Bir kez daha anladık ki gizliden gizliye Almanlar bizi kıskanıyorlar. Bir yandan ülkelerine gidişimiz vize kısıtı koyarken, dönerken de zahmet verip, kendilerine lanet okumamıza yol açıyorlar. Yoksa neden böyle gereksiz eziyet yapsınlar ki?Grev nedeniyle inanılmaz bir kuyruk var her yerde; hem de daha önce hiçbir yerde görmediğim kadar. Kimse de uyarmamıştı oysaki. Neyse, havayolunun iş insanlarımız için ayırdığı “imtiyazlı” kontuar açıldı bizim için. Girdik sıraya ve çok beklemeden verdik bavullarımızı. Elimizde çantalarımız ve Türkiye’den verilen siparişlerle güvenlik kontrolüne gireceğimiz kapıyı aramaya başladık. İşte tam o anda Frankfurt havaalanındaki grev ile ilk deneyimimizi yaşadık. Diğer havaalanlarındaki uçuşlar iptal edilince, yolcular Frankfurt’a yığılıvermiş. Güvenlik kontörlünün bulunduğu sıranın ucu bucağı yok. İtiraf edeyim sonunu göremedim. Sırtımızdaki yükler ve çantalarla tanıdığımız birilerinin yanına “kaynak” yaptık Türk usulü. Arkamızdaki Alman çift hoşnut olmayan bir bakış attı bana; göz göze geldik. Ama konuşmadı. Utandım birden. “Neyse içeride görürsem bir bira ısmarlar, biraz da sohbet eder yumuşatırım onları” dedim içimden. Zira gözüm yemedi sonu görünmeyen kuyruğun sonuna gitmeyi. Uzun bir süre bekledik sırada, bitmedi bir türlü. Bir saat bekledikten sonra güvenlik görevlilerini görebildik sonunda. Grev yüzünden eleman sıkıntısı var her yerde. Görevde olanlar da iş yavaşlatıyor doğal olarak. İki kulvarda iki x-ray cihazı çalışıyor sadece. Diğerleri boşta. Çalıştıracak hiç kimse yok. Greve çıkmışlar. X-ray cihazlarına rağmen, bir de çantaları açıp kontrol ediyorlar. İçlerinde e var ne yoksa didik didik arıyorlar. Ülkemizde alıştığımız tevekkül duygusuyla, Alman güvenlik görevlileriyle yüzleşme sıramızın gelmesini beklemeye koyulduk. Bulunduğumuz yerden görebildiğimiz kadarıyla, güvenlik görevlileriyle muhatap olan hiç kimse kendilerinden haz etmiyordu. Bunu sezdikleri anda oluşan olumsuz bir elektrik, sadece kontroldeki yolcuları değil, onlarla göz teması içinde olan herkesi kaplıyordu. Oysa bu işlemler bizim havaalanlarında çok daha hızlı ve çok daha etkin yapılabiliyordu. Belki de tam da bu nedenden dolayı “Almanya bizi kıskanıyordu”. Kim bilir? Tam o anda bir mucize gerçekleşti. Sıramızın gelmesini beklerken, yan taraftan ek bir kulvar açılarak bizleri büyük gruptan ayırdılar. İnanılmaz bir rahatlık hissettiğimi itiraf etmeliyim. Biz geçince arkamızdan kulvarı tekrar kapattılar. Anlaşılan kontrollü bir izin vermeydi bizimkisi. Tam “neden acaba” derken, bu kulvarın ABD uçuşları için kullanılan kulvar olduğunu anladık. Yağmurdan kaçarken doluya yakalanmıştır. Malum, bilenler bilir. Tüm dünya havaalanlarından ABD uçuşları için daha sıkı güvenlik tedbirleri uygulanır genelde. Kaide burada da değişmedi. Çantalar boşaltıldı. Her şey çıkartıldı ve kontrollerde geçildi. İnanın tüm bu sürecin sonunda yaşadığım duygu doktorasını başarıyla geçen bir öğrencinin duygusuydu. İnanılmaz bir mutluluk içimi doldurdu. Onca zaman beklememin ardından sonunda çok uzun süren bir güvenli kontrolünden de geçmiştim. Heyecanla giyinmeye ve çantalarımı toplamaya başladım. Artık tek bir aşama kalmıştı. O da alışverişlerin vergi iadelerini alabilmekti. Lakin o da bir miktar emek gerektiren işlemdi. Allah’tan bu havaalanındaki gümrük güvenlik kontrollerinin çok yakınında. Geçmiş seyahatlerimde çok zorlanmadan işimi halledebilmiştim. O gün de fazla zorlanmayı beklemiyordum doğrusu. Rahatlamış bir ruh haliyle, çantalarımı yüklenip gümrüğe doğru yola çıktım. O da ne? Malum grevin bir başka etkisi de burada karşıma çıktı. Gümrükte de olağan üstü bir sıra var. Bir de buradaki memurların işleri yavaşlatması… Neyse emek mücadelesine saygım gereği, mücadelelerine katkı sağlamak için sessizliğimi korudum. Gerçi onlar bunun farkında bile olmadılar. Olsun… Sonuçta emek mücadelesi evrensel bir konu. 20-30 dakika ısrarlı bir bekleyişten sonra neredeyse sıra bana geldi. Önümde Uzak Doğu Asyalı hoş bir hanımefendi satın aldığı markalı bir çantanın vergi iadesini almaya çalışıyordu. Gençten iki Alman gümrük memuru ise baş başa vermişler kadını lafa tutmuş, kur yapıyorlardı. Çanta açılmış, kullanma kılavuzları çıkmış ve çanta konusunda derin bir muhabbete girişilmişti. Gereksiz, konu ile ilgisi olmayan bir inceleme ve ısrar sürmekteydi önümde. Kadıncağız yarı ürkek bir tavırla bu genç memurları ciddiye alıyor, her sorduklarına cevap vermeye ve açıklamaya çalışıyordu. Gören de bu gençlerin kız arkadaşlarına veya eşlerine benzer bir çanta almak için hanımefendiyi lafa tuttuğunu sanırdı. Sonunda yaşananlardan ben de rahatsız oldum ve dik dik memurlara bakmaya başladım. Rahatsız oldular. Belki de belli etmeden “Türkler bizi kıskandılar” diye geçirmişlerdir akıllarından. Sonunda kadıncağızın işlemini onaylayıp serbest bıraktılar. Şimdi aldı mı beni bir korku. Benim memnun olmamış, eleştirel bakışlarımdan memnun olmayan memurlar bana takarlar diye düşünmeye başladım. Ödetirler bana dedim. Hatta her şeyi bırakıp geri dönmeyi ve verdiğim vergileri Alman hükümetine bırakmayı bile düşündüm. Neyse ki çok zorlamadılar beni. İmza ve mühürlerimi aldım ve oradan ayıldım. Bunları düşünürken paramı alacağım kontura doğru ilerledim. Maalesef orada da bir sıra. Kararlıyım artık. Bunca yaşadıklarımdan sonra bırakamazdım. Hedefe ulaşmışım neredeyse. Tam önümde biraz önceki hanım duruyor. 10 dakika bekledikten sonra sıra ona geldi. “Yanlış yerdesin” dediler kadıncağıza. Karşı sıraya girmeliydin diyerek, daha uzun bir sırayı işaret ettiler. Yüzünde Asyalılara özgü bir tebessümle ayrıldı sıradan. Sessizce kabullendi durumu ve gitti. Almanları değil de, gerçekten kıskandım Asyalıları. Bunca sıkıntıyı çekip, zahmete katlanmasına rağmen, yine de memnuniyetsizlik ifadesi olmuyor yüzlerinde. Nihayet sıra bana geldim. Bu kez de Alman olan memur, yanındaki Türk memurla konuşmaya başladı, sanki ben yokmuşum gibi. Onlar konuşuyor, ben ise bekliyorum. Sonra beni fark edip, evraklarımı aldılar. Ardından da paramı verdiler. Artık inanılmaz derecede mutluydum. Alman hükümetine verdiğim vergimi gerçekten ter dökerek geri alabilmiştim. Küçük bir ödemeydi ama yine de emek sarf etmek gerekiyordu. Bu paranın bir anlamı var. Emek karşılığı kazanılmış bir paraydı bu. Gerçi alışveriş yaparken, devletler çok kolay almaktalar bu paraları ama verirken, ciddi manada ter dökmeniz ve emek sarf etmeniz gerekiyor. Devletler bu emeği sarf etmeniz için ellerinden geleni ardına koymaktan da kaçınmıyorlar. Bu bakımdan ne Almanların bizi ne de bizim Almanları kıskanmasına gerek yoktu. Zira bu konuda tüm devletler aynı. Her şey bitti derken, uçak kalkış zamanının yaklaştığını fark ettim. Hızlı adımlarla biniş salonuna doğru yöneldim. Yaşadığım her şeye rağmen, yine de mutluydum. Bundan sonra daha ne olabilirdi ki? Bileti ve pasaportu gösterip uçağa girebilecektim sonunda. Koltuğuma oturup, bu yorgunlukla bir süre dinlenebilme, hatta kestirebilme fırsatım olacaktı. Hatta havayolu şirketi uygun görür, alkollü bir şeyler de verirse ne ala. Finale yaklaştığımı sanarak, uçağa biniş salonuna geldim. Ancak orada da olağan dışı bir durum gözüme çarptı birden. Genelde yolcular bu salonlara gider oturur ve ilgili şirketin memurlarının yolcuları uçağa davet etmelerini beklerler. Oysa bu sefer durum farklı. Grevin yol açtığı engeller ve zahmetlere ek olarak, bizi “kıskanan” Almanya teçhizatlarını donanmış tüm polislerini bir şekilde karşımıza çıkarttı yine. Daha önce hiç böyle bir şeye maruz kalmamış biri olarak, anlam vermeye çalıştım gördüklerime. O kadar engeli başarılı olarak geçmiş, tamamen temiz olduğunu ispatlamış biz Türkleri son bir kez daha kontrolden geçirmek istiyorlarmış gibi geldi. Onları yok sayıp, salona yürümeniz imkânsız. Zira girişi en az 10-15 polis kapamış. İnanın o ana kadar yaşadıklarım bir TV programındaki reality show kıvamındaydı. Hani şu Barbados adalarında üretilen programlardaki gibi. Neyse… Şaşkınlıkla sağa sola bakarken, kapıdaki polis beni salonu ablukaya almış olan polis grubundan birine yönlendirdi. Her zamanki gibi pasaport istendi “tanışmak” için. Genelde bu tanışmalar hep tek taraflı olur nedense. Maalesef karşı tarafı tanıma fırsatı bulamazsınız. Sonra diğer sorular izledi malum olduğu üzere. Ne iş yaptığım ne kadar kaldığım, neden geldiğim soruldu “gider” ayak. Bu sorular gelişte sorulur da ilke kez şahit oldum gidişte sorulduğuna. Merak ettim ve ben de sormaya başladım “neden yapıyorsunuz bunu?” diye. Bir Alman polis Hanım kızımız, yanındaki bıçkın bir Alman delikanlı ile cevapladı düzgünce. “Yanınızda ne kadar paranız var öğrenmek istiyoruz” dedi. Sonra da ekledi. “Ne kadar paranız var?” diyerek. Malum iktisatçıyım ben ve ekonomi ile ilgili sorularda detaylar önemlidir benim için. Ben de geri sordum, “hangi para biriminde parayla ilgileniyorsunuz” diye. Kadın biraz şaşırdı ve “ne varsa” dedi. Ben de “emin değilim” dedim. “Gelmeden önce sayamadım ama beş altı yüz TL olabilir” dedim. Ardından “Euro ne kadar var?” diye sordu. “Emin değilim” dedim. “Çok harcadım. Maalesef Almanya gelmeyeli çok pahalı olmuş buraları” deyiverdim birden. “Yaklaşık olarak” dedi. “İki binden az diyerek” kendimi garantiye almaya çalıştım. Hanımefendi Alman ya, tatmin olmadı. “Tam olarak ne kadar?” deyiverdi. İşte bu soruyu hiç beklemiyordum. Ona ne benim cebimdeki paramdan. “Göster” dedi. Aklımdan geçti birden, ama “özel bilgidir; seni ilgilendirmez” diyemedim. Zira bizde sorulduğunda genelde böyle derler devlet büyüklerimiz. Biz de üstelemeyiz ayıp olmasın diye. Gösterdim cüzdanı; tatmin oldu. Ama bu kez ben sormaya başladım. “Merak ettim” dedim. “Kaç para olması gerekiyor?” diye soruverdim. Zira sonraki gezilerde bir sıkıntı yaşamak istemediğim için bilmek istedim. Bazen Almanların kendilerine has, kimsenin bilmediği kuralları vardır. Durduk yere soruverirler. Sizin de o kuralları bilmek zorunda olduğunuzu varsayarlar. Başıma çok gelmiştir bu durum. On bin Euro’nun üzerinde paranın beyan edilmeksizin uluslararası bir seyahatte taşınmanın yasak olduğunu söyledi polis. Ama bunu uluslararası seyahat eden herkes bilirdi zaten. Durmadım devam ettim ben de. “Peki” dedim. “Ama 10,000 veya üstü bir para cüzdana sığar mı?” diye ekledim. Yüzünü ekşitti. Yanındaki bıçkın Alman polis memuru “ne diyor?” diye merakla sordu. Hanım kızımız bir şey demedi ve benim salona girişime izin verdi. Çok geçmeden uçağa yerleştik ve ülkemize geri geldik. Ve bir kez daha anladık ki gizliden gizliye Almanlar bizi kıskanıyorlar. Bir yandan ülkelerine gidişimiz vize kısıtı koyarken, dönerken de zahmet verip, kendilerine lanet okumamıza yol açıyorlar. Yoksa neden böyle gereksiz eziyet yapsınlar ki?
Almanlar bizi kıskanıyor
Eğer birisi hangi Alman’ın bizi kıskandığını merak ediyorsa, bunun daha çok sermayedar Almanlar olduğu söylenebilir. Zira onların grevleri bizdeki gibi, siyasi bir otoritenin onayı ile erteletebilme imkânı yok. Bu yüzden Alman sermaye kesimi bizi kıskanabilir.
Almanya’daki Birleşik Hizmetleri Sendikası geçen cuma günü yedi havaalanında bir günlük grev yaptı. Amaç her zamanki gibi çalışanların ücretlerinde artış talebiydi. Çalışanlar işvereni yüzde 10’lara yakın bir ücret artışına rıza göstermesini isteniyordu.
Malum olduğu üzere, Almanya ve diğer AB ülkelerinden “yüksek” enflasyon ciddi problem. Çalışanların satın alma güçlerindeki erozyonu gidermek için böyle bir artış emek kesimi tarafından zaruri görünüyor.
Bunu yaparken de birisinin “himmetine” muhtaç olmadan, mücadele ederek elde edebiliyorlar taleplerini. Aslında bizlerin çok uzun zamandır unuttuğu bir şey bu. Benim yaşım müsait olduğu için, 12 Eylül öncesini hatırlayabiliyorum. Babamın da sendikal faaliyetler içinde olmasından dolayı “grev” ve “lokavt”” meselelerini uygulamada görebilmiş, etkilerini kendi hayatımda tecrübe edebilmiş birisiyim. O yüzden bu tarz mücadelelere saygım büyük. Çalışanlar bakımından ne anlama geldiğini bildiğimi sanıyorum.
Ülkemizdeki siyasiler sıkça “Almanya bizi kıskanıyor” diyorlar. Kamuoyunun bir kesimini de ikna edebiliyorlar bununla. Fiili olarak gördüklerimizle Almanların neyimizi kıskandığını anlamış değildim. Ta ki geçen cuma gördüğün havaalanları çalışanlarının yaptığı grevi görene kadar.
Çok uzun zamandır ülkemizde bu boyutta grevlere rastlanıyorduk. Olanlar da medyanın gayretleri ile görünmez kılınıyor, toplum habersiz bırakılıyordu.
Bir de Sayın Cumhurbaşkanımızın bir imzasıyla “ülkenin âli menfaatlerine” zarar vermesi muhtemel grevler, sorgusuz sualsiz ertelenebiliyordu. Bu şekilde emek piyasasındaki sorunlar, haksızlıklar görünmez kılınabiliyordu. Yani sorunlar halının altına süpürülüyordu. Ama hiçbir şekilde o sorunlar çözülemiyordu.
Eğer birisi hangi Alman’ın bizi kıskandığını merak ediliyorsa, bunun daha çok sermayedar Almanlar olduğu söylenebilir. Zira onların grevleri bizdeki gibi, siyasi bir otoritenin onayı ile erteletebilme imkânı yok. Bu yüzden Alman sermaye kesimi bizi kıskanabilir.
Geçen hafta bir vesileyle Frankfurt’taydım.
Tesadüf o ki dönüş tam da grevin olduğu cuma gününe denk geldi. Yaşadığım tüm o zahmetlerle birlikte, Almanların neden bizi kıskanmakta olabileceğini düşünüp durdum. Doğrusu arada kaldım. Karar veremedim.
Sabahın erken saatlerinde minibüs taksilerden biriyle havaalanına doğru yola koyulduk. Ben taksideki akademik düzeyde tek iktisatçıydım. Yanımda Boğaziçi Üniversitesi endüstri mühendisinden bir başka tanınmış profesör ve iki de profesyonel yönetici ile yola koyulduk.
Taksi şoförü beklendiği gibi Türk. Konuşkan biri aynı zamanda. Türkiye’yi konuşuyor, bizleri tanımadan. Türk insanından şikâyet ediyor sürekli. Sanırım malum kişinin destekleyicilerinden.
Kendisinin iki taksisi olduğuna vurgu yaparak, yabancı bir ülkede elde ettiği başarının bizlerce de takdir edilmesini arzuluyor. Belli ki çok çalışmış. Dahası kendisinin “ekonomist” olduğuna vurgu yaparak, ekonomiden ve iş idaresinden anladığına dikkat çekiyor. Tıpkı bizde de bazılarının yaptığı gibi.
Daha önce aldığı eğitim taksi şoförümüze yetmemiş, bir de Almanya’da bir derece almış. Bunlarla söylemek istediği, bu kadar kalifiye biri olmasına rağmen, çalışmaktan yılmadığına ve başarının çalışmaktan geçtiğine dikkat çekmekti. Alman toplumu ve ekonomik yapısının onun bu başarılarına sağladığı olanakları düşünmeden, doğrudan birbirinden farklı iki ülkedeki insanların çalışma hayatındaki başarılarını karşılaştırmaya çalışıyordu. Bu yüzden kıskanılması gerekenin onu şahsi başarıları mı, yoksa Alman sisteminin böyle başarılara olanak sağlayan yapısı mı olduğunu hiç düşünmüyordu.
Oysa onun bilmediği, artık çalışmanın ülkemizdeki başarının ve sınıf atlamanın bir aracı kalmadığı, ama bunun siyasi aidiyetlikten geçtiğiydi. Üstelik bu da bu şoför arkadaşın Almanya’dan destek verdiği ülkemizdeki siyasi zihniyetin bir eseriydi. Başarılı olmak, zengin ve makam sahibi olabilmek için çalışmaya gerek yoktu.
Sanırım bu bazı Almanların bizleri kıskandığı bir husus olmalı.
Taksi şoförümüz Türkiye’de üniversite mezunlarının tek işle yetindiğine ve tembellik yaptığına dikkat çekiyordu. Anlaşılan Almanya’da yaşayan bir yabancı olarak emeğinin hakkını alabilmiş, kendince bir başarıya erişebilmiş bizim taksi şoförü. En azından bunu yapabilecek fırsatlar yakalayabilmiş. Bunu kutlamalı elbet. Ama daha da önemlisi bunun yapılabildiği bir Almanya’yı bizim kıskanmamız geriyor diye düşünüyorum.
Sonunda öğlene doğru havaalanına ulaşıyoruz. Şoförümüzle vedalaştıktan sonra yüklerimizi yüklenip havayolu şirketinin bankolarını aramaya koyuluyoruz.
Hava da çok güzel. Daha önce Frankfurt’ta, böyle bir dönemde olmadığı kadar güzel bir havayla karşılaştık. Oysaki geçmiş tecrübelere bakarak kalın giysilerle gelmiştik.
Anlayacağınız üst baş kalınca. Bir de yüklerimiz konulunca üzerine inanılma bir yorgunluk beraberinde geliyor. Terminalde bir miktar yürüyerek uçacağımız şirketin kontuarını bulduk.