Bu ülkeden dünya çapında düşünür veya bilim insanı çıkmaması tesadüf değil. Bilim insanın aklı sürekli bir şekilde iş, kadro ve gelecek kaygısıyla meşgul olursa istikrarlı bir şekilde bilimsel üretim olabilir mi?  Son Bakanlar Kurulu toplantısı sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan sözleşmeli kamu personelinin büyük bir kısmının belli koşullar çerçevesinde kadroya geçirileceğini duyurdu. Açıklamaların ayrıntılarına baktığımızda kamudaki sözleşmeli personel sayısının 520 bin civarında olduğunu, bu düzenlemeyle birlikte 424 bin kişinin en geç 4 yıl içerisinde kadrolu memur haline geleceğini anlıyoruz. Peki, kalan 100 bin kişi? Kimlerin bu haktan yararlanmayacağı noktasında uzun bir istisna listesi hazırlanmış. TSK ve KİT’lerde sözleşmeyle çalışan memurlar, sözleşmeli sanatçılar, meclis danışmaları ve akademik personel iyileştirmeden yararlanmayacak. Bir gün sonra Çalışma Bakanı Bilgin akademik personelin bir kısmının, yani 50-d ile istihdam edilen araştırma görevlilerin kadroya geçirileceğini duyurdu. Böylelikle üniversitelerle ilgili olumsuz bakış bir ölçüde yumuşadı. Ama yine kadroya alınmayan devlet memurların kabaca yarısı akademisyen. Bunu nereden mi biliyoruz? YÖK’ün istatistiklerine göre Türkiye’de 179 bin 685 öğretim üyesi var. Bu sayı içinde en kalabalık grup doktor öğretim üyeleri. Ülkemiz üniversitelerinde 41 bin 484 doktor üyesi var. Tüm doktor öğretim üyeleri sözleşmeli. Yani yaklaşık 100 bin kişi kadroya alınmıyor. Bunların yaklaşık 50 bini öğretim üyesi. Bu istisnanın mantığı nedir? Neden sözleşmeli öğretmen kadroya alınırken sözleşmeli akademisyen mahrum bırakılıyor? Öncelikle neo-liberal mantığın akademik meselelerde karar verici pozisyonda olan kişilere cazip geldiği ve ilerleme adı altında güvencesizliğin dayatıldığını söyleyebiliriz. Kısaca hâkim olan hava şu: Sözleşmeli düzen, yani insanların her an işini kaybetme korkusu yaşaması onları daha fazla yayın yapmaya iter. Böylelikle üniversiteler daha verimli olur. Epey sayıda doçent ve profesör, bölüm başkanı, dekan ve rektör böyle düşünüyor. Güvencesizliğin verimliliği arttırdığı savı koca bir yalan. Ayrıca bu meselede ironik bir durum var. Doçent ve profesörler kadrolu personel. Yani akademiye verimlilik adıyla güvencesiz çalışma koşullarını dayatanların iş güvencesi var. Madem verimliliğin artması bu denli önemli ve sözleşmeli çalışma daha etkin çalışma anlamına geliyor, o zaman tüm doçent ve profesörlerin sözleşmeli olması gerekmez mi? Bütün akademisyenlere aynı kural uygulanmıyor. Çok kabaca akademik dünyada bir ağalar (kadrolular) ve marabalar (sözleşmeliler) ayrımı var. Bu durumun üniversite içi ilişkileri kast düzenine mahkûm ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Kaldı ki akademisyenlere kadro tahsisindeki tek sorun sözleşmeli olanlar ile olmayanlar arasındaki ayrımın keyfiliğiyle sınırlı değil. Daha temel bir mesele var. “YÖK kaldırılsın her şey düzelecek” söyleminin ötesine geçemeyen muhalefet de durumun ciddiyetinin hâlâ farkında değil. Akademik atamalar zaman koşuluna bağlanmamış bizim YÖK Kanununda. Mesela doçentlik sınavını geçmiş ve doçent unvanı almış bir akademisyene çalıştığı kurum hiçbir zaman doçentlik kadrosu vermeyebilir. Hocanın yapacağı bir şey yok. Kurumların akademik personele kadro verme süreci tamamen kurum içi dengelere ve siyasi konjonktüre bağlı. Tabii bu durum ciddi ölçüde keyfilik doğuruyor. Zamanında kadro alan kişi sayısı çok az. Kişisel veya siyasi nedenlerle insanlar yıllarca kadro kaygısı taşıyor. Kimsenin aklına “bu durumu çözelim, akademide atama ve yükseltmeyi daha açık ve objektif kurallara bağlayalım” fikri gelmiyor. Üniversitelerimizin dünya sıralamasında hep geriye düşmesi, bu ülkeden dünya çapında düşünür veya bilim insanı çıkmaması tesadüf değil bu nedenle. Bilim insanın aklı sürekli bir şekilde iş, kadro ve gelecek kaygısıyla meşgul olursa istikrarlı bir şekilde bilimsel üretim olabilir mi?