Alternatif bir Türkiye’nin demokratikleşmesi anlatısı (II)
Demokrasiye "özgül ve özel konularda “bilinçlenmemiş”, çünkü “balık tutması öğretilmemiş” halk, ne kendi bireysel/kolektif özgürleşmesine ve özerkleşmesine, ne sivil toplumun siyasi güçlenmesine, ne de böylece toplumun demokratik gelişimine katkıda bulunabilir.
Gerek yurt içinde gerekse uluslararası tartışmalarda, Türkiye adeta durumu giderek kötüleşen “ölümcül teşhisli ve yatalak bir hasta” gibi izleniyor. Bir kısım” hayırlı evlatlar” da kurtarıcı bir iksir veya bilimsel reçete arar gibi ülke için “yeni bir öykü” peşinde çırpınıyor. Yüzüncü yıl doğum gününden/genel seçiminden önce elbette!
Sorunlar ve sarmallar yumağı ortada. Her gün yeni bir yolsuzluk, liyakatsizlik ve kadrolaşma haberi. ABD doları/TL oranı bu yazı bitene kadar kim bilir kaç olacak. Durum gerçekten kritik. Toplumsal basınç ve baskı yüksek.
‘İktidar el değiştirse bile, devlet yeni iktidarı kendine benzetecek’ diyenler de var; ‘”devlet yok artık, çöktü; yeni dönemde her şey yeniden inşa edilecek’ diye düşünenler de. Mutsuz, umutsuz ve karamsarlar kadar, “şimdilik içi boş” avuntularla da olsa muhalefete ve geleceğe heyecanla bakanlar da yeterince çok.
Fakat seçime kadar veya seçim sonucunda her ne olursa olsun, şu tablodan kolay çıkılamaz: Bu toplum laik/dindar ve diğer klişe ikicil (dichotomic) kimlikler etrafında değil; esas olarak cebi dolular, yüzsüzler, pişkinler, zorbalar, kaba güç kullananlar ve onların karşısında cebi delikler, terbiyeliler, uygarlar, ürkekler veya çirkinleşmek istemeyen, çaresizce hak ve adaleti güçlü yöneticilerden bekleyenler şeklinde ayrışmış durumda.
Enflasyon ve tansiyon çok yüksek. Soğuk kış ve kıtlık kapıda. Herkes son derece mutsuz ve öfkeli. Dahası, halk en temel ve elzem yaşamsal konularda son derece “yarı-cahil” ki bu da en tehlikelisi. Toplumsal “sinir kriz”i ve “sınırda (borderline) dağılma” kapının eşiğinde!
Toplum olarak bu karmaşık ve tahripkar tablo ile sağlıklı bir biçimde başa çıkmadıkça; yani hangi tarafta olursa olsun insanlar kendileri özgürleşip demokratik yaşam bilinci ile özerkleşemedikçe, edilgen yönetilen halinden kurtulup siyasete sahip çıkmadıkça, çıkıp toplumsal yönetişimde sorumluluk almadıkça, devlet/özel kamusal kurumlar buna göre yeniden yapılandırılmadıkça, çalıştırılmadıkça ve denetlenmedikçe, Türkiye’de gerçek anlamda demokrasi filan - ”yeniden” değil; ilk kez, sağlam temellerle ve doğru dürüst” - asla inşa edilemez!
Kısa ve orta vadede muhalefet partilerinin görüşmeleri ne şekilde gelişirse gelişsin, sonunda karar kılınan veya yine basiretler bağlanıp mecbur kalınan “sistem” her ne olursa olsun, son tahlilde ve gerçek anlamda demokratik “denge-denetleme” sağlayacak olan, toplumsal talep ve denetimdir. O da, yani dün olması gereken, bugün başlar, yarınki seçimi beklemez.
Dillerden “genel seçim” düşmüyor. Oysa, herkes her an ve her yerde yığınla irili ufaklı ve mikro/makro siyasi yansımaları olan kendi seçimlerini yapıyor. En küçüğünden en büyüğüne ve en yetkili yöneteninden en yetkisiz yönetilenine kadar, herkes yani. Herkes bil(meye)erek, iste(me)yerek, farklı tip ve ölçülerde bu sürece katkıda bulunuyor.
Geçen hafta, Türkiye’nin bu çok sıkıntılı döneminde, ondan daha da sıkıntılı bir konuda, bu yazı dizisine kalkışmamın belli başlı gerekçelerine değinmiştim. Ayrıca, değindiğim özgül ve özel konularda “bilinçlenmemiş”, çünkü “balık tutması öğretilmemiş” halk, ne kendi bireysel/kolektif özgürleşmesine ve özerkleşmesine, ne sivil toplumun siyasi güçlenmesine, ne de böylece toplumun demokratik gelişimine katkıda bulunabilir.
O halde artık başlığı ile çoktan başlamış bu yazı dizisinin başlığını biraz açayım. Önce sonundaki, sonra da başındaki sözcüklerle. Hem böylece okuyucu da bazı önkabullere katılıp katılmama veya okumaya devam edip etmeme kararını verebilir.
ANLATI
Gündelik dildeki kullanımıyla “tarih”, geçmişte yaşanmış olaylara adeta doğal hakikatlermişcesine gönderme yapar. Bir disiplin, yani bilgi biçimi olarak tarih yazımı ise, geleneksel anlamda yine geçmişten kalan yazılı, sözel veya görsel belge, anıt ve benzeri maddi bir takım kaynakların izini sürerek hangi olayların ve ne için olduğu ile ilgilenir.
Tabii tarihin, üçüncü bir anlamı, belirli kültürel türler yardımıyla edebi bir eser gibi hikâye üretme özelliğidir. Bu öykülendirmenin esas işlevi ise geçmişte olup bitenleri (yeniden) okuyarak (yeni) bir anlam kazandırmaktır. Nitekim Türkçedeki (ve İngilizcedeki) tarih (history) ve hikâye veya öykü (story) terimleri, Latin kökenli veya başka bazı dillerde aynı sözcükle her iki anlamı da birlikte ifade eder. Yani hem kurgu hem de geçmiş olayların temsili anlamlarını taşır.
Gerek popüler kültürde, gerekse akademik tarih disiplinin içinden veya dışından, Türkiye’nin toplumsal siyasi geçmişini, sözcüğün tüm bu kullanım anlamlarını farklı oranlarda ve niteliklerde sergileyen çok çeşitli çalışmalar mevcut. Umarım Türkiye’deki tarih yazını, hem ülkesel (ulusal/bölgesel/yerel) hem de disipliner sınırların dışına daha hızla çıkacaktır. Böylece hem içine dönük, hem de salt dönemsel, bölgesel veya belgesel olmaktan da kurtulacaktır.
Benim de ancak kaba hatlarını çizmeye çalışacağım “Türkiye’nin demokratikleşmesi” gibi çok büyük ve karmaşık bir siyasi toplumsal gelişimsel mesele, elbette temelinde “tarihsellik” içeriyor. Fakat zaten kendinin yeterince geniş (adeta uçsuz bucaksız!) sınırları içinde kalarak, tarih disiplinini ilgilendiren üretimlerin ayrıntılarını tarihçilere bırakacak. Hatta onlarla özellikle doğrudan ilgilenmeyecek.
Onun yerine, tarihçilerin gayet iyi bildiklerini varsaydığım White’ın da dikkat çekmiş olduğu “biçimin içeriği” (content of the form) meselesinden yola çıkacağım. Başka bir deyişle de tarihin dördüncü anlamını daha çok önemseyeceğim. Bu da tarihin, genel bir ideolojik, ilkesel veya ahlaki söylem sunarak, geçmişte olanlar ve geleceğe ilişkin tahayyüller ile hikayeyi tamamlamak veya kapatmak işlevi görmesi ile alakalıdır.
Zaten son zamanlardaki (post) Kemalizm, Türk-İslam sentezi, Cumhuriyet kazanımlarının kaybedilme endişeleri, Türkiye’de demokrasi inşası ve benzeri yakın ve uzak geçmiş tartışmalarında yine sıklıkla tekrarlanan “geçmiş hatalardan öğrenmek” gibi dilekler de tarihten böyle bir beklentiye işaret eder. Başka bir deyişle, tarihin anlattığı hikâyeden çıkarılacak derse (moral of the story), yani “kıssadan hisse” meselesine!
Tam da bu noktada, bazı yöntembilimsel, kuramsal ve eleştirel toplumsal pratik sebeplerle, önce ideolojik söylem (discourse) ile benimsediğim anlatı (narrative) biçimi arasında bir kavramsal ayrıştırma yapmak da gerekir. Böylece başlıktaki ilk sözcüğe de bakmış oluruz.
ALTERNATİF
Zaten “alternatif” sözcüğünü her gördüğümüzde hemen akla 5N1K gelmeli: Neye, nerede, ne zaman, nasıl, niçin ve kime göre alternatif?! Bunlardan halihazırda yanıtlamadıklarım yazdıkça açıklığa kavuşacaktır sanırım. Bu bağlamda ve aşamada, hemen “alternatif modernite”, Batı-dışı modernlik”, “çarpık modernleşmemiz” gibi söylemleri çağrıştırması ise olağan.
Kaldı ki, okurken konacak virgüle göre, mevcut anlatılara içerik veya form yönüyle alternatif bir anlatı veya mevcut Türkiye’ye alternatif bir Türkiye olarak da alınabilir. Her ikisini de kast ediyorum.
Tarihsel söylemler, ideolojik, hatta dogmatik bazı varsayımlardan arınık olamaz. Hatta biçim ve yöntem olarak söylem, yani tanımı gereği, kendi içine kapalı ve geçmişe odaklı olmak durumundadır.
Oysa bu anlatıda esas vurgu; tarihsel olayların kronolojik dizininde, ayrıntılı içerik veya suçlu, sorumlu, kahraman öznelerinde değil. Daha ziyade, tekrarlanan veya sönümlenen olguların ve onların bağlamsal (maddi/eylemsel-simgesel-imgesel) ilişkilerinin örüntülerinde.
İlkesel mekanizmaların birbirlerini karşılıklı kurucu etkileşimlerinde. Geçmişin gelecek ile, fakat öncelikli olarak da şimdi-ve-burada nasıl bağlantılandığında. Temel motivasyon veya amaç da bunlar üzerinden, “önden-belirlenmiş” (pre-determined) bir tarih (yazgı!) hakkında kehanetlerde bulunmak olamaz.
Olsa olsa, öznellik geliştikçe yeterince sınanmış tikel/tümel genellemelerin gelecek (bir sonraki an/sonsuzluk!) için yordadıkları olası seçenekleri ayıklayarak, kendilik tarihine (self-(hi)story) “baştan-adanmışlık” (pre-determined!) olabilir. Tarihsel anlatı kendi kendini yazar/anlatır.
Zaten hem tarihin nasıl gerçekleşeceği önceden bilinemez, hem de zaman geri alınamaz. Bizim için olanaklı olan tek şey; hem geçmişin hem de geleceğin tüm yanılsamaları ve belirsizlikleri içinde, “ekosistemik ve ilişkisel kendilik bilgisi” ile “özdüşünümsel bilinçlilik” (self-reflective consciousness) edinebilmektir. Yaşamı anlamlandıran ve amaçlı varlıklar olarak, bu bilişsel/duygusal kazanımlara en uygun olası seçenekleri değerlendirmek ve aralarından yapacağı seçimlerle varlığını (beka!) sürdürmek. Yani sorumlu yaşamak!
Diğer taraftan, bugünlerde arzulanan da “eskisine” alternatif bir “yeni”, daha doğrusu (AKP’nin) “yeni Türkiye” ye alternatif; “yepyeni, daha yeni, daha daha yeni bir Türkiye” değil mi zaten? Elbette “yeni” kadar “eski” de, tarihsel ve tüm diğer bakımlardan oldukça göreli.
Bakınız TÜSİAD da şimdi, yani (uzun sessizliğin ardından ve iki yıldır da revize edile edile!) bıçak toplumun kemiğini çoktan törpülemekteyken, “ateş bacayı sarınca”, daha doğrusu dümdüz ifadesiyle piyasanın çarkları allak bullak olup da işler büyük patronlara doğrudan zarar vermeye başlayınca, bir rapor paylaştı: “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa: İnsan, Bilim, Kurumlar” başlıklı bir çağrı yaptı.
Raporun şimdi işaret ettiği “maddi olmayan gerçekler”, insani gelişim, kültürel değişim ve toplumun (popülist ve belirli kesimleri kayırıcı, fırsatçı “toplum mühendisliği” değil!) inşası meselesinin ve Daron Acemoğlu’nun son tahlilde vurguladığı “sivil toplumun güçlenerek siyasete katılımının” önemine ve tabii esas, “nasılına” yıllardır dikkat çekmeye çalışıyoruz.
Kaç zamandır da bu köşede, Türkiye’de aklı başında olan ve demokrasiyi bildikleri varsayılan, yetki ve güç sahibi olanların, ona yaklaşma ve toplumsal yaşama geçirmedeki muhafazakar anlayış ve köklü geleneksel/modern alışkanlıklarına değiniyoruz. Bunlar değiştirilmeden, Türkiye’nin şu kritik ve eşik noktadan sonraki toplumsal dönüşümleri artık sadece daha kötü ve evrensel patoloji yönünde olacağı uyarısını yapıyoruz.
Dolayısıyla bu yazının başlığındaki esas “alternatif” husus, ortasında. O konu ile de önümüzdeki hafta Cumhuriyet’in doğum gününü birlikte kutlayalım!