Ali Apaydın yazdı | Felsefenin Değeri

Abone Ol
"Felsefe basit olanı karmaşıklaştırıyor." "Felsefe kafa karıştırıyor." "Felsefe bildiklerimizi de şaşırtıyor." "Felsefenin kendisi hiçbir işe yaramadığı gibi basit işleri de zorlaştırıyor." "Felsefe asla anlaşılamıyor." "Felsefeyi anlamak uğruna insanlar akli dengelerini kaybediyor." gibi her biri oldukça klişeleşmiş tepkiler ortaya konuyor. Ya da, biraz daha mürekkep yalamış insanlar; "Yeter sayıda kullanışlı görüşlerle yaşamak varken felsefenin her şeyi sorgulamakla meşgul olması gereksizdir.", "Bilimin ve teknolojinin böylesine görkemli bir şekilde rüştünü ispatladığı bir çağda felsefenin son kullanma tarihi geçmiştir." gibi söylemlere başvuruyor. Bununla birlikte, felsefeyle her ne şekilde tanışılırsa tanışılsın, doğrudan felsefeye karşı bir tutum sergilemekten de kaçınılır çoklukla; felsefeye karşı oluş da bir hoşnutsuzluk kaynağıdır çünkü –çünkü yukarıda belirtildiği üzere, koşulsuz bir saygı ve büyük bir önemin koruması altındadır felsefe –ve bu neredeyse herkesçe bilinir. Böylesi bir zırhla kuşanmış bir şeye karşı cephe almak da riskli olur kuşkusuz. Bu denli risklerden kaçınılan bir çağda böyle bir riske niye girilsin? Bu sebepten pek çok tanışma sonunda onun tehlikeli bir şey olduğu izlenimi de edinilir. Bu tehlike, felsefenin bir insan teki için anlaşılır olunur olunmaz, o insan tekinin hayatını değiştirme yükümlülüğünü üstlenmesi yönünde bir zorunluluk olarak kendini dayattığı yönündeki kanıdır[1]. Oysa pek çok insan teki, yaşadığı yaşamdan pek çok yönden memnun değildir. Ancak memnuniyetsizlik tam bir bilinmezle kuşatılan yepyeni bir hayata atılma konusunda güçlü bir iştah yerine güçlü bir çekince ve korkuyu nedenser çoklukla. Korku önemlidir, çünkü uzun bir tarihi geçmişten beri edimlerin motivasyonlarını işgal eden en temel duygu statüsündedir o. Öte yandan felsefe ders kitaplarında, felsefe, yaşama dair en temel soru ve sorunlarla meşgul olan bir etkinlik olarak tanıtılır. Bu doğrultuda hemen her filozofun yaşamın en temel sorunlarına eğildiği belirtilir. Hatta filozofların, bu sorunlarla meşgul olunmadan yaşanıp giden bir hayatın anlamsızlığı ve değersizliği üzerine söyledikleri sözlerden alıntılar yapılır bolca. Yani felsefenin yaşamın ta içinde, en derininde yer alan bir etkinlik olduğu vurgulanır ısrarla. Ancak tüm bunlara rağmen, üniversitelerde felsefe hiç de rağbet edilen bir bölüm olma niteliği taşımaz işte! Sözgelimi Türkiye’deki felsefe bölümlerinde okuyan öğrencilerin yaklaşık yüzde 90’ı[2] üniversite sınavlarında kendi amaçladığı ya da arzuladığı bölümleri kazanmak için gerekli başarıyı sergileyememiş olan kimselerden ibarettir. Dahası ilk amaç ve hedeflerinden sonra gelen ikinci, üçüncü, dördüncü, on dördüncü, on beşinci… vs sıradaki istek ve amaçlarına uyan bölümleri kazanmak için de gerekli başarıyı sergileyememiş kimselerdir bunlar. Kısacası Türkiye’de felsefe bölümlerine yerleşen öğrencilerin ezici çoğunluğu felsefeye ilişkin neredeyse hiçbir ilgi taşımadan bu bölümlere gitmekte ve orada eğitim almaktadırlar. Ve eğitim süreçleri boyunca çoklukla, felsefe vasıtasıyla bir üniversite diploması almak dışında bir amaçları da yoktur. Çünkü felsefe diplomasının herhangi bir üniversite diplomasına kattığı pek bir şey de yoktur hayatta.[3] Benzeri bir tablonun dünya genelinde de çizilmekte olduğu da aşikârdır. Kuşkusuz, yaşamın ta içinde, en derininde yer aldığı öne sürülen bir etkinliğin, bu denli az rağbet görmesi, çağdaş dünyada pek de şaşırtıcı bir durum değildir. Nitekim benzeri bir durum, pek çok farklı etkinlik için de geçerlidir. Üniversitelerdeki müzik, resim, edebiyat vb bölümler de en az felsefe bölümü kadar benzer bir kaderi paylaşmaktadır. Çünkü yaygın kanaat günümüzde entelektüel bir etkinliğin ölü bir etkinlik olduğunu dile getirir. Edebiyat ölmüştür, resim ölmüştür, müzik ölmüştür ve felsefe de ölmüştür. Denebilir ki, bu ölümler bizzat filozoflar tarafından ilan edilmiştir ilkin, “tarihin sonu” –bu son da sonlandıktan sonra “sonun sonu”, “sonun sonunun sonu” ve devamı… ve de soyut birer varlık statüsü tanınan ya da soyut birer varlık statüsü tanındığı öne sürülen büyük varlıkların ölümü vb söylemler falan. Bu noktada şu soru ortaya çıkıyor: Peki, halen yaşayan ve bu alanlarla ilgilenen insan tekleri ne yapıyor şimdilerde? En makul yanıt şu: Miras paylaşımı! Ya da daha yerinde bir ifadeyle, miras kavgası. Herkesin her şey üzerine kendine kalan bir payın olduğunu iddia ettiği bir kavga. Herkes her şeyden pay almak istediği için, her şeyi birbiriyle ilişkilendirip, her şeyi birbirinden koparan kolajlar çağı bu kavgayla başlamış olsa gerektir. Sahiden de bir kolajlar çağında yaşandığını dile getirmek hiç de abartı değildir. Çünkü artık özgünlük yoktur –çünkü özgün olan her şey geçmişte, geçmişe ait olarak kalmaktadır. İçerik de yoktur –çünkü içeriğe ait her şey çürümüş ve sası sası kokmaktadır. Üslup da yoktur –çünkü nasıl olduğuna değil, ne kadar ve ne sürede olduğuna atfedilen bir önem söz konusudur artık. Her durumda her şeyin söylenebileceği ve her şeyin düşünülebileceği ve de her şeyin kendine özgü bir değer taşıdığının savlandığı çağdaş dünyada; iletişim araçlarında elde edilen zenginlikle birlikte, bir değerle bu değerin karşıtı arasındaki farkın silikleşmesi sağlanarak seri ve kolay kolajlar üretebilme pratiği sunulmaktadır hemen hemen her insana –hemen hemen her alanda. Artık herkes –bilhassa entelektüel üretim yapan herkes, aynı anda her uçta ve her uç arasında kalan her yerde bulunabilmektedir. Çağın sloganı şudur: Her şey, her yerde ve hiçbir yerdedir! Dolayısıyla her şey tersinirdir –her değer tersi ve kendisi arasında salınıp giden bir belirsizlikle kuşatılarak hem her an varlığa getirilmekte, hem de her an yokluğa ötelenmektedir. *** Entelektüel bir üretim söz konusu olduğunda kuşkusuz ki başat kavram; 'değer'dir. Çünkü bilindiği gibi bir değer öne sürmeyen düşüncelerin ve bu düşüncelerin öne sürüldüğü eserlerin geçerliliği, birkaç istisna dışında, çoklukla, belli bir çıkar ilişkisini sergiler –elbette görmesini bilen gözlere sunulan bir sergidir bu. Günümüz dünyası da büyük ölçüde bunun üzerine oturmuştur. Çünkü kolaj anlamsızdır, dahası değersizdir. Hatta felsefe söz konusu olduğunda kolaj her şeyden çok daha anlamsız ve çok daha değersizdir. Düşünülebilecek her şeyin çoktan düşünülmüş ve yapılabilecek her şeyin çoktan yapılmış olduğu yönündeki baskın söylem, zaten düşünülmüş ve yapılmışları taklit etmek, bir araya getirmek, aralarında bağlantı kurmak ya da varolan bağlantıları koparmak, kısacası şöyle ya da böyle bir kolaj ortaya koyup, her düşünülmüş ve yapılmış olanı bir şekilde yeniden kullanıma sokmak, modalaştırmak ve modalaşmak üzerine kurulu bir ölüler ve ölüm medeniyeti inşa ediyor. Bu paradoksal medeniyette, her şey mevcut akışkanlığı içinde durağanlaştırılıp, her durağanlık bir akış olarak tanımlanıyor. Çünkü her şeyin ahengi bozulmuştur. Çünkü ahenk öncelikli olarak gözden çıkarılmış ve yeniden bulunmak için yeniden yola çıkılmıştır; fakat bu sefer ki yola çıkış travmatiktir: çünkü bu arayış her şeyi birbirine sonsuzca karıştırmak ve tesadüfün güvenilirliği(!) altında rast gelinmesini beklemek üzerinedir. Yani, tesadüfe emanet edilen güvenler içinde, rastgele yapılan denemelerden ahengin kendini açığa vurması beklenmektedir. Hal böyle olunca, rastgele varoluşlar ve rastgele düşünceler arasından bir mucize dilenilmektedir… Ve elbette dilenilen bu mucize gerçekleşmemekte ve her şey daha bir ahenksizleşip daha bir saçmalaşmaktadır. Çünkü sorun en baştadır. Kavganın en başında bir sorun vardır. Çünkü yaşanan durum yanlış değil yalandır! Topluma, insanlığa ya da kutsal herhangi bir şeye değil de bizzat insan teklerine yönelen felsefenin yalnızca felsefe yapan kimselerce girilebilen bir evren inşa ettiği doğrudur. Bununla birlikte filozof olarak adlandırılan felsefe yapıcılarının dahi felsefeye ait olup olmadıkları konusunda herhangi bir teminatları yoktur. Çünkü felsefe düşünerek yaşamak demektir. Düşünerek, düşüncenin düşünende kendini açması gayreti içinde varolma tarzını esas alan bir yaşama tavrıdır felsefe: şu anda olanın şu anı aşarak kavranma çabasını ve bu çabanın yaşamlaşmasını esas alan bir tavır. İşte bu tavır felsefeyi yaşamın esas motivasyonu yapar. Fakat bu motivasyon yanlış olmayan yalanların kuşatması altında oldukça zorlayıcı bir yazgıya mahkum edilir. Şöyle ki, belli saptamalarla sağlam bir şekilde ortaya konan her düşünce, etkililiğinin ve gücünün bir kısmını bizzat kendi dışında kalan düşünce biçimlerine hediye eder. Bu yüzden, düşünsel bir eksende, bir şeyi ortaya koymaktansa, ortaya konan bir düşünceye karşı saf tutmak çok daha kolaydır. Üstelik kolay olmasından öte, daha kullanışlıdır. Çünkü bu sayede, bir yandan her şeyi belirsizlik eksenine taşıyıp hiçbir riske girmeden, bir yandan da her tür denetimden muaf bir doğruyu savunup onun koruyuculuğunda iş görülebilir –ki bu neredeyse her derde deva bir reçetedir! Nihayetinde bir seyir koltuğu talebidir istenen. Çünkü korkulmaktadır. Ve yukarıda değinildiği gibi, korku, edimin en belirleyici motivasyonu halini almıştır çoktan: Artık her edimin hareket noktası korkudur ve durma noktası da korkudur. Tüm entelektüel üretimler de bu kıskacın içine alınmıştır. Şöyle ki, hem A, hem A-olmayanı söyleyerek, hiçbir şey söylememek için her şeyi söylemiş ve her şeyi söylemek için hiçbir şey söylememiş olmak, her durumda farklı bir konumu, bu konumlar birbirlerini tümüyle dışlasa bile mümkün kılabilmektedir. &&& Korkunun hareket ettiriciliği trajiktir. Çünkü felsefe cesareti esas alır. Hakikatle dolaysızca, doğrudan karşılaşmak için cesur olmak gerekir. Ancak ortada hakikat diye bir şey yoksa bu cesarete ne gerek vardır? Durduk yere bir kahramanlık gösterisi yaparak yaşamını –en temel anlamda yaşamını, yani nefes alıp verişini riske atmaya ne gerek vardır? Hiçbir şey hakkında hiçbir şey bilmeden; hiçbir şey olmadan, her şeyi yok edebilme kudretine sahip olmayı olanaklı kılan hakikatsiz korkuyla yaşayıp gitmek –nefes alıp vermek– varken?... Belirsizlikle tüm değerlerden arınıp, denetimden muaf bir doğruyla tüm değerleri mülkiyetiniz kılmak varken, cesur olmanın anlamı –anlamın çağdaş karşılığı olan çıkarı– yoktur. Dahası, her düşüncenin herkesin hizmetine sunulduğu bir dünya sahnesinde, korkularınızdan kaçtığınız ölçüde korkmanıza da gerek yoktur… Çağımızda tüketim hızı, ortaya konan zihinsel faaliyetlerin oluşum sürecini gittikçe kısaltıyor. Düşünsel etkinlikler alımlayıcılar tarafından göz açıp kapayıncaya kadar paylaşılıyor artık. Zihnin kendini ifade etme disiplini noktasında, üretim süresinin sınırlılığı, tavrın belli bir olgunluğa erişememesine neden oluyor. Ama olgunluğun da bir önemi yoktur: Toy olmak, her durumda bir acemi hırkasıyla dolaşmanın konforu daha bir cezp edici değil mi? Bir konumunuz, bir duruşunuz ve bir tavrınız olmamalıdır artık. Çünkü kendinizden hareketle duygulanımlarınızın labirentlerinde dolaşıp kaybolmak serbest kılınmıştır. Esriyiniz. Esrimeniz size, bir görüş noktası oluşturmaktan uzakta muhteşem bir körlük bahşedecek. Olan bitenlerin önemi yoktur. Olan bitenler, daha önceki olan bitenler gibi yine olup bitecektir. Siz müdahil olmayınız. Sizin müdahaleniz ancak kendinizi yok edebilir ve olan biten yine olup biter –ama artık siz olmazsınız: Korkunuz. Ama tepki de veriniz –herkes tepki verdiği ve bu sizin için bir risk taşımadığı sürece. Korkunuz, şöyle ya da böyle korkunuzu haklılaştırınız… Her insan teki için en nihai esas, kuşkusuz ki içinde bulunduğu etraftır. Ve her insan teki için umutsuzluğun kaynağı, bu etrafta olan bitenlerin gidişatına müdahil olamamanın verdiği çaresizlik hissidir. Bu çaresizlik hissinden dolayı düşünceden olduğu kadar düşünmeden de yoksun kılınmış insan tekleri, tek yaşama biçimi olarak itaati esas alır. Bu döngüde korku, en kullanışlı itaat motivasyonudur: Modernitenin kendisi dışında her tür anlatıyı imha eden büyük anlatılar kesinlikleriyle bu motivasyonu kullanıma sokuyordu, postmodernite ise kendi dâhil her tür anlatıyı imha eden anlatı-dışı-anlatılarındaki kesinsizlikleriyle bu motivasyonu kullanıma sokuyor. Her halükarda korkunun egemenliğini ilan ettiği bu kısırdöngü kuşkusuz ki tedirgin edicidir. Daha tedirgin edici olan ise, bizzat bu anlatı ya da anlatı-dışı-anlatı üreticilerinin, kendi konumlarını bu motivasyonla kamufle etmeyi bile isteye seçmiş olmalarıyla kuşatılan bir geçmiş ve çok daha tedirgin edici olarak da bu seçimin giderek çoğalan bir şekilde çekincesiz bir iştahla yeğlenir olmasıdır. Öyle ki, belirli bir yankı uyandırmayan düşüncelerin yaşam içinde yer edinmesi olanaksızlığından hareketle, satın alınan yankıların yaşamları belirlemesi esas kılınmak istenmekte –dahası bizzat esas denen şeyin de bu olduğu öne sürülmektedir[4]. Yani her yeni denemede, kişilerin değil sıfatların kurtarıcı rolüne soyunduğu yeni bir mitos uğruna yapılan canhıraş çalışmalarda üretilen riyakârlıkların noktaladığı bir akıbetten öte hiçbir şeyin olmadığı bir hiçlik… Peki ama, herkes mi felsefe yapabilir? Yoksa yalnızca seçkin bir zümrenin işi midir felsefe? Ya da felsefe herkes için midir? Her insan için gerekli midir? Her seferinde sorulan bu soruların akıbeti de yeni bir riyakârlık mı üretecektir yine? İnsan teklerinin büyük çoğunluğunun egemen güçlerin gereksindiği despotluk için birer malzeme olmaktan öte bir hayatı yaşamadığı ve de yaşamayı seçmediği (istemediği değil) hayatlar içinde felsefe bir yer edinemeyecek midir yine? Felsefenin etkililiği ve de etkisizliği nedir? Felsefe güçsüz müdür? Şayet güçsüzse bu denli mi güçsüzdür? Bu sorular karşısında şu denebilir –ve denilmesi de gerekir: şayet felsefe her şey değilse üzerinde bir saat bile durulmaya değmez[5]. Kuşkusuz “her şey”i fazla bulan olabilir, ancak “her şey”den daha azına razı olacak bir felsefeden söz etmek de pek mümkün görünmemektedir. Şu halde soruların gidişatından önce, ilk soruya yeniden dönmek elzemdir: nedir felsefe? Felsefeye ilişkin hemen her girişim oldukça meşakkatli bir soru olmasına rağmen alelacele bir biçimde dile getirilen bu soruyla başlar: felsefe nedir? Ve bu girişimlerin birçoğu da bizzat bu soruyla birlikte alelacele bir şekilde son bulur… Bu alelacele son buluştan kaçınmak için, yaygın bir espri anlayışının gösterdiği yordam en uygunu olsa gerek. Bu yaygın espride, bu soruyla karşılaşan birinin şöyle ya da böyle bir yolunu bularak herhangi bir açıklama yapmaktan kaçınmayı başarabilmesinin felsefeye iyi bir giriş olduğu ifade edilir. Çünkü zaten bizzat felsefe tarafından üretilen nedir? (tι είναι?) sorusunun henüz felsefeye başlamadan felsefeye yöneltilmesi hem oldukça tuhaf bir durum hem de mantıksal bir hak ihlalidir. Zira pek çok kimse için yadırgatıcı bir durum olsa da, “felsefe olmasaydı, nedir? diye bir soru da olmayacaktı” demek hiç de yanlış olmaz. Nitekim basit bir esas, soruların yanıtlara olan önceliğini kesin bir şekilde ifade eder: her yanıt öncesindeki bir soruyla birlikte varolur, ancak her soru sonrasında bir yanıtla varolmak zorunda değildir. Şu halde, felsefenin sıklıkla dile getirilen bir soru sorma etkinliği olduğu yönündeki sav daha bir açıklık kazanır: soru esastır ve yanıt ancak onu takip edebilen bir eksiklikten başka bir şey değildir. Yani koşulsuz bir öncelik söz konusudur felsefe için –bu öncelikten dolayı felsefeyle ilgilenilmekte ve bu yüzden felsefe yapılmaktadır. Çünkü bu öncelikli konum felsefeyi her ne şekilde olursa olsun daima yaşamın içinde tutmaktadır. Şu halde, yaygın esprinin gösterdiği yordamı kullanarak felsefe nedir? sorusu yerine felsefe neden yaşamın içindedir? sorusunu ele almak daha yerinde bir başlangıç olsa gerektir. Gelgelelim tarihsel bir bakış açısı bu durumu doğrulamaz. Çünkü felsefe, farklı tarihlemeler ve bir takım itirazlar dile getirilse de, yine de esas itibariyle MÖ VII. yüzyıl dolaylarında ortaya çıkmış bir etkinliktir. Bu tarihleme en fazla birkaç yüzyıl daha gerilere götürülebilir belki. Ancak tarihlemede her ne şekilde bir zorlama yapılırsa yapılsın, felsefenin ortaya çıktığı tarih, yüzbinlerce yılı aşan bir insanlık tarihi göz önüne alındığında her durumda oldukça geç bir tarihtir. Şu halde, işbu tarihleme söz konusuyken, felsefenin daima yaşamın içinde olduğu nasıl öne sürülebilmektedir? sorusunu da irdelemek gerekir kuşkusuz. Çoklukla her etkinlik insan oldu olalı varolan ve insan oldukça da var olacak olan şeklinde takdim edilir. Bu, oldukça klişeleşmiş bir tutumdur. Felsefe söz konusu olduğunda, bu klişe daha bir etkili şekilde kullanılır. Ne de olsa, insan denen bir şey söz konusu olduğunda düşünce denen bir şeyin de olması gerekir, dahası düşünce diye bir şey söz konusuysa felsefe diye bir şey de söz konusu olmalıdır. Düşünce söz konusu olduğunda felsefenin de söz konusu olacağı hususu doğrudur, ancak düşünceleri oluşturan kavramların her durumda verili olmaması, dahası kavramların çoklukla bizzat filozoflar tarafından inşa edilen yapılar olması konuyu bu şekilde çözümleme olanağını derhal dışlar. Nitekim “insan söz konusu olduğunda” diyebilmek için “insan” diye bir kavramınızın olması gerekir. İşbu sebepten bu ifadeyi takip eden çıkarım öncesinde[6] bu kavramın var olması, ya da bizzat bu kavramı var etmeniz esastır. Gelgelelim, her ne denli özen gösterilirse gösterilsin, çağdaş zihinlerin büyük çoğunluğu kavramları verili olarak –dahası ebedi ve ezeli olarak benimsemekten alıkoyamaz kendini. Öyle ki, pek çok filozof için bile durum böyledir. Çünkü kavramların verili olmaması durumu, enikonu insan teklerinin bir ara hiçbir şey düşünmeden yaşadığı bir sahneye işaret eder –bu ise tasavvur edilmesi oldukça meşakkatli bir sahnedir. Fakat esas budur; ancak bu esasla birlikte felsefe yine de daima yaşamın içindedir. Belki Minerva’nın baykuşu alacakaranlıkta uçmaya başlar, ancak her anda varoluşunu sürdürmekte de tereddüt etmez kuşkusuz. Şu halde, öncelikle miras kavgası ve miras paylaşımlarından uzaklaşmak esastır. Çünkü, “Miras yoktur. Vefat vuku bulmamıştır. Ruh, nefes almayı kesmemiştir.”[7] Dolayısıyla kavgası yapılan miras kadar, bu sözde miraslardan üretilen kolajlar da anlamsızdır, verimsizdir –çaresizlik nutukları da –bir şeyin niçin yapılamayacağını açıklayan yapılamazlıklar da –… ve elbette her biri titiz nedenselliklerle öne sürülen korkular da… Bu noktada, devralınması gereken bir miras söz konusu değildir –hiç olmayacaktır da. Yaşama geçmeyen, en az bir insan tekinin bünyesinde gerçeklenmeyen düşüncelere atfedilen bir önem de söz konusu değildir. Felsefenin, öncelikle ve esas olarak kendini aldatmaya yönelik tüm motiflerin imhasıyla başlayan bir etkinlik olduğunu unutmadan, ilk ve temel olarak kendini aldatmadan uzakta bir yaşamın kavranışının ancak ve ancak bu kavrayışla birlikte yaşanan bir hayat içinde yeşereceğinden hiç kuşku duymadan yol almak gerekiyor. Açıktır ki, ekonomik memnuniyetlerin kalkan edildiği yaşamlar, dünyanın yok edilme noktasına gelindiğinde pek de bir sığınak işlevi taşımayacaklardır. Felsefece bir yaşayışta, olası bir felaketi görebilmek için doğrudan gerçeğin gözlerine yöneltilmesi gereken bakışın yanı sıra, olası olanı kaçınılmaz olarak yaşayan sızlanıcıların riyakarlıklarıyla da baş etmek gerekir. Çünkü olup biten her şey, düşünceler ve düşünenler vasıtasıyla olup bitmektedir. Bu sebepten düşünceler kadar düşünenlerin ve düşünenler kadar da düşüncelerin hesaba katılması gerekir her durumda –nitekim bu tavır dışında yaşanan hayatlar, özü sözü bir olmayan, sahtekâr varoluşlar dışında hiçbir insan teki yaşamı üretemez ve üretmemiştir de… Felsefe, insan tekleri tarafından konuşulabilen, ikameti sokak olan ve üzerine bir yaşamı adamayı hak eden bir etkinlik olduğu ölçüde, düşünceleri ve düşünme tarzlarını –dolayısıyla yaşam tarzlarını köklü bir şekilde değiştirebilecek ve bir arada yaşama kültürünü esas kılabilecek başat etkendir. Bununla birlikte, yaşamak ve yaşatılmak arasında büyük bir fark vardır. Gelgelelim, önünde uzanıp duran manzaradaki küçük bir dehlize odaklananların uzanıp duran manzaranın büyüklüğünü fark edememeleri gibi, çoklukla bu büyük fark da fark edilemez. Çünkü yaşanıp giden hayatların büyük çoğunluğu söz konusu dehlizin içinde şu ana odaklanan ve şu anda koşuşturulan bir yolculuk olarak gerçeklenir. Kuşkusuz manzaradaki dehliz merak uyandırıcıdır, ancak felsefe söz konusu olduğunda manzaranın kendisi çok daha merak uyandırıcıdır. Artık herkes tarafından yeterince görülmüştür ki, özgürlük, eşitlik, hak, hakkaniyet vb gibi kavramlar felsefi bir duruşu bünyesinde barındırmayanlar tarafından dile getirildiğinde hiçbir anlam ifade etmemektedir. İşte bu sebepten, kuşkusuz yalnızca felsefeyle sınırlı kalmamak ancak her durumda felsefi bir bakış ve duyarlılık içinde kalmak zorunludur –ve felsefenin değeri de budur… [1] Oysaki gerek felsefe akademisyenleri gerekse büyük büyük filozoflar, düşünceleri ve yaşamları arasında apaçık bir ikiyüzlülüğe varan düzeyde tutarsızlıklarla doludur. [2] Bu konuda bir araştırma verisi bulunmamakla birlikte, şayet bir araştırma yapılmış olsaydı olası oranın yüzde 90’dan da fazla çıkması kaçınılmaz görünmektedir. [3] Türkiye özelinde şunu da belirtmek gerekir ki, üniversitelerdeki felsefe bölümlerinde çalışan akademisyenlerin büyük çoğunluğunun geçmişi de bu öğrencilerden oluşmaktadır. Dolayısıyla bu durum akademik açıdan felsefenin Türkiye’deki acziyetine de işaret eder. Şöyle ki, bu bölümlere geldikten sonra felsefeye ilgi duyan birkaç önemli istisnai şahıs dışında, felsefe bölümlerindeki akademisyenlerin büyük çoğunluğu, başka bir iş yapma olanağı bulamadıkları için salt bir memurluk statüsü kazanmak adına, hatır, gönül ya da daha kirli bir ilişkiler ağının getirdiği olanakları kullanan veyahut felsefeyle ilgisi olmayan bir takım yasal sınavlarda yüksek performans gösteren insanlar tarafından işgal edilmektedir. Bu işgalin yarattığı durum da, felsefe bölümlerindeki akademik niteliksizliğin temel gerekçesini rahatlıkla gözler önüne seriyor. [4] Sözgelimi, profesör bir Descartes’tan ya da doçent bir Kant’tan söz edilen bir felsefe tarihi yoktur, ancak felsefenin tarihi giderek Descartes olmayan profesörlerle ve Kant olmayan doçentlerle işgal edilmektedir. [5] Jean Paul Sartre’ın edebiyat için dile getirdiği bu savı hemen her entelektüel alana uygulamak mümkündür. Göndermede bulunulan alıntı için bkz: Sartre, Jean Paul; Denemeler; Say yay., çev. Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol –s.115. “Edebiyat her şey değilse, üstünde bir saat bile durulmaya değmez.” [6] Çıkarımlarda esas olarak zamansal bir boyut yoktur, ancak zaman-dışılığı dilde ifade etmenin güçlüğünden dolayı belirli bir yanlış anlamayı göze alırcasına zamansal ifadeler kullanılır. Bu anlamda burada kullanılan “öncelikle” ifadesi de zaman-dışı yani varlıksal (ontik) bir önceliğe işaret etmektedir. [7]  [7] Nancy, Jean-Luc; Demokrasinin Hakikati; çev. Murat Erşen; Monokl Yayınları, 2010, İstanbul, s. 11