Türkiye’de laikçi kesim seküler yaşam tarzına sahip olduğu için kendisini Batılı sanmaktadır. Birkaç Batılı pratiği uygulamak, örneğin Latin harflerini adapte etmiş olmak ya da yılbaşında ağaç süslemek sizi derhal Batılı yapmaz. ALFABE REFORMUNUN GEREKÇELERİ Türkiye, 1928 yılında o tarihe değin kullandığı Arap alfabesini Latin alfabesi ile değiştirdi. Bu radikal değişim son yıllarda özellikle yeni harflerin kullanımının yıldönümü olan 1 Kasım’da tekrar tekrar gündeme geliyor. İslamcı kesim bu değişimi şiddetle eleştirirken onun tam zıddında yer alan laikçi kesim ise alfabe değişimini gene şiddetle savunuyor. Bu yazıda alfabe reformunun gerekçelerini ve bu gerekçelerin en önemlisi üzerinden bir ülkenin medeniyet değiştirebilmesinin mümkünlüğünü tartışacağım. 1928 Alfabe Reformu’nun dilbilimsel haklı gerekçeleri vardı. Türkçe sesli harfler yönünden zengin, sessiz harfler yönünden fakir bir dil. Arapça ise tam tersi olduğundan ve Arap alfabesi de buna göre dizayn edildiğinden özellikle öz Türkçe kelimelerin yazımında ve anlaşılmasında sorunlar yaşanabilmekteydi. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu’nda bürokrasinin ve yazılı medyanın gelişmeye başladığı 19. yüzyılın ortalarından itibaren alfabe ve yazım konusunda değişime ihtiyaç duyulduğu gözlenmiş ve çeşitli çalışmalar yapılmıştı. Öte yandan yapılan bu çalışmalar daha çok Arap alfabesinin reforme edilmesi yönündeydi. Enver Paşa da imparatorluğun son yıllarında orduda bunu denemişti. Kemalist modernleşme sürecinde yapılan ise bundan farklı olarak bir alfabenin tamamen bir diğeriyle değiştirilmesiydi. Aslında imparatorluk döneminden beri bunu savunan Hüseyin Cahit, Abdullah Cevdet gibi radikal Batıcılar zaten vardı. Erken cumhuriyet döneminde muhalefeti tamamen susturan Kemalist yönetim, diğer birçoğuyla beraber, bu radikal Batıcı reformu da hayata geçirme fırsatı buldu. Günümüz laikçileri alfabe reformunu savunurken işin dilbilimsel yönüne de çok vurgu yaparlar. Belirttiğim üzere meselenin bu kısmında az ya da çok haklı oldukları açıktır. Ancak bu noktada temel bir soru, Arap alfabesi ile Türkçe arasındaki teknik problem bütün bir alfabe değiştirilmeksizin çözülemez miydi? Ya da Latin alfabesi yerine, o dönemin aşırı milliyetçi eğilimleriyle de uyumlu olarak, Göktürk alfabesi revize edilerek kullanılamaz mıydı (ki Türkçe ile en uyumlu alfabe de bu olsa gerekti)? Bu seçenekler yerine Mustafa Kemal’in de bireysel girişimleriyle Kemalist yönetim toptan Latin alfabesine geçmeyi tercih etti. Yukarıda saydığım seçeneklerin tercih edilmemesinin de gene dilbilimsel gerekçeleri olabilir. Ancak bütün bir Kemalist modernleşme sürecini incelediğimizde Kemalist yönetimin Arap harflerinden Latin harflerine geçmesinde başka çok daha önemli bir motivasyonun olduğunu görürüz: O da Orta Doğu coğrafyası ve İslam medeniyeti ile bağları keserek Türkiye’yi Avrupa’nın ve Batı medeniyetinin parçası yapabilmektir. Alfabe değişimi zaten bu dönemde “medeniyet değiştirme” yönünde atılan tek adım da değildir. Batı saat ve takvim sisteminin, Batı rakamlarının, ağırlık ve ölçü birimlerinin kullanılmasının amacı da budur. REFORMLA BATILI OLMAK? Bu noktada sorulması gereken kilit bir soru, bir ülkenin belirli kurum ve uygulamalarını değiştirerek gerçekten medeniyet değiştirebilmesinin mümkün olup olmadığıdır. Bu soruya “evet değiştirebilir” yanıtını vermek oldukça zordur. Alfabenizi, takviminizi vs. değiştirdiniz diyelim. Nereye kadar değişiklik yapabilirsiniz? Örneğin insan isimlerini değiştirebilir misiniz? Artık sekülerleşmiş toplumlar da olsalar Batı dünyasındaki insan isimleri halen Hristiyan/Latin kültüründen gelir. Aynı şekilde Türkiye’deki isimlerin çoğu da (“Mustafa” ya da “Kemal” gibi). İslam/Arap kültüründen. Bunları değiştirebilir misiniz? Ya da artık seküler bir bağlamda kutlansalar dahi, dini özel günleri değiştirebilir misiniz? “Biz artık Ramazan Bayramı’nı değil Noel’i Paskalya’yı kutlayacağız” diyebilir misiniz? Bunları diyemeyecekseniz, nasıl tam olarak Batılı olabilirsiniz? Türkiye’de laikçi kesimin azımsanmayacak bir kısmı, salt seküler yaşam tarzına sahip oldukları için kendisini Batılı sanmaktadır. Halbuki Batılılık sadece “dindar olmamak”tan ibaret değildir. Birkaç Batılı pratiği uygulamak, örneğin Latin harflerini adapte etmiş olmak ya da yılbaşında çamağacı süslemek sizi derhal Batılı yapmaz. En basitinden yukarıda andığım, toplumsal kültürün güçlü öğeleri olan isimler ve özel günler farklı olduğu oranda nasıl “Batılı” sayılabilirsiniz? Bu mümkün değildir. Ama Türkiye’de bir kesim çok tuhaf bir biçimde kendisini böyle sanmaktadır.
Kemalist yönetimin Arap harflerinden Latin harflerine geçmesinde daha önemli bir motivasyon görürüz: O da Orta Doğu coğrafyası ve İslam medeniyeti ile bağları keserek Türkiye’yi Avrupa’nın ve Batı medeniyetinin parçası yapabilmektir.
Burada kafa karışıklığı oluşmasına yol açan hususlardan bir tanesinin Türkiye’nin coğrafi konumu olduğu iddia edilebilir. Orta ya da Doğu Asya’daki ülkelerin bir Batılılaşma süreci geçirseler dahi “ben artık Batılıyım” demeleri mümkün değildir çünkü en başta coğrafya buna müsaade etmez. Ancak Türkiye, Asya’nın Avrupa’ya komşu batı sınırında yer alan bir ülke. O zaman örneğin eski Osmanlı toprakları da olan Yunanistan veya Bulgaristan Batı medeniyetinin parçası sayılabiliyorsa (ki iki ülke de Avrupa Birliği üyesidir) Türkiye de neden sayılmasın diye düşünülebilir. Dönemin Kemalist yönetiminin de Türk toplumunun medeniyet değiştirebileceğine inanırken bu coğrafi yakınlığa güvenmiş olmaları muhtemeldir. Ne var ki Türkiye Avrupa’nın kıyısında da yer alsa günün sonunda Müslümanların büyük çoğunluğu oluşturduğu bir ülkedir. Yunanistan ve Bulgaristan ise Hristiyanların. Evet, artık eskisi gibi dinin toplum ve devlet üzerinde nüfuzunun yüksek olduğu dönemlerde yaşamıyoruz ama din halen kültür üzerinden toplumların kimliklerini ciddi ölçüde belirleyen bir unsur. Bu da Türkiye’nin, artık sekülerleşmiş dahi olsa temeli halen dinsel kültüre yani Hristiyanlığa dayalı olan Batı medeniyetinin parçası olmasını imkansız kılar. BATILI OLMADAN GELİŞEBİLMEK Türkiye’nin Batı medeniyetinin parçası ol(a)maması demek değildir ki Batı’yla ilişkiler hiç geliştirilmesin, Türkiye’nin yüzü Batı’ya değil Doğu’ya dönük olsun. Hem Kemalist modernleşme sürecinde hem de günümüzde Batı’yla ilişkileri azami ölçüde geliştirecek adımlar atılmış olması doğrudur. Nihayetinde Batı hem iktisadi hem de siyasi yönden halen dünyanın en gelişmiş coğrafyasıdır. Aynı şekilde Batılı ülkelerin uluslararası ittifak sistemlerinde Türkiye’nin yer alması da son derece faydalıdır. Ancak Batı’yla ilişkileri geliştirmek ve ülkenin gelişebilmesi için bazı Batılı kurumları ithal etmek ayrı, Batı medeniyetinin parçası olmak ayrıdır. İkincisi zaten mümkün bir şey de değildir. Dünyada bunu yapan ya da yaptığını iddia eden ikinci bir ülke de yoktur. Bu noktada Türkiye’yi Batı’nın parçası sanan kesimin tam olarak anlayamadığı husus, bir ülkenin ekonomisini kalkındırmak, demokratik bir siyasal sisteme ve hatta seküler bir devlet ve toplum yaşamına sahip olmak için Batılı olmanın bir zorunluluk olmamasıdır. Yani bugün Japonya, Kore, Tayvan gibi ülkelerin ekonomisi oldukça gelişmiş durumda ve bu ülkeler demokratik bir siyasal ve laik bir devlet sistemine sahipler ama sonuçta Batı’nın parçası değiller. Türkiye’nin de böyle olmaması için bir sebep yok. Türklerin Batılı olduğuna ya da olabileceğine dair kafa karışıklığının da köklerinin Kemalist modernleşmede (ve hatta öncesinde) olduğu iddia edilebilir. Kemalist yönetim, bir zorunluluk olmadığı halde, sekülerleşmeyi ve Batılılaşmayı bir ve bütün olarak yürütümüştür. Örneğin gene alfabe reformuna dönersek, sekülerleşme adına Arap alfabesi kaldırılmıştır ancak bu alfabe Türklerin tarihsel olarak asıl alfabesi olan Göktürk alfabesi (ya da onun modernleştirilmiş bir versiyonu) ile değil, Latin alfabesiyle ikame edilmiştir. Bu da ister istemez “sekülerizm eşittir Batılı olmak” gibi bir algı oluşturmuştur. Ne var ki bu bir zorunluluk değildir. Tabii böyle bir yanlış algının doğmasında dinin esnemesine hiçbir surette imkan tanımayan ve onun moderniteyle uyumlu hale gelmesine direnen katı İslamcıların rolü de büyüktür. Çünkü kendi medeniyetinin kültürel kodları içinden seküler bir hayat sürmesine müsaade edilmeyen insanlar biraz da ister istemez çareyi Batılı kültürel kodlara sığınmakta bulmaktadırlar. Bu durum ise ancak Türk toplumunun temel iki sosyo-kültürel fay hattından birisi olan muhafazakar-laik kutuplaşmasının giderilmesiyle çözülebilir.
Editör: TE Bilisim