Alevicilik yapmayan Alevi bir cumhurbaşkanı Türkiye’ye birçok açıdan iyi gelecektir. Böyle düşünmemin birçok dayanağı var. İlki, Alevi bir cumhurbaşkanı Türkiye’nin Tanzimat’la (belki daha erken) başlayan ve Cumhuriyet’le devam eden modernleşme sürecinin kemale erme evresinin başlangıcı olabilir.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Aleviliği malum. Kendisi kamuoyu önünde -bildiğim kadarıyla- hiçbir zaman söylememiş olsa da Türkiye’de bunu bilmeyen kimse yoktur herhâlde. Hâl böyleyken Kılıçdaroğlu’nun 19 Nisan’da Twitter hesabından yayınladığı ve içinde ‘Ben Aleviyim’ dediği videosu her kesimden çok büyük ilgi gördü. O kadar ki şimdiden Twitter tarihinin en çok görüntülenen videoları arasına girdi.

Bu videonun gördüğü ilgi başlı başına uzunca bir analizi hak ediyor. Ancak ben bu yazıda başka bir hususa yoğunlaşmak istiyorum. İlgi konusunda sadece şu kadarını söylemekle yetineceğim. Ben bu ilgiden öncelikle şunu anlıyorum: AKP döneminde ve öncesinde yaşananlar, Türkiye’de geniş bir kitleyi din ve etnik aidiyetleri birinci sıraya koyan siyaset biçimlerinden bıktırmış.

İnsanlar artık toplumda edinecekleri yer ve devletle ilişkilerinin belirlenmesinde doğuştan getirdikleri kimlik aidiyetlerinden ziyade kişisel beceriler ve liyakatin esas alınmasını istiyor. Zira dini/mezhebi ve/veya etnik aidiyeti esas alan siyasetin Türkiye’nin hiçbir derdine derman olamadığı, aksine ülkeyi türlü bataklıklara sürüklediği görüldü.

Böylesi bir kolektif bilincin bu kıvama ulaşmasını ülkenin geleceğine dair en olumlu işaretlerden biri olarak görüyorum. Hem Kılıçdaroğlu’nun videosu hem de dünya genelinde gördüğü ilgi en çok da bu açıdan değerli. Zaten üç dakikalık konuşma da bu çerçevede ve belirtmek gerekir ki gayet başarılı bir şekilde kurgulanmış. Videonun ana mesajı – yine bence doğru olarak – ‘Ben Aleviyim ve bundan dolayı sizlerden destek bekliyorum’ değil, ‘Evet ben Aleviyim, gizlemiyorum ve doğuştan gelen bu aidiyetimden de gurur duyuyorum. Ancak cumhurbaşkanlığı adaylığım ve siyasi mücadelemde bunun bir anlamı yok. Esas olan adil ve demokratik bir hukuk düzeninde eşit haklara sahip yurttaşlar olarak yaşayabilmemiz ve kendi gayretimizle kazanabileceğimiz değerlere göre muamele görmemizdir.’

Buradaki mesaj Aleviliği siyasetin merkezine almıyor, mezhep vurgusu yapmıyor.

Aksine, rakibinin menfi taraftan, avam tabiriyle adeta ‘hadi söylesene, söyle de görelim!’ tarzında alttan alta (bazen de açıktan) sürekli işlediği Aleviliğini inkâr etmediğini ilk defa kamuoyu önünde açıktan beyan ediyor. Ve bunu öyle bir dille ve bağlam içinde yapıyor ki Alevi olmasının siyasi süreçlerde olumlu veya olumsuz bir etkisinin olmaması gerektiği mesajını muhatabına veriyor.

Kılıçdaroğlu gibi Alevicilik yapmayan Alevi bir cumhurbaşkanının Türkiye için çok büyük bir kazanım olacağını, böylesi bir gelişmenin toplumsal barış ve kalkınma adına ülkenin önünü alabildiğine açacağını düşünüyorum.

İşte tam olarak bu yüzden Kılıçdaroğlu gibi Alevicilik yapmayan Alevi bir cumhurbaşkanının Türkiye için çok büyük bir kazanım olacağını, böylesi bir gelişmenin toplumsal barış ve kalkınma adına ülkenin önünü alabildiğine açacağını düşünüyorum.

Alevicilik yapmayan Alevi bir cumhurbaşkanı Türkiye’ye birçok açıdan iyi gelecektir. Böyle düşünmemin birçok dayanağı var. İlkiyle başlayayım, diğerlerini de belki başka yazılarda ele alırım. Alevi bir cumhurbaşkanı Türkiye’nin Tanzimat’la (belki daha erken) başlayan ve Cumhuriyet’le devam eden modernleşme sürecinin kemale erme evresinin başlangıcı olabilir. Nasıl mı? Osmanlı-Türk modernleşmesinin özünü toplum kavramının dönüşmesi ve ona ilişik olarak politik yapıların reforme edilmesi oluşturur.

Şöyle ki, klasik Osmanlı düzeninde ve modern öncesi tüm Müslüman memleketlerde toplum bir dini gruplar (ümmet/millet) topluluğu olarak algılanıyordu. Öyle olunca bu tolumu oluşturan dini toplulukların kolektif hayatını düzenleyen kurallar (hukuk) din tarafından sağlanıyor, bu kuralları uygulayacak siyasi-askeri güç de hanedan kavramı üzerinden örgütleniyordu.

19.Yüzyıl Osmanlı tarihi bu klasik düzenin Batı’da ortaya çıkan yeni siyasal-toplumsal düzenlere göre reforme edilmesi çabasıyla doludur. Cumhuriyet ise nereden baksanız yüz yılı aşan bu uzun çabanın nihai ürünü olup toplum ve sosyopolitik düzen anlayışının de jure değiştiğinin ilanına tekabül eder.
Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı nasıl bu tehlikeyi bertaraf edecek? Türkiye’nin tamamını bir arada tutmanın tek yolu neden vatandaşlık kavramının esas alınması, dini ve etnik aidiyetlerin ikinci plana itilmesidir? Bu bağlamda laiklik ve demokrasi neden önemlidir?

Peki nedir değişen?

Klişe tabirle şöyle ifade edebiliriz: ülkeyi oluşturan toplumun tamamının ait olduğu toplumsal entite artık ümmetler topluluğu (Müslüman, Ortodoks, Katolik, Yahudi – ki Osmanlı’da bu dini topluluklar için kullanılan teknik terim ‘millet’ idi) değil modern Türk Milleti (buradaki ‘millet’ kelimesi Osmanlı bağlamındaki anlamında değil modern ‘nation’ anlamında) olacaktı.

Dolayısıyla herhangi bir kimsenin toplum içindeki yeri, statüsü, işlevi vs. belirlenirken her türlü aidiyetinin üzerinde millet aidiyeti esas alınacaktı. Millet aidiyetinin neye göre belirleneceğine gelince, yine teoride bu siyasal bir kavram olup Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi içine alıyordu. Tabii pratikte böyle yürümedi ve Türk etnisitesi kavramı kısa sürede domine etti.

Bir asra yakın Cumhuriyet tecrübemiz bir bakıma ilk başta ortaya konan teorik idealin sahadaki pratikle çatışmasının hikayesidir. 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında Cumhuriyet ideali ciddi eleştirilere maruz kaldı ve toplumdan yükselen pratik gerçeklik karşısında sürekli mevzi kaybetti. AKP adeta Cumhuriyete karşı yükselen bu dalganın siyasi temsili olarak doğdu ve varlığını güçlenerek sürdürdü.

AKP ilk döneminde Türkiye’nin Cumhuriyet tecrübesinde içkin olarak yer alan jakoben ve seçkinciliğe karşı kenarda kalan kitlelerin sesi gibi görünmesinden dolayı yurt içinde ve dışında birçok kesimden destek aldı. Ancak bu desteği verenler – ben dahil – İslamcıların merkeze taşıdığı toplum ve sosyopolitik düzen vizyonunun tıpkı Osmanlı’daki gibi dine dayalı olduğunu, dolayısıyla vatandaşlık kavramını önemsizleştirdiğini, ancak bu gerçek kuvveden fiile geçmeye başlayınca fark edebildi. Nitekim bugün Türkiye’nin önündeki en büyük tehlike de budur.

Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı nasıl bu tehlikeyi bertaraf edecek? Türkiye’nin tamamını bir arada tutmanın tek yolu neden vatandaşlık kavramının esas alınması, dini ve etnik aidiyetlerin ikinci plana itilmesidir? Bu bağlamda laiklik ve demokrasi neden önemlidir?

Bu soruların cevabını da ikinci bir yazıya bırakalım.