Türkiye'nin geleceği için öncelik verilmesi gereken üç mesele nedir? Yani “insani gelişme ve yetkinleşme”; “bilim, teknoloji ve inovasyon; ve “siyasal, ekonomik ve toplumsal kurum ve kurallar”!
TÜSİAD’ın “Geleceği İnşa” raporundan, başta kendileri ve iktidar/muhalefet siyasetçiler dahil, kim ne anlıyor? Yani çağrı yaptığı tüm kesimler için “gelişmiş, saygın, adil ve çevreci bir Türkiye’yi birlikte inşa etmek” ne ifade ediyor?
“Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde…” diye masallar başlar. Öyküler ise belirli bir zaman ve yer, gerçek veya gerçek yaşamda olabilecek kurgusal karakterler ile. Oysa bizimki tam bir “nereden başlasam, nasıl anlatsam” anlatısı. Buradaki güçlük, Türkiye’nin demokratikleşmesi gibi çok geniş ve çok boyutlu bir konuyu, olabildiğince yalın ve basit bir dille, birkaç bin sözcüğe sığdırmak gereğinden kaynaklanmıyor sadece.
Bu anlatının esas zorluğu, temel karakterlerinin anaakım akademik disiplinlerde bile pek aşina olunmayan bazı ilişkisel ve evrensel ilkeler ve metaforlardan oluşması. Diğer taraftan da bunların siyaseten hayli yüklü ve kültürel olarak da farklı kesimler için oldukça hassas yerel göstergelerinin bolca olması.
Örneğin, son günlerin faiz indirimi, oynak ABD Doları/TL oranı ve büyükelçiler, mülteciler, Suriye ve tezkere gibi kriz konuları, daha önce betimlemiş olduğum bireysel/kolektif “sınır” (borderline) karakterin çok tipik aşırı uçtaki/sınırdaki tepkisel gösterge örnekleri. Bu türden intihar amaçlı olmayan, kendine ve kendi topluluğuna/toplumuna maddi veya manevi zarar verme (NNSI: nonsuicidal self-injury, self-harm, self-mutilation) davranışlarını anlamak, intihar veya intihar-bombacılı terör eylemlerini anlamaktan çok daha güçtür. Hatta böyle bir kavramsal ve çoğulcu bir anlatı çerçevesine yerleştirmeden, değil dönüştürülmesi, anlaşılması ve açıklaması, sağduyu ve tedavüldeki egemen rasyonel söylemler ile neredeyse olanaksızdır.
ANLATANLAR VE ANLAMLANDIRMA
Tıpkı göstergebilim (semiotics) terminolojisiyle (ve Saussaure’un da dediği gibi) göstergelerin (sign); biçimsel gösterenleri (signifier) ile içerik olarak gösterilenlerinden (signified) oluşmaları gibi, herhangi bir anlatıyı karşılıklı kuracak olan da onun anlatanları ve anlatılanlarıdır.
Kaldı ki, anlatıyı daha da karmaşık (complex) hale getiren (Barthes’ın da vurguladığı gibi) hem anlatanın hem de anlatılanın, kendi ayrı biçim ve içerik katmanlarının olmasıdır.
Ayrıca, elbette okuyucunun okuması ve anlaması olmaksızın, işin kayda değer bir işlevi veya anlamı olmaz. Söz konusu olan ister en mükemmel tarihsel, iktisadi, toplumsal, siyasi veya başka türden bir anlatı olsun; isterse dünyanın en ünlü kişi veya kurumlarınca kaleme alınmış olsun. Yani her okuyucu, bu sessiz diyaloğa kendisinin zihinsel (Gadamer’in terimiyle) ”ön-yapılarını” (fore-structures) ve metinlerini beraberinde getirir.
Örneğin, TÜSİAD’ın “Geleceği İnşa” raporundan, başta kendileri ve iktidar/muhalefet siyasetçiler dahil, kim ne anlıyor? Yani çağrı yaptığı tüm kesimler için “
gelişmiş, saygın, adil ve çevreci bir Türkiye’yi birlikte inşa etmek” ne ifade ediyor?
Türkiye’nin geleceği için kulağa çok hoş gelen bu kilit sözcüklerle gösterilen hedefler kadar, işaret ettiklerine ulaşmak için önem ve öncelik verilmesi önerilen üç mesele ne demektir? Yani “insani gelişme ve yetkinleşme”; “bilim, teknoloji ve inovasyon; ve “siyasal, ekonomik ve toplumsal kurum ve kurallar”!
Haydi yeterince kapsayıcı ve kavramsal tanımlarda da anlaşıldı diyelim, bu söylemlerin Türkiye’nin güncel yaşam pratiklerine tercümesi nasıl olur?
Şurası kesin ki, meseleleri böyle madde madde söylemde listelemekle ve bunların toplumsal gerçekliklerdeki karşılıklarının ve birbirlerini karşılıklı kurucu ilişkilerinin ayırdına varmadan olmaz.
O halde, şimdi bütün bunlarla doğrudan ilgili olan konumuza, anlatanlarla anlatılanın birbirlerini karşılıklı kurması adına, tıpkı kendisi gibi anlatarak geçeceğim. Yani olabildiğince nesnel, çok boyutlu, çok katmanlı, farklı disiplin ve akademik söylemlerden katışık türler kullanacağım. Dolayısıyla da çoklu toplumsal katmanlarda, kurumsal ölçeklerde, yapı/sistemik açılarla ve makro-mezo-mikro perspektiflerden bakacağım.
Kısacası, bu anlatının Türkiye kısmından önce, demokratikleşme meselesinin oldukça genel, jenerik , ortak ve olumsal (contingent) özelliklerine olabildiğince çıplak ve hızlıca bakalım. Ortasından olmasa da “arada” bir yerlerden başlayarak ve zamana yayarak. Hem sıralı, hem sırasız. Çünkü önce “zaman-sız” (time-less) ve “yer-siz” (place-less); böylece ”ilkesel” ve “evrensel” olanın, meta-kuramsal biçiminin üzerinde biraz durup, düşünerek.
Daha sonra bu çıplak kavramsal ve metaforik manken, Türkiye’nin öznel tarihsel koşullarını dikkate alarak kaleme alınmış sayısız tarihi, iktisadi, sosyolojik, psikolojik, siyasi, kültürel, sanatsal, bilimsel, dinsel gibi içeriden/dışarıdan çeşitli öyküler ile giydirilebilir. Elbette, kendi ölçü(t)lerine ve güncel tarihsel toplumsal siyasi koşullara uymayanlar, kendi(liği)ne yakış(may)anlar, gerçekçi kapasitesi ile kaldır(a)mayacakları ve geleceğine taşı(ya)mayacakları hızlıca ayıklanmış olarak.
“Coğrafya kader midir?” “Doğduğun ev kader midir?” Veya keder midir? gibi tarihin ve popüler kültürün kafasını son zamanlarda sık kurcalayan bazı soruların yanıtlarına da okuyucu kendisi karar verebilir.
Zaten böyle bir genel, ana hatları belli, yeterince sağlam ve kültürel oydaşma ile içselleştirilmiş bir kavramsal çerçeve, istikrarlı bir ortak “düşünsel dil” ve dinamik ilişkisel bir gelecek vizyonu olmaksızın; her hangi bir insanın/toplumun bireysel/kolektif demokratik gelişmesinden, yapısal reformlardan, özerkleşmekten, güçlenmekten, vb. söz etmek, anlamsız ve gereksiz. Her zamanki gibi hamasetle ciddi zaman ve kaynak israfından başka hiçbir şey değil!
DEMOKRATİKLEŞME
Günümüzdeki siyasi toplumsal tartışmalarda “yerli ve milli” gibi tüm özcü (essentialist) kültürel kimlik söylemleri sıklıkla gündeme geliyor. Çeşitli akademik uluslararası-kültürlerarası çalışmalarda da nitekim (ve çoğunlukla da örtük bir varsayım olarak) “evrensellik-yerellik” ikilemi, standart bir verili (given) konu veya soru.
Siyasi, entelektüel veya popüler kültürde zaten, Türkiye’yi sürekli olarak “ileri”, “güçlü”, “gelişmiş”, “az gelişmiş” veya “geri kalmış” ülkelerle kıyaslamalar aşırı yaygın. Taklit etme, araklama, imrenme, hayıflanma, kötüleme, yansıtma ve fatura kesme gibi örneklerden geçilmiyor.
Türkiye ulus-devletinin biricik veya emsalsiz (unique), tekil (singular) veya sui generis (nev-i şahsına münhasır) bir tarihsel sosyolojik vaka olduğu da yıllardır bolca dillendirilen bir mesele. Hem “sol veya ilerici veya yenilikçi”, hem de “sağ veya gerici veya muhafazakar” şeklinde etiketlenen kesimlerin elini kolunu bağlayan veya çok kolay araçsallaştırdığı elverişli bir malzeme. Fakat her halükarda (yani tüm politize bölünmüş taraflar için) bu toplumun arzulanan demokratik gelişmesinin önünde tipik bir statükocu, tutucu engel ve değişime direnç konusu.
Ayrıca bu anlatıda “demokrasi”, yaygın kullanımından farklı olarak; ne salt bir siyasi sistem tipi meselesi, ne de sadece siyaset biliminin inceleme nesnesi. Hatta, iktisadi-maddi gerçeklikler, toplumsal yapılar ve kültürel psikolojik ilişkilerin bütününü barındıran kocaman bir paket gibi ele alınacak bile olsa, nesne(l) değil.
Yani hem statik bir “şey” (thing) veya önden belirlenmiş teleolojik bir yolun ucunda ulaşılacak bir nesne veya nihai bir ürün (end-product) değil. Zaten adı üstünde; “demokrasi” gibi durağan bir isim-olgu (noun-phenomenon) değil; isim-faaliyet (noun-activity). Belirli ahlaki ve estetik tercihleri olan bir dünya görüşü ve yaşam biçiminin, yaşamsal koşullarla karşılıklı dinamik müzakereler ile gerçekleştirilme serüveni.
Bu serüven, tüm katılımcılar için “demokratik” başlarsa, sürekli olarak tarihsel gerçeklerle eş zamanlı seyreden toplumsal pratiklerle sınanırsa ve sürekli revize edilerek demokratik ideallere doğru yaşanırsa ancak, bir “demokratikleşme” sürecinden söz edilebilir.
Nitekim, daha önceki yazılarımda da Türkiye’de ‘demokrasiye seçimden sonra ve salt parlamenter sisteme dönmekle filan geçilemez; demokrasi bir başlangıç koşuludur’ derken de kastetmiş olduğum tam da budur. Şu tarihsel anda ve koşullardaki Türkiye toplumu için mevcut alışkanlıklar, kazanımlar ve potansiyel olarak her ne varsa, ancak onlar üzerinden ve olanak verdiği biçimde, yönde ve hızda dönüşebilir. (Bkz. “Demokrasi haddini bilmekle olur!” yazı dizim.)
Demokratik ilke ve idealler de nitekim, dar siyasi veya geniş göstergeler kümesi anlamında ve elbette bu diyalojik ilişkiler bağlamında, her ne anlaşılıyor ve nasıl tanımlanıyorsa onlardır: Eşitlik, denklik, hakçalık, katılımcılık, kapsayıcılık, özgürlük, özerklik, insan haklarına saygı, sorumluluk, adalet, şeffaflık, düzenleme, gözetim, denetim, yargı, yetkinlik, liyakat, sadakat, toplumsal pratik, yaşam estetiği, insan ve doğa sevgisi, dünya görüşü ve benzeri diğer bakımlardan. O yüzden de işte, bunların her birinin hem evrensel, dayanıklı ve nesnel; hem de yerel, esnek, ve öznel yanları vardır.
Halkın nesnel (objective) - öznel (subjective) - yansıtımsal (projective) gerçeklerine eşzamanlı olarak birlikte hitap etmeyen her hangi bir resmi/sivil rejim, demokratik (“halk için”!) olamaz. Tüm katılımcılar için vardır veya yoktur. Demokrasi herhangi bir azlık veya çokluk gibi niceliksel bir değer değildir. Yukarıdaki ilişkilerin örüntüsel niteliğinin değerlendirilmesi söz konusudur.
Öyleyse, şimdilik sadece ve kabaca temel bazı ilkesel özelliklerine değinelim: Her şeyden önce demokratikleşme, faal bir sürece (process) işaret eder. Ve her süreç gibi, bir tarihsel zaman uzamı (Bergson’un terimiyle “la durée/duration”) boyunca oluşumsal yaşanır.
Demokratikleşme, bireysel/kolektif bir ahlaken aydınlanma, estetik uygarlaşma ve modernleşme çabasıdır. Modernleşme özneleşme; özneleşme özerkleşme, özerkleşme de özgürleşme süreçleridir. Bütün bunlar da zaman içindeki değişimlerle sürekli ve aktif bir bilinç-lenme, özdüşünümsel (self-reflective) olgunlaşma faaliyetlerini ifade ederler. Dolayısıyla nesne-nesne ve nesne-özne ilişkilerini kapsasa da nesnel değil; öznel bir süreçtir.
Nitekim, öncü ülkelerde “temsili demokrasi” modellerini çökerten de olası özgürlükçü, çoğulcu, kapsayıcı, katılımcı, vb. demokrasi çabalarını yeşertebilecek olan da, bu en olmazsa olmaz, yani elzem özelliğidir.
Türkiye de başka (“ileri/geri”) ülkelerin demokrasi başarıları veya başarısızlıklarından önce, kadar ve onlarla ilişkisellik içinde, kendi öznelliği ile tanışmalı. Bu anlatının önemsediği ve öncelediği alternatif noktalardan birisi de zaten tam da bu. İkincisi ve elbette bununla doğrudan ilişkili olan husus ise; bir modern ulus-devletin “çözümleme ve değişim birimi” (unit of analysis and change) olarak kolektif özneleşmesini inceleyen bir anlatı olmasıdır.
O halde biz de bugün modern Türkiye Cumhuriyeti’nin 98. doğum gününü en iyi dileklerle kutlayıp, Türkiye örneğine geçmeyi haftaya bırakalım. Mustafa Kemal Atatürk’ün “ Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” diyerek miras bıraktığı bu ulus-devletten, gelecekte “bir varmış, bir yokmuş” diye söz edilebilme olasılığının düşüncesine bile katlanılamıyorsa eğer, ivedilikle yapması gereken ödevleri ile ilgilenelim.