Alternatif bir Türkiye’nin demokratikleşmesi anlatısı (I)

Abone Ol
Toplum “laikler/dindarlar” ve türevleri gibi “kutuplaşma söylemleri” ile filan bölünmedi; zaten çok farklı toplumsal boyutlarda ve tarihsel zaman içinde giderek yeterince “ayrışmış”, “bölünük”, “maskeli” ve “sosyal mesafeli” idi. Gündemdeki sıcak ve akut tartışmalara baktıkça, yine soğuk ve kronik başka bir temel meselede yeni bir yazı dizisi beni çağırdı. Elbette kaç zamandır ele almakta olduğum konuların devamında ve bir işe yaramasını içtenlikle dileyerek. Okudukça ve hiç değilse dizinin sonunda daha da anlam kazanmasını umduğum gerekçelerimden bazıları şöyle: BÖLME VE BÖLÜNME Altı muhalefet partisi sistem görüşmelerine başladıysa da medyada görünenlerin kolektif zihindeki karşılığı henüz “Altılı Ganyan” (6P), daha doğrusu görünmeyenle birlikte “Yedili Plase” (7P) ötesine geçemedi! Zaten, açıkça ve ısrarla da bunun bir “demokrasi ittifakı” değil, “seçim pragmatiği” olduğu bugün de olduğu gibi açıkça veya örtük olarak vurgulandı. Muhalefet ittifakının demokrasi ittifakı oluşturarak birlikte eyleme geçmesi oldukça gecikti. Oyunun kurallarını ipi hep birlikte göğüslemeye dönüştürmedikleri sürece de at yarışlarından çok daha dinamik olan oyların akışkanlığı ve değişkenliği sürprizlere gebe. İkili Millet İttifakı’nın sağlamlığı çeşitli sınamalardan şimdilik geçtiyse de Akşener’in yükselen oylarının “ortalık kızıştırıcı” tarzda medyada ele alınışı ve AKP ile flört söylentileri dinmedi. İYİP’nin yeni, taze, kadın başkanlı, hem muhafazakar hem de liberal (ekonomi ve yaşam biçimi) değerlerine yakın ve halka dokunan “anaç-otoriter” bir parti olarak tam da merkeze oturma eğilimi ile birlikte, oylarındaki yükselme de artacak, muhatap kalacağı hizipçi politik taktikler de. Öte yandan, İmamoğlu, Bayburt, Gümüşhane ve Erzurum gezilerinde, yani mevcut iktidarın “kurtarılmış kalesinde”, halkın büyük coşkusu ve teveccühü ile karşılaştı. “Her şey güzel olacak!” mesajını bir kez daha vererek umutları yeşertti. Fakat hemen bazı kafalarda ‘CHP içinde çatlak var, Kılıçdaroğlu’na rakip aday çıkacak veya karışık mesaj vererek şaşırtmaca yapıyorlar, vb. ampulleri yandı. İstanbul Büyükşehir Belediyesinin Türkiye’ye örnek teşkil edecek demokratik mücadele ve başarıları sürdükçe de bu fanteziler devam edecek. Bahçeli, şimdi de “bölücü” kebapçılardan söz etti ve gençlerine “bir elde kalem, diğerinde kılıç” tutmalarını salık verdi. Cumhur İttifakı için hangisi “daha keskin” veya “sol elin yaptığından sağ elin haberi var mı”, belli değil! Erdoğan da her zamanki “biz/onlar” bölücü retoriklerinin en taze örneği olarak, “onların gençleri Z-kuşağı ise, benim gençlerime de ben bir isim buldum: Teknofestçi” dedi. HDP ise “Kürt sorunu”nu görüşmek üzere ve meşru bir parti olarak TBMM’ye davet almakla birlikte, bu toplumda adının yıllardır tarihsel sancılı ve iç kanamalı “bölücü terör” endişesi ve “beka tehdidi” meselesi ile anılmasının önüne bir türlü geçemedi. Eş başkanları tüm ezilenleri ittifaka çağırdı. Herhalde “tüm ezenlere karşı”! Fakat “ortak payda” açısından kulağa çok hoş gelse de ülkede şöyle veya böyle ezilmeyen yok; dolayısıyla da ezmemiş, ezmeyen yok! O halde, parti veya grup kimlikleri, (iktidar veya muhalefet aday) kişiler ve muhtelif kurumlardan önce veya yerine; demokratik ilkeler ve meseleler üzerinden toplumsal anlaşma, uzlaşma, ortaklık ve geniş tabanlı dayanışma sağlanabilmeli. Velhasıl sonuç olarak, bütün bu güncel ve çabuk değişen siyasi gündem konularının ardında, değişmez bir ortak örüntü olarak “bölme, bölünme, bölücülük” eylem, söylem ve imgelemleri var. Nitekim bölme (splitting), bu toplumun kolektif karakterinin en tipik ve ayırt edici temel özelliği (bkz. [ 1 ]). Yüzüncü yıl seçiminde iktidar ve muhalefetin yer veya el değiştirmesi ile de kolay ve çabuk değişmeyecek. Sadece partilerin, siyasi şahısların veya kayırılan herhangi bir kesimin değil, tüm ülkenin ortak yararı için dikkatle ve doğru yönetilmesi gerekecek! SINIRDA KIRMIZI ALARM Zira toplumun kolektif karakteri, modernleşme ve özneleşme serüveni, ister Osmanlı’dan ister Cumhuriyet ile başlatılsın, en az bir asırda oluştu. Fakat Türkiye’de (ne de dünyada!) akademiye egemen toplum bilimde, dolayısıyla da toplumun kolektif davranışlarında, nelerin evrensel (universal), yerli (indigenous), küresel (global), yerel (local) ve küyerel (glocal) olduğu yeterince tartışılmadı, öğrenilmedi veya anlaşılmadı. Öte yandan, özellikle son otuz yılda küyerel (glocal) olarak giderek tırmanan “kimlik politikaları” ve biçimsel demokrasinin popülist araçsallaştırmaları ile, Türkiye’nin (içerde/dışarda) siyasi kimliği de sınır (borderline) tipte biçimlendi. Dahası, lider-toplum arasındaki eşleşme ile kilitlendi ve zaten tarihsel altyapısal olarak yatkın ve kültürel olarak bölünük olan toplum, tam ortasından yarıldı. (bkz. [ 2 ] ) 15 Temmuz 2016 “hain darbesinden” (self-coupe veya aoutocopue veya autogolpe?!) itibaren ve 2018 yerel seçimlerindeki kırılmadan sonra da iktidarın erk kaybı hızlandı. İçeride ve dışarıda yönetsel başarısızlıklar görünür oldukça, hukuk ve demokratik ahlaki normları tanımazlık, kabadayılık, zorbalık ile topluma zarar verme ve şiddetin de irrasyonalitenin de dozu, biçimi ve biçemi arttı. Ülke, pandemi koşullarında daha da derinleşen kötü bir sarmala gömüldü. Uzunca bir süredir zaten ciddi çöküntü, hatta “büyük buhran” (bkz. [ 3 ] ) yaşayan toplumun bu tablosunun, şu Dünya Akıl/Ruh Sağlığı Günü’nde normallik sınırını (bkz. [ 4 ]) çoktan aştığını hatırlatmamak olmaz. Üniversitelilere veya yasal itiraz haklarını kullanmak isteyen diğer yurttaşlara uygulanan kaba şiddet örneklerinde görüldüğü gibi, iktidarın bu davranışları siyasi çıkar için istemli, yani provokatif amaçlı da olsa tehlikeli bir boyuta geçti. Başka bir deyişle, “korku siyaseti” ve iktidarı sürdürmenin “son çaresi” hesabı ile yapılan “bilinçli manipülasyonlar da olsa, kolektif dinamiklerle böyle, yani “ateş ve barut” ile oynar gibi oynanmaz. Birden alev alabilir ve öyle orman yangınları gibi “dışardan takviye” uçaklarla filan da söndürülemez, soğutulamaz. Bu türden toplumsal dinamikler kolay kontrol edilemez. Zaten Kılıçdaroğlu’nun “siyasi cinayetler” uyarısını da korkuya davet değil, bilinçli serinkanlılığa, sükunete ve itidale bir çağrı olarak duymalı! Fakat, muhalefetteki tüm partilerin hep birlikte güç birliği oluşturarak, devletin (güvenlik) gücünü elinde tutanların, böyle veya olası başka çılgın, ezber bozucu veya sanrısal yeni durumlarla nasıl başa çıkmayı planladığının henüz emaresi yok. Oysa, hiç değilse başa çıkabilecek yetkinlikte olduğunun, seçimden çok önce, yani şimdiden bilinmesi ve halkın da ikna edilmesi gerekiyor. Kaldı ki, son iki haftadır, adeta “dereyi görmeden paçayı sıvamak” gibi duran garip bir rehavet havası oldukça yaygın, erken, yanlış ve yanıltıcı. DUYGUSAL KOPUŞ VE ŞİDDET Diğer taraftan, toplum “laikler-dindarlar” ve türevleri gibi “kutuplaşma” söylemleri ile filan bölünmedi; zaten çok farklı toplumsal boyutlarda ve tarihsel zaman içinde giderek yeterince “ayrışmış”, “bölünük”, “maskeli” ve “sosyal mesafeli” idi. Mevcut iktidar, hem içerde siyasi İslam ve karşıt-bağımlı (“laikçi”, “seçkinci”!) tepkiselliklerle körüklendi. Hem de dışarda önce Ortadoğu’ya ılımlı İslam modeli, sonra dünyaya anti-emperyalist/-Batıcı “emsalsiz” (ikinci?) bir örnek olmak (“gazını alarak”) hırsına kapıldı. Mevcut toplumsal tablo, “kutuplaşma” retorik ve “ötekileştirme” siyasetleri ile iktidarın giderek yozlaşmış, merkezileşmiş, kişiselleşmiş çıkarları için, organik aydın/entelektüel ve diğer toplumsal kesimlerdeki işbirlikçileri ve muhalefetin tereddütlü ve laf ebeliği ile sınırlı siyasetinin de yardımları ile istismar edildi. Bütün bunlar, son derece gerçek ve hepsi de birbirinden birincil, yani eşzamanlı olarak ciddi önemdeki hukuk, ekonomi, sağlık, eğitim, vb. sorunları olan halkta, siyasete ve birbirine duyulan güvensizliği, öfkeyi, çaresizliği ve şiddeti tırmandırdı; yaşama ve kendine/birbirine yabancılaştırdı. TARİHSEL TOPLUMSAL MÜTEKABİLİYET Son yazımda (bkz. [ 5 ]) güncel örnekler ile “eylemsel söylemleri” ve “söylemsel eylemleri” birbirlerinden kısaca bir ayırt etmiş idim. Zira gündelik siyasi gündemlerde bolca örneklerini bulabileceğimiz hamasi retoriklerin çok azı ilkine dönüşürler. Zaten onlar da ancak tarihsel toplumsal karşılığını bulabildiği ölçüde, kısa veya uzun ömürlü olurlar. Halbuki bugün Türkiye’de, gündemi ne kadar işgal ederlerse etsinler, siyasi söylemlerden çok daha fazlasına ve geçmişte olduğundan çok daha fazla gereksinimi var. Başka bir deyişle, bu da iktidar veya muhalefetteki siyasi partilerin siyasi danışmanlara, araştırma veya halkla ilişkiler şirketlerine oluk oluk parasal ve duygusal yatırım yapmaları ile olmaz. Hiçbir kurumsal ve demokratik özdenetimi olmayan çıktılar ve popülist medyatik tartışmaları ile, toplumda sadece kamusal gürültü artıyor. Kafalar daha çok karışıyor. Zaman hızla ve tüm göstergelerde Türkiye’nin aleyhine akıyor. Üstelik gereksinim duyulan yapıcı, onarıcı ve iyileştirici toplumsal dönüşümler ise eğer, ısrarla arandığı gibi Türkiye’ye yepyeni bir “öykü” bulmakla hiç olmaz. “Öykü yarışmasına” sunulanlar ne kadar yenilikçi (innovative) veya yaratıcı (creative) olurlarsa olsunlar! ENTELEKTÜEL ELEŞTİRİ VE ETKİLEŞİM Nitekim bu toplumun uzak veya yakın geçmişteki siyasi tarihini muhtelif perspektiflerden ve odaklı ele alan, yeniden yazıp anlatan irili ufaklı çeşitli öyküler mevcut. Son günlerdeki (Post) Kemalizm tartışmaları ve 2010 Anayasa referandumuna farklı sebeplerle farklı oylar vermiş aydın/entelektüellerin geçmişi yeniden anlamlandırmaları da bunun en taze örneklerinden. Çeşitli toplumsal tarihsel öyküler yazılıp, hikayeler anlatılıp, yeniden yeniden de okunabilir ve yorumlanabilir elbette. Fakat, toplumsal demokratik dönüşümler, halkın bilinçli arzusu, kendisinin bozuk düzene toplumsal muhalefet talebi, değişimine “hazır oluşu” ve “doğrudan katılımı” olmaksızın asla gerçekleşemez! O halde, başlıca bu beş ve yazılarımın içine gömük olan diğer sebep ve gerekçelerle biz de farklı bir anlatma, anlama ve birlikte sorgulayarak düşünme deneyimine başlayabiliriz artık. Tabii yer-zaman şimdi-ve-burada bittiğinden, önümüzdeki hafta Politikyol’da başka bir yer bulmak dileği ile.