Alternatif bir Türkiye’nin demokratikleşmesi anlatısı (IX)

Abone Ol
Tarih tekerrür etmez. Dinamik değişimler ve zaman geri dönüşümsüzdür. Tekrar ettirilen, hatta kalıplaştırılan statükocu siyasi veya geçmişe takıntılı ideolojik söylemlerdir. Önceki bölümlerde, modern birey ve toplumların gelişimlerinin dönüşümsel ilkelerindeki ortaklıktan ve evrensellikten söz etmiştim. Bunlar, çeşitli tarih-coğrafya koşullarındaki veya zaman-mekânlardaki yaşantılara göre olumlanırlar. Yerel değerler ve göreli anlamlar kazandıklarına da değinmiştim. İnsanların kedilerine özgü bazı nitelikleri veya bireysel veya kolektif olarak birbirlerinden farklılıkları kadar, benzerlikleri de bu şekilde ortaya çıkar zaten. Nitekim bunlar, tarih boyunca her coğrafyada, hem merak, ilgi, hayranlık, yakınlık, anlaşma, dayanışma veya dostluk uyandırdılar. Hem de kaygı, korku, aşağılama, çatışma, kavga, düşmanlık veya savaş sebebi oldular. KOLEKTİF İMGELEMLER Ayrıca söylemler, zaten tanım gereği kendi epistemolojik dil, yöntem ve teknolojileri ile toplumsal düzen kurma ve sürdürme işlevine ayarlıdırlar. Geleneksel, mitolojik, astrolojik, dini, bilimsel, ideolojik veya güncel siyasi söylemler arasında bu açıdan fark yoktur. Bir yanda maddi gerçeklikler ile diğer yanda tahayyül edilen anlamların arasına girdiklerini, yani “aracılık” (mediation)  ettiklerini, paradoks dolu mesajları ile de arabulduklarını veya bozduklarını da yazmış idim. Şimdi ise, bu  “üçlünün” eşzamanlı diyalojik etkileşimlerini dikkate almayan ve yeterli geçerliği ve güvenirliği sağlamayan hiç bir çözümlemenin, pek başarılı olamayacağı savımı tekrar vurgulayayım. Dahası, toplumsal eylemlerin demokratik dönüştürücülük, yani özgürleştiricilik niteliği; toplumsal pratiklerdeki yaşantısal ve yapısal değişimlerin, yani tarihsel hakikatlerin (I), öznel ve simgesel söylemlerin sosyal temsilleri (II) ve kolektif ve projektif imgelemler (III) ile eş zamanlı buluşabilmelerine ve örtüşebilmelerine bağlıdır. Başka bir deyişle, bu da geçmişin tarih okumalarında veya bilimsel çözümlemelerde sıklıkla ihmal edilen ve geçersizlik sebebi olan bir husustur. Veya bugünden bir örnekle, temsili demokrasiden ucube başkanlık sistemine dönüşmüş ve seçim arifesindeki günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nde, siyasi söylemlerin toplumda karşılığının olması veya olmaması demektir. Elbette bu durum, salt halkın kendi adına devleti yönetsin diye teslim ettiği iktidarın söylemleri için geçerli değil. İktidarı denetlemesini, dengelemesini, halkın kendi çıkarlarını ve demokratik haklarını ona karşı gözetmesini ve savunmasını beklediği muhalefetin söylemleri için de aynı derecede, hatta bu talep arttıkça daha çok önem kazanır. Toplumsal onarımlar ve gelecek tasarımları söz konusu olduğunda, özellikle dikkate alınmaları gerekir. Fakat yine geçen bölümlerde değinmiş olduğum bir noktaya dikkat çekmek isterim. Zira son zamanlardaki siyasi söylemlerde “Cumhuriyet’in fabrika ayarları”, “İttihatçılık”, “Post-Kemalizm” ve “yüzleşme” gibi entelektüel tartışmalarda, “şimdicilik” (presentism) de arttı. Yani, tarihi, ister iktidar veya muhalefet yararına araçsallaştırmak adına, isterse başka siyasi, ideolojik veya kişisel amaçlarla olsun, şimdinin gözlükleri ile okumalar çoğaldı. Oysa gerek tarihteki maddi koşullar, gerekse siyasi söylemlerin konjonktürel sosyal temsilleri hiç yokmuş gibi davranılamaz. Kaldı ki bu da başlı başına ayrı, uluslararası veya ulusal tarih yazınında sıklıkla rastlanan genel, ciddi ve ihmal edilen bir metodolojik sorun. Tarih tekerrür etmez. Dinamik değişimler ve zaman geri dönüşümsüzdür. Tekrar ettirilen, hatta kalıplaştırılan, statükocu siyasi veya geçmişe takıntılı ideolojik söylemlerdir. Öte yandan, imgelemler, evrensel ve insanlık tarihi kadar eskidir. Dolayısıyla geri-dönüşümlü, daha da doğrusu sürekli dolaşımda olanlar imgelemlerdir. Onlar her hangi bir gerçek nesnesi veya sembolik simgesi olmaksızın, insanlığın muhayyel okyanusunda serbest yüzerler. Nitekim zamansız, yersiz, yurtsuz, soysuz, sopsuz, cinsiyetsiz, vb. ve indeterministik olmaları bakımından, imgelemler yaratıcı insan zihni için hem özgürleştirici potansiyele, hem de her türlü istismara açıktırlar. Zaten artık çivisi çıkmış (neo)kapitalist dünyada, iktisattan siyasete, iş insanından bilim insanına kadar ele geçirilmek, sembolize, dijitalize, mobilize, manipüle veya kontrol edilmek istenen fakat bir türlü tam anlamda ele geçirilemeyen de bireysel veya kolektif imgelemlerdir. Türkiye’de son yıllarda gerek mağlubiyet ve mağduriyet, gerekse galibiyet edebiyatında dillerden düşürülmeyen “algı yönetimi” modasında olduğu gibi! Kaldı ki, bu anlatıda kaba hatlarıyla hem bir makro kavramsal çerçeveye ve imgelemlere, hem de mikro dönüşümsel ilkelere ve diyalojik mekanizmalarına öncelik vermemin sebebi budur. Öyleyse, Cumhuriyet’in geçmiş ilk yüzyılının ve ikinci yüzyılına hazırlanan bu toplumun demokratikleşme anlatısını, on bölümlük bir yazı dizisine sığdırmaya yeltendiğime göre, kalan kısımda belli başlı genel hususları hatırlayalım ve Türkiye örneği için birlikte düşünelim. AYRIŞMA, BÖLÜNME VE YARILMA  Bütün toplumların modernleşme serüvenleri, hem devletlerinin kendilerinden önceki krallıklardan, imparatorluklardan “bağımsızlık ve kurtuluş savaşları” ile “radikal bir kopuşla” başlar. Hem de aynı zamanda milletlerin bağlı oldukları kilise veya başka dini otoritelerin söylem ve tahakkümlerinden kolay kolay kopup özgürleşemedikleri, uzun ve çok boyutlu bir demokratikleşme ve sekülerleşme mücadelesi şeklinde seyreder. Özetle, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilanının tarihi, modern ulus-devletin modernleşmesinin yayılmacı Avrupa modernitesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde başlamış flört, kapitülasyonlar, “hasta adam” devletin çöküşü, emperyalist güçlerce topraklarına tecavüz, işgalci egemen güçlerden bağımsızlık mücadelesi, Kurtuluş Savaşı ile “doğum travması” ve TBMM’nin açılışı gibi izleyen diğer önemli olaylar sonrası nüfus kütüğüne kaydediliş tarihi gibi düşünülebilir. Yani dileyen tarihçi, dilediği olaydan çekebilir kırılma çizgisini. Türkiye’nin toplumsal demokratikleşme serüveni, Atatürk’ün kökten dönüştürücü devrimleriyle başlamış, ondan sonra da çeşitli siyasi, iktisadi ve toplumsal söylemlerle seyretmiş ve halen de süregitmektedir. Dolayısıyla, hem bizim modernleşme tarihimizin başlangıç noktasını belirlemek, demokratikleşme dönüşümlerini ve özgürleştirici imgelem, söylem ve toplumsal eylemlerini öncelediğim bu anlatı açısından ilgisiz. Hem de her alandaki küresel etkileşimler ve kültürel, felsefi, bilimsel, ticari alış-veriş her zaman söz konusu. Hele hiç bir “sınır tanımayan” insanî fantazmik ve imgelemsel gerçeklikte, bunlar ortak. Modern devletin, aydınlanmacı gelişim, akılcı mantık, bilimci ilerlemeci ve teknokratik bir toplum mühendisliği anlayışı var. Savunma, eğitim, adalet, sağlık ve ticaret gibi tüm toplumsal hizmet alanlarında, modern kurumsal yapılanmaları ve yönetimsel sistemleri böyle planlar ve geliştirir. Bu söylemler toplumsal pratiklerle yeniden-üretildikçe ve normatif olarak yerleşikleştikçe, iyi yönetilemedikleri için karşılık bulmayan, “normatif söylem” ve “egemen dil” dışı kalan imgelemler ve doyurulamayan duygusal gereksinimler, görünmeyene bastırılır veya baskılanır. Yani kolektif bilinçdışına itilir veya orada barınır ve ürerler. Fakat bunlar yok sayılsalar da yok olmadıkları için, hem tarihsel hakikatler üzerindeki yönlendirici etkilerini sürdürürler, hem de her fırsatta görünür olmanın ve bir simgeye veya söyleme yapışmanın yolunu bulurlar. Nitekim popülist siyasetlerin araçsallaştırmasına namzet ve istismara açık en ideal malzemeyi ve kolektif psişik enerjinin kaynağını teşkil ederler. Her halükarda, her doğumla vücut bulmuş oluşum gibi, ulus-devletlerin de “Baba” ve “Ana” imgelemleri var. Kısacası Türkiye toplumunun kolektif psikopolitik imgelemlerinde Cumhuriyet toplumu, “melez” ve “doğuştan yarılmış” bir oluşumdur: “Baba”; Aydınlanmacı felsefi-kültürel değerleri ve Yahudi-Hristiyan dini inançları olan, sanayi ve teknolojik yönden gelişmiş, emperyalist ve sömürgeci Batı. “Ana” ise, İslami felsefi değerlere ve dini inanışlara sahip, muhafazakâr ve yobazlıkla çağın gerisinde kalmış ve güçlü eril egemenin sömürdüğü, istismar ettiği hatta bedenine tecavüz ederek parçaladığı Osmanlı. Ne “küllerinden doğmak efsanesi” bize özgü, ne de kutsal “Anavatan” (Motherland) söylemi. Nitekim şu günlerde sosyal medya dolaşımında olan dünya haritasında, hangi ülkelerin topraklarına “Anavatan”, hangilerinin “Babavatan” dediklerini ve Afrika’dakilerin  “öksüz/yetim” diye sınıflandırılmış olmasını ilginç bulabilirsiniz. Tüm ülkelerin “Baba” imgelemi; eril, egemen, yönetici devlet ve onun her kamusal kurumda tayin ettiği ajanlarıdır. “Ana” ise; dişil, edilgen halk ve onun özel alana kapatılmış yönetilen ajanlarıdır. ASIRLIK SİYASİ SÖYLEMLER Geçtiğimiz bir asır boyunca uluslaşma ve toplumlaşma süreci, özellikle de Atatürk’ten sonraki zaman dilimi de ve farklı açılardan çeşitli dönemlere ayrılabilir. Her halükârda, çok partili sisteme geçilene, NATO üyesi oluncaya ve AB üyeliğine başvuruncaya kadarki dönem, bir ayrışma ve yarılma sürecidir. Bu dönem, Batıcıl, ilerlemeci, kalkınmacı, otoriter “babacıl” ve laik veya hukuk devletçi kamusal alandaki  söylemleri ile Doğucul, muhafazakar, isyankar, otoriter “anacıl” ve dindar veya tarikatçı özel alan söylemlerinin karşılıklı müzakereleri ile yaşandı. Son yıllarda, siyaset bilimcilerin, siyasetçilerin ve popüler kültürde hemen herkesin sıkça telâffuz ettiği “ötekileştirme” ve “kutuplaştırma” söylemleri, popülist siyasetin zaten yıllardır ayrışmış, hatta kemikleşmiş birikimlerini ve imgelemlerini araçsallaştırmasından başka bir şey değil. 80 darbesine kadar otuz yıllık süredeki temsili demokrasinin popülist söylemleri ve araçları ile oynanan temsiller ile bu kolektif imgelemler, kendi parçalı özdeşimlerini ve ötekilerini üreterek, bugüne kadar gelen dört ayrı ve temel siyasi söylem altında kümelendiler. 80 sonrasındaki ve AKP iktidarına kadar olan dönemde ise bu söylemler, küresel neoliberlizm kültürel postmodernizm ve kimlik siyasetleri rüzgârlarıyla, fraksiyonlara ayrışmalara devam ettiler. Nitekim, halkta veya kavramsal karşılığı olmayan, popülasyon istatistikli, sığ betimsel ve nicel bilimci çözümlemelerin; toplumun uzunca bir süredir girmiş olduğu “gelişimsel duraklama” döneminde takılı kalmasından başka bir işlevi olmadı. Siyaseti kendi çıkarlarına ve özgürleştirici fantazilerine göre manipüle edici ideolojik söylemler ve vasat altı toplumsal politikalar ise, sadece, yetersiz devlet yönetiminin otokratikleşmesine, inatlaşmasına ve sertleşmesine yol açtı. Tüm toplumu, hak ve hukuk ihlallerinden, toplumsal şiddetin çoğalmasından tutun da açlık sınırına dayanmış derin yoksulluğa kadar bugünkü ekonomik, ahlaki ve kolektif psikopatolojik çöküş tablosuna kilitledi. Bu “emekleme” döneminden, ancak “yüzleşme” (confrontation), yeniden-yakınlaşma (reapprochement) ve toplumsal uzlaşma (reconciliation) ile çıkılabileceğini daha önce de yazmış idim. Ardından, Erdoğan’ın ve Kılıçdaroğlu’nun farklı zamanlarda ve farklı siyasi beklentilerle dile getirdiği “helâlleşme” söylemi geldi. Farklı tanımları ve yorumları yapılmaya devam ediyor. Biz de daha uzunca bir süre toplumsal gündemi işgal edecek olan bu konulara, anlatının onuncu ve sonuncu bölümünde tekrar dönelim.