AKP’nin doları 20 liraya taşımasının hazin öyküsü

Abone Ol
AB entegresi, IMF güvencesi ve sıkı maliye politikaları duruşu ile ülkeye döviz yağmıştı. Dolar kuru hızla gevşemiş, 2008’e geldiğimizde 1.72 lira seviyesinden 1.16 liraya kadar düşmüştü. Peki sonra neler oldu? 13 maddede hikayenin özeti… Dövizin Türkiye’de sürekli zirve üstüne zirve yapmasının nedenleri son yirmi yılda çok net belli aslında. Hafızalarımızı biraz zorlamamız yeterli. 2003 yılından günümüze hatırlayıp madde madde inceleyelim isterseniz. 2003 yılında krizden bıkmış, refah seviyesi çökmüş, sürekli aynı siyasetçilerden bunalmış vatandaşlar için her kesimi kucaklayan, demokrasi, özgürlük, eşitlik, bireysellik, Avrupa Birliği’ne entegre olma sözü veren, IMF ile uyumlu çalışacağını ve sıkı Maliye politikasından vazgeçmeyeceği söyleyen AKP, seçim sisteminin de etkisiyle %34 oy alarak meclisin %66 çoğunluğuna sahip olup tek başına iktidar oldu. 1991 yılından beri bu şansı ele geçiren ilk partiydi. Özelikle AB entegresi, IMF güvencesi  ve sıkı maliye politikaları duruşu ile ülkeye döviz yağdı. Tahvil faizlerimiz  %50 üstünde, borsamız  70 cent civarındaydı. Hisselerimiz, şirketlerimiz, toprağımız suyumuz yok fiyatında, faizimiz ise dünya ortalamasının çok üstündeydi. Dolar kuru hızla gevşedi. 1.72 lira seviyesinden  2008 yılına geldiğimizde 1.16 liraya kadar düştü.  2002 sonunda 10 milyar dolar seviyesine inen  yabancı portföyü 92 milyar dolara çıktı. Özellleştirmeler dahil 60 milyar doları geçkin doğrudan yatırım girdi ülkeye. 2008 yılına kadar Türkiye’nin ucuzluğuna para yağdı. 2008 yılında Mortgage krizi Türkiye’den kaçışı başlatmıştı ki, imdadımıza FED parasal genişlemesi yetişti. FED bilanço büyüklüğünü bir trilyon dolardan dört trilyon dolara çıkardı. FED’i diğer major merkez bankaları takip etti. Dünyaya göre halen ucuz olan Türkiye’ye yine döviz  yağdı. 2008 yılında 34 milyar dolara düşen yabancı portföy  2013 yılında 150 milyar dolara çıktı. 2009 – 2013 arasında 60 milyar dolar daha doğrudan yatırım girdi ülkeye. Bu paraların, özellikle portföy yatırımlarının ciddi gelir yarattıktan sonra bir gün kendi ülkelerine dönecekleri belliydi. İktidar el parasını kendinin sanıp hiç bir önlem almadan vatandaş gibi borçla, malını, mülkünü satarak gelen refahın sarhoşluğuna kapıldı. Ve ilk günden başlayan hatalar zincirine sürekli yenilerini ekledi. Madde madde bu hataları gözden geçirelim; 1- Ülkeye döviz yağarken bir gün çeşmenin suyunun duracağını hiç dikkate almadı. Portföy yatrımlarında alım, satımı vergisiz bıraktı.  Yüksek kazanca deli gibi yağan yatırımcıdan bir kuruş gelir elde edemedi. O yağmurda vergileri sıfırlamak değil artırmak gerekiyordu. 2- Yabancıya toprak, gayrımenkul ve şirket satışlarından ek vergi alınmalıydı. Örneğin; Türkiye’nin en büyük ve en stratejik şirketlerinden olan Petkim’in %51 hissesi, 2 milyar dolara satıldı. Türk Telekom hikayesini zaten herkes biliyordur. Kendi bankalarımızın sağladığı kredi ile Türk Telekomu alan yabancı kuruluş, yıllarca şirket karını cebine atıp banka borçlarıyla şirketi ülkede dıpdızlak bıraktı. 3- Döviz bolluğu “hammadde ve ara mal ithalatçısı” olan Türkiye’de ne yazık ki fiyatları düşürmedi. Girdiler ucuzlamasına rağmen enflasyon çıkmaya devam etti. Enflasyon, 2003-2007 arası %11 ortalama ile, 2009-2013 arası %8 ortalama ile artmaya devam etti. Maliyetler düştü ama üretici, ithalatçı, esnaf fiyatlarını düşürmeyip karlılıklarını artırdı. Üstelik özellikle Çin’den imalat ürünleri çok ucuza gelmeye başladı. Türkiye’de beş liraya üretilen bir ürün, Çin’den iki dolara ithal edildi. Ortalama 1,5 lira civarındaydı dolar. Türkiye’de beş liraya üretilen ürün Çin’den üç liraya malediliyordu. Türkiye’deki üretici, üretimi bırakıp ithalatçı oldu. Günümüzde 2 dolarlık ürünün maliyeti artık 34 lira. Enflasyona sebep mi arıyorsunuz? İşte birini buldunuz bile. Tarımda da benzer durum yaşandı. Dünyanın her yerinden ucuz gıda ürünleri gelmeye başladı. Üreticimiz azaldı. İthalatı daha ucuz diye kendi tohumumuzdan, şeker pancarımızdan, şeker fabrikalarımızdan vazgeçtik. Şimdi dolar olmuş 17 lira; et, şeker, zeytinyağı, buğday ithal etmeye çalışıyoruz. Oysa yapılması gereken basitti.  Türkiye’de beş liraya mal edilen ama Çin’den 3 liraya gelen ürüne 1,5 lira ithalat vergisi alacaktık, maliyet 4,5 liraya düşecekti. Hem devlet kazanacaktı hem yerli üretici rekabet edip günümüze kadar gelebilecekti.
Ülkeye döviz yağarken bir gün çeşmenin suyunun duracağı dikkate alınmadı. Yabancıya toprak, gayrımenkul ve şirket satışlarından ek vergi alınmalıydı. Döviz gelirini, ithalatı ikame sektör yerine yol, köprü, inşaat işlerine gömdük.
4- Döviz bol olunca refah artınca devletin gelirleri arttı. Bu geliri, ithalatı ikame sektör yerine yol, köprü, inşaat işlerine gömdük. İnşaat sektörünün ekonomi için lokomotif sektör olduğunu biliyoruz ama, bizim ithalat bağımlılığımızı azaltacak sektörlere yatırım yapmamız gerekiyordu, betona değil. “Yol yaptık yol. Bu yollar olmazsa ticaret nasıl olacak” diye herkesi küçümsediler. “Üretim yapamazsan o yolları yersiniz artık” diyenler haklı çıktı. Beton, asfalt kemirmemize çok az kaldı. Dünyanın her yerinde inşaat ihalelerinin en şaibeli işler olduğunu biliyorum. Ben dedikoduları değil rakamları yazmayı tercih ediyorum. Beton yerine ülkemizi güneş panelleri, rüzgâr elektrik santralleri ile donatsaydık, en büyük ithalat maliyetimiz olan enerji maliyetimizi kendimiz üreterek hiç olmazsa %10, %20 düşürebilseydik şimdi, hakikaten Mars’a yol yapabilecek maddi güç sağlayabilirdik. 5- İktidar, döviz bolluğundan memnun olmalı ki, bir de “varlık Barışı” getirdi. Paranın kaynağı sorulmadan, kimin , nereden, nasıl elde edildiğine bakılmadan ülkeye sokuldu. Bu para aklanmaya ve delice kazanca gelip ilk fırsatta kaçan paraydı. Üstelik nitelikli yabancı parayı korkutup kaçıracaktı. Nitekim öyle oldu hem nitelikli hem varlık barışıyla gelen para 2013 yılıyla birlikte kaçar adım Türkiye’den çıktı. Üstelik 2008 li yıllar “Dünyada Kara Para Aklanmasının ve Terörizmin  Önlenmesi” çabalarının sertleştiği yıllardı. Gelişmiş ülkeler “Bu parayı nerden buldun” diye sormayı piskopatlık seviyesine çıkarmışken Türkiye,”Kim olursan, nereden bulduysan getir abi!” moduna girdi. Bu süreç hızla Türkiye vatandaşlarını, gelişmiş ülkelerde “kara para potansiyeli” olan bireylere dönüştürdü. 6- Çok para kazanan global sermayenin gideceği belliydi. 2009 krizinde bunu yaşadık. Bundan ders almadık. Glabal sermeyeyi sorgusuz, sualsiz ülkeye almaya, ülkeyi ithalat cennetine çevirmeye devam ettik. Elalemin parası ile kendimizi dev aynasında görmeye, üstüne üstlük onlara kabadayılık yapmaya başladık. AB uyum sürecinden uzaklaştık. Yabancı yatırımcı çıkmaya başlayınca hem iç siyasette hem dış siyasette sertleşmeye başladık.  Gezi olayları iktidarın ilk büyük sınavıydı. Biraz demokrasi, biraz empati ile ülke ekonomisi açısından lehimize döncecek durumu iç siyaset  çıkarı ile taraftarlaştırıp yabancıyı iyice korkuttuk.  Vatandaş,  1980 öncesi anarşi dönemi  travması ve 2003- 2013 arasındaki refahın kaybolacağı korkusuyla iktidarın yanında yer alınca, iktidar taraftarlaştırmayı artırarak sertleşti. Ülkeye döviz yağdıran yabancıyı korkutup kaçırmaya başladı.  Dolar 2 liranın üstüne tırmandı.
Maliyetler düştü ama üretici, ithalatçı, esnaf fiyatlarını düşürmeyip karlılıklarını artırdı. Üstelik Çin’den çok ucuza ürünler gelmeye başladı. Çok para kazanan global sermayenin gideceği belliydi. 2009 krizinde bunu yaşadık. Ders almadık.
7- IMF ye olan borç ödendi ve IMF garantörlüğü global yatırımcı için son buldu. 2013 yılındaki bu sonlanış; global yatırımcı için üçlü güvenir çıpadan biri olan AB entegrasyonundan kopuş tan sonra, ikinci çıpa olan IMF garantörlük çıpasının da kopması demekti. 8- Fetocuların 15 Temmuz 2016 darbe girişimi hem siyasi hem de ekonomik olarak iktidarın gerçeklerden kopuşunu hızlandırdı. İktidar, darbeyi bastırdı. İç siyasette prim yaptı. Ama o günlerde yazdığım gibi global yatırımcı için bu durum bir rezillikti. Yönetim zaafıydı. Haklılardı. Şöyle düşünün bir şirket hissedarısınız. Şirketin yıllardır başarılı bir genel müdürü var.. Yıllarca başarılı olmuş, şirketiniz gelir rekorları kırmış. Sonra bakıyorsunuz ki bu yıllar boyunca  genel müdür, şirketin içini boşaltmış bir taraftan. Ne yaparsınız!? Hemen hisselerinizi satıp beklemeye geçmez misiniz!? İktidar yıllarca “Beraber ıslandık bu yağmurda” şarkısıyla omuz omuza yürürken  Feto devletin içini boşaltmış.  Global sermaye yine kaçtı. İktidar,  iç siyasete daha çok gömülüp daha çok sertleşti. Üstelik iyice yalnızlaştı. En yakınının ihanetine uğramıştı. Hainler her tarafa sızmıştı.  Zaten vatandaşın bir kesmi hiç bir zaman sıcak bakmıyordu AKP ye. Bir de en yakını tarafından hançerleşmişti. Bu durum taraftarlaştırmayı, global dünyadan kopmayı hızlandırdı. 9- Türkiye, 2013 yılından beri gelişmiş dünyadan kopuyordu. Panikle yüzünü İslam dünyasına ve Orta Doğu’ya döndü. Yetmezmiş gibi bir de “ Bizden habersiz Orta Doğu’da yaprak kıpırdamaz” diyerek İslam dünyasının liderliğine oynamaya başladı.  Gezi, 15 Temmuz hainliği, Varlık barışı, İslam dünyasına dönüş karşısında gelişmiş dünya ilk uyarısını 2016 yılında verdi. 2013 yılında uluslararası derece kuruluşları, Türkiye’nin notunu  “yatırım yapılabilir” seviyesine yükseltmişlerdi. Kırk ay sonra tekrar altına düşürdüler. 2013 notunu aldığında havai fişekler atıp “Dünya başarımızı taktir ediyor” diyen iktidar, not düşürülüşünü “dış güçlerin, emperyalistlerin oyunu” olarak vatandaşına lanse ediyordu.  İç  siyaset çukuruna biraz daha gömüldü. İç hainlerden sonra dış hainleri de  bulmuştu.  Objektifliği için ne düşünürseniz düşünün. Sonuçta bu derecelendirme kuruluşları dünyada itibarı olan kuruluşlar. Türkiye’nin bu kuruluşlara olan tepkisi global yatırımcıyı, Türkiye’den biraz daha soğuttu. “Soğursa soğusun, defolup gitsinler ülkemizden” diyebilirsiniz. Onlar gidince dövizlerini alıp gidiyorlar. Türkiye üretmek için ithal etmek zorunda. İthalat için şarkı söylemek, sesimizin yanık olması işe yaramıyor malesef. Döviz gerekiyor.
IMF’ye olan borç ödendi ve IMF garantörlüğü global yatırımcı için son buldu. 15 Temmuz gerçeklerden kopuşu hızlandırdı. İktidar darbeyi bastırdı ama o günlerde yazdığım gibi global yatırımcı için bu durum bir rezillikti.
10- İktidarın tüm bu olumsuzluklarına rağmen dolar halen dört liraya ulaşmamıştı. 3,5 lira civarında 2017 yılını geçtik. Ucuz döviz, şirketlerimizin döviz borçluluğunu çoşturmuştu. Türkiye’nin 2002 sonunda 130 milyar dolar olan dış borcu, şirketlerin çoşkusuyla 400 milyar doları geçmişti.  Üretim azalıyor, iç ve dış borç artıyor, global yatırımcı sürekli ülkeyi terk ediyordu. İktidara uluslararası güven azalıyordu. Türkiye’nin açmazlarının çoğaldığı ortamda ülke bir anda “Başkanlık Sistemine geçti”. Kuvvetler ayrılığı, parlamenter sistem bir anda “Tek Adam Rejimine” evrildi. Dünyanın muahatabı artık AKP değil, Erdoğan’dı.  Global sermayeye muhtaç bir ülke için rejim değişikliği büyük kumardı. Şöyle düşünün; yıllardır sistemini, işleyişini, düzenini bildiğiniz ve hissedarı olduğunuz bir şirket, bir anda sistem, yönetim ve sahip değiştirmeye karar verdi.  Duyunca ne yaparsınız!? Büyük olasılık hisselerinizi satar, yeni sistemin oturmasını beklersiniz. Golabal sermaye de aynısını yaptı. Türkiye’den çıkışını  paniğe çevirdi. Dolar, 4 liradan 7.25 liraya çıktı. Çıkan para, sistemin ölü doğmuş bir sistem olduğunu anladı ve bir daha geri dönmedi. Bundan sonra AKP değil Erdoğan olarak yazıma devam edeceğim. İç ve dış siyaseti  hatta ekonomiyi artık Erdoğan tek başına yönetecekti.  Yeni sisteme vatandaş desteğini sağlamak için hemen bir düşman yaratıldı. Rahip Brunson!  “Ben iktidarda olduğum müddetçe rahip bu ülkeden çıkamaz” söylemi, iç siyasette destek buldu.  Küçük bir ayrıntıyı unutmuşlardı. Rahip Brunson’un arkasında ABD vardı. Türk yargısının verdiği cezaya rağmen Rahip bir akşam üstü uçup gitti. Erdoğan’ın yıllardır sergilediği güçlü lider görüntüsü çok kötü zedelendi. Hem ülke içinde hem dünyada. 11- Dünyanın major merkez bankaları 2016 yılıyla birlikte faiz artırmaya başlamıştı. Türkiye ise “Faiz haram” doktirini çıkardı. Dünya tepe noktasına ulaşıncaya kadar bekleyen Türkiye, faizini sabit bıraktı. “Yahu dünyadan kopmayalım, bizde artıralım” diyenleri “rantçı hain” diye damgaladılar. Dünya faizleri zirve yapıp “faizler düşmeli” görüşü yayılmaya başladığında ise Türkiye tam tersini yaptı. Bir yıl içinde faizini %8 seviyesinden %24 seviyesine çıkardı. Dünyanın her yaptığının tersini yapıp bunu yeni bir ekonomik doktirin gibi gösterme hevesi böylece başlamış oldu. Şok faiz artışı geçici bir rahatlamaya yol açtı. Dolar, 5,5 – 6 lira bandından 2020 yılını gördü.  Ardından gecikmeli olsa da Türkiye’de dünyaya ayak uydurup faizi düşürmeye başladı. Pandemi krizi ile birlikte major merkez bankaları faizlerini dibe çektiler. TCMB faizleride %8.25 seviyesine kadar gevşedi.  Tüm dünya merkez bankaları faizlerini kendi en alt seviyesine kadar indirirken “Faiz haram doktrini” bir anda yine rafa kalktı. TCMB faizleri Ağustos 2020 den Mart 2021 ayına kadar %8.25 den %19 seviyesine çıkardı. Dünyada eksi faiz varken üstelik. Ne yazık ki pek çok akademisyen ve ekonomist bu faiz artışına alkış tuttu. Sanki kararları tek adam değil de Hazine Bakanı ile Merkez Bankası Başkanı veriyormuş gibi tuhaf hayaller peşine düştüler. Bitti mi sanıyorsunuz?! Bitmedi. “Dünyanın yaptığının tam tersini yap doktirini” ısrarla devam etti. 2021 ikinci yarısından itibaren dünyada faiz artırımı konuşulmaya başlamıştı.  Allah yine yüzümüze baktı. Dünyanın aksine bir şey yapma fırsatı elimize geçmişti. Bu fırsatı değerlendirdik ve tüm dünya faiz artırmaya hazırlanırken biz faizleri üç ay içinde %18 den %14 seviyesine çektik. 2022 ile beraber dünyada sert faiz artışları gelirken de ısrarla sabit tuttuk. Bu parıldayan ekonomik kararlarımız ile ülkede bir cent yabancı yatırımcı bırakmadık. Giderken elleri boş gitmesin diye de Merkez bankamızın rezervlerinden 128 milyar doları yanlarına verdik.  Halen de vermeye devam ediyoruz.  Yazmaktan, söylemekten bıktım ama yazmak zorundayım. İthalat bağımlısı bir ülke olarak dövizi kaçırdık, üstüne bir de kasamızdaki dövizden olduk. 12- Bu oynak ekonomik doktrinlerimiz doları 8 liradan 10 liraya taşıdı. Ardından dünya ekonomi uzmanlarını dumura uğratacak doktrin geldi. “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur.” Dolar bir anda 19 seviyelerine tırmandı. “Al sana faiz, al sana enflasyon” dedi. Otuz beş yıldır  finans sektörü içindeyim. Piyasa ile zıtlaşıp kazanan ne bir şirket ne bir ülke gördüm. 13- Türkiye doktrinden doktrine sallandı. “TL değersizleşecek, ihracat patlayacak, dış ticaret fazlası vereceğiz, cari fazla vereceğiz” dediler. Doğal olarak hepsinin tam tersi oldu. İthalat ülkesi olarak dövizin yukarı tırmanması fiyatları yukarı çekti. Üstüne 2021 yılının ikinci yarısı ile birlikte dünyada emtia ve gıda fiyatları deliler gibi yükselmeye başladı. Bütün dünya “ Dev bir enflasyon dalgası geliyor” diye çırpınmaya başladı. Türkiye deki  İktidar “bu krizden büyüyerek çıkacağız” türküsüne başladı.  Türkiye’de iğneden ipliğe %300 zam geldi. Resmi enflasyon   iç ve dış güçler  yüzünden %73.50 seviyesine ulaştı.  Dış güçlerle açık açık savaşan Rusya’da enflasyon %18 seviyelerine çıkarken bizde %73.50 oldu. Cebimizde hissettiğimiz enflasyon %160 seviyelerine fırladı. Ve bu hafta iktidarın son repliği geldi. “Erdoğan’ı istemeyen, AKP'yi sevmeyen Türkiye Cumhuriyeti’ne ve devletine düşmandır.” Komünist  Parti ve liderlerinin parti ile devleti aynı kabul etme doktirinine sert bir giriş yaptık.  Bundan sonra ne olur!? Bir şey olmaz. Burası son zaten.  Film bitti.