılabileceğini birlikte anlamayı haftaya sürdüreceğiz. Modernleşme sürecinin ayrışma, parçalanma, yarılma dönemlerinden geçerek, “gelişimsel duraklama” (developmental arrest) dönemine girmiş Türkiye’yi, yine en kolay kendi ulus-devletinin “genlerindeki” Atatürk’ü, bugünün tarihsel koşullarında yeniden-okumak toparlayacak; modernleştirecek, özneleştirecek, bütüncülleştirecek, özerkleştirecek, özgürleştirecek, kısacası demokratikleştirecek.