AK Parti'nin 20. yıldönümü ve Türkiye sağı
12 EYLÜL ve TÜRK-İSLAM SENTEZİ
12 Eylül’ün en önemli özelliklerinden biri, Türkiye’ye çok boyutlu bir yeni kurumsal temel getirmesi olmuştur. Demirel’in yıllarca 1961 Anayasası için ifade ettiği “Bu anayasa Türkiye’yi yönetmeye bol geliyor” sözünden mülhem topluma ve özgürlüklere biçilen kıyafetin daraltıldığı 1982 Anayasası’nın en temel yanı da toplumun edilgenleştirilmesi olmuştur. Bu doğrultuda bir yandan “köşeyi dönme” kavramıyla lüks tüketimin özendirilmesi ve bu tüketimin sürdürülebilir kılınması için ahlaki-gayri ahlaki yöntemlerle mutlaka zenginleşilmesi gerektiğinin telkin edilmesiyle toplumsal olan refah ve kalkınma talepleri bireysel zenginleşme çılgınlığıyla ikame edilmiştir. Özal’ın bürokrasideki rüşvet iddialarına verdiği “benim memurum işini bilir” cevabı da bu gayri-ahlaki zenginleşmenin açık teşviki niteliğindedir. Özal’ın yolunu açtığı bu yüzsüzlüğün son 19 yıldaki toplumsal tezahürü ise hepimizin zihnine kazınan, klişeleşmesinden kaynaklı olarak ibret verici, kan dondurucu yönünü göremediğimiz “çalıyorlar ama çalışıyorlar” kalıbı olmuştur.
Peki sadece bu mu?
Kaynakların sınırlılığı dolayısıyla “köşeyi dönebilen” insan sayısı da sınırlı olduğu için dönemeyenler de dinin kamusal görünürlüğünün hiç olmadığı kadar arttırılması vasıtasıyla bu yeni düzene razı edilmeye çalışılmışlardır. 12 Eylül öncesi “komünist tehdit” dolayısıyla Kemalizmden kalan dünyevi milliyetçilik kitleleri “anti-komünist mücadele”ye çağırmakta yetersiz kaldığı için kurgulanan ve komünizme karşı mücadeleyi “cihat” sayan Türk-İslam Sentezi, 12 Eylül sonrası kurumsal altyapının oluşturulmasında Aydınlar Ocağı vasıtasıyla önemli bir rol oynamıştır. Başka bir ifadeyle, 12 Eylül öncesinin zımnî devlet destekli Türk-İslam Sentezi, 12 Eylül sonrasının kurumsal altyapısına yansımıştır ve resmî nitelik kazanmıştır. Özal ise bu yeni altyapıyı şevkle sahiplenen, kamusal görünürlükle ibadetlerini gerçekleştiren, bağlı bulunduğu tarikata olumlu mesajlar göndermeyi ihmal etmeyen bir rol oynamıştır.
Seçim kazandığı sürece kendisini tek demokrat sayan, kaybedeceğini hissettiği anda seçim sistemini yapboza çeviren, darbe yönetiminin Başbakan Yardımcısı olmasına karşın 12 Eylül’de kapatılan CHP’yi ve 12 Eylül’e açıktan meydan okuyan onun liderini, Ecevit’i vesayet odağı olmakla itham eden, siyasi doğruculuğu tahrip etmekte neo-conları bile kendisine hayran bırakacak kadar maharetli bir liderdir Özal.
1988’de yerel seçimlerin erkene alınmasıyla ilgili referandumda “hayır” çıkarsa “siyaseti bırakırım” deyip, % 65 hayır çıkmasına rağmen çekilmeyip bunun bir genel seçim olmadığını söyleyen, 1989 yerel seçimlerinde “yeterli oyu alamazsam çekilirim” deyip partisi % 21’le üçüncü parti olmasına rağmen çekilmeyip, üstüne bir de muhalefetin “% 21’le Çankaya’ya çıkılmaz” çağrılarına rağmen erken seçimden kaçıp Çankaya’ya çıkan liderdir Özal. Muhalefetin Çankaya’ya çıkmasına karşı topyekûn muhalefetine, “Hainler Atatürk’ün de Cumhurbaşkanı olmasını istememişti” diyerek sıkıştığı anda getirdiği tüm değerleri statüko saydığı ve talan ettiği Atatürk’ün arkasına saklanıp, oradan aldığı meşruiyetle en az kendisi kadar meşru olan bütün muhalefeti ihanetle suçlamakta bir beis görmeyecek kadar ileri gidebilen bir liderdir Özal.
Kuzenini ve kardeşini bakan yapan, Cumhurbaşkanıyken tarafsızlığını bırakıp eşinin ANAP İstanbul İl Başkanı seçilmesini destekleyen, Başbakan Akbulut'un eşini, yasama organının aldığı kararları denetleyen Anayasa Mahkemesi üyeliğine atayan, nepotik zehri kurumların kodlarına işleyen kişidir Özal.
Cumhurbaşkanlığı döneminde yetkilerini aşan, fiili bir Başkanlık Sistemi kuran ve sistemi zorlayan Özal, Türkiye’nin dış politikadaki maharetli kurumlarının tüm uyarılarına rağmen Türkiye’yi Körfez krizinde açıktan ABD’nin yanında konumlandırarak geleneksel dış politikadan çark etmiş ve “Bir koyup üç almak” rüyasıyla ülkeyi içinden yıllarca çıkamadığı, insan sermayesinden maddi kaynaklarına kadar birçok kaynağını israf etmesine sebep olan bir kabusun içine de sürüklemiştir ayrıca.
Dolayısıyla Özal, Türkiye siyaseti açısından Necip Fazıl’ın o en büyük rüyasını temsil eden, başarıldığı anda devamının geleceğine inandığı “surdaki delik”i açan kişidir. Onun açtığı delik, bir yandan kurumsal altyapının tahribatına ve sonunda çöküşüne sebep olurken; neoliberal projesinin “devleti küçültme” iddiasının yuttuğu sosyal devlet de yoksul halk kesimlerini tarikatların pençesine düşürmüştür. Dolayısıyla Özal, ideal bir örgüt değil, bir proto-AK Parti yaratmıştır. Kendisi için söylenecek şey de hâlâ tam olarak yıkılmayan kurumsal altyapının izin verdiği kadar Erdoğanlık yapabilmiş olmasıdır.
AK PARTİ, ERDOĞAN ve ÖZAL
Bu konudaki en belagatle söylenmiş sözler Tanıl Bora’ya aittir. Bora, Demirel’in DYP yıllarında Özal’a söylediği ve merkez sağın gerçek liderinin kendisi olduğunu hatırlatan, “Kendi arsama gecekondu yaptırtmam” ifadelerinden hareketle, AK Parti’nin ise o arsaya değil gecekondu, TOKİ’ler diktiğini söyler.[1]
Türkiye’nin uluslararası ilişkilerine olumsuz etki yapan laik niteliğini günden güne kaybetmesinin taşları, ANAP’ın neo-Osmanlıcılık hayaliyle başlamış ve AK Parti’yle taçlanmıştır. Türkiye’nin Batılı olduğu kadar Doğu’da Doğulu olduğu kadar da Batı’da kıymeti olan çok yönlü yanını tahrip ederek Türkiye’yi klasik bir Ortadoğu devletine dönüştüren bu nitelik kaybı, otoriter yönetimin iktidarda kalma arzusuyla da iç politikada, göçmenler meselesinde görüldüğü gibi, dış politikadaki pazarlıklar sonucunda elini güçlendiren bir olgu olmuştur. Yani Türkiye, laik-demokratik niteliğini kaybettikçe iç politikada iktidarın dış desteğin de bir sonucu olarak güç kazanırken, ülkeyse dış politikada ters orantılı olarak bağımsız karar alabilme yeteneğini kaybetmeye başlamıştır.
Peki bugünlere nasıl gelindi? Bugünlere gelinirken dikkat çekici iki gelişme olmuştur. Bunlardan ilki, özellikle Baykal yıllarında CHP’nin ve daha genel olarak ulusalcı ittifakın AK Parti’yle gerçek demokrasiyi tartışmak yerine kurumsal güçlerine dayanarak iktidarın atmaya çalıştığı adımların önüne geçme çabaları, açıklama yapmaksızın “yaptım oldu” şeklindeki şımarıklık mertebesindeki buyurgan tavırları, AK Parti’nin kendisini demokrasinin ve hatta halkın bizatihi kendisi, diğer tüm kurum ve partilerinse vesayet odağı olduğuyla ilgili bir söylemle rıza üretmesine neden oldu.
AK Parti’ye karşı bu buyurganlığın sebebi, “hükümet olsa da iktidar olamaz” düşüncesi olsa da, AK Parti açısından bu engel, o güne kadar devlette yatay olarak örgütlenen Fetullahçı kadrolarla aşılmış ve Fetullahçı yargıçların kumpas davaları sonucunda tasfiye edilen “eski”nin temsilcisi kadroların yerine Fetullahçılar devletin içinde dikey örgütlenmeye başlamış, hiyerarşik olarak yükselmişlerdir. Dolayısıyla bu, AK Parti’nin başından beri ittifak hâlinde olduğu bu kadroların eskilerin yerine gelmesi anlamına gelmiş ve AK Parti, yeni bir ittifakla da olsa “iktidar” da olmuştur. Yıllar içinde Fetullahçılarla girişilen kavganın sonucundaysa bir yandan yıllarca devlet kadrolarından dışlanan insanlar lidere sadakat koşuluyla bu süreçlere dahil edilmiş, diğer yandan bürokrasinin içindeki milliyetçi kadrolardan Cumhur İttifakı’na dayanarak faydalanılmış ve son olarak da iktidar partisinin içindeki eğitimli kadrolar bürokraside istihdam edilmeye başlanmıştır. Bunun sonucunda, devlet ve parti arasındaki mesafe günden güne daralmış ve devleti temsil etmesi gereken en üst düzey bürokratlar bile “memur” mertebesinde kalmışlardır.
İkinci büyük kırılmaysa Gezi Parkı’yla birlikte yaşanmıştır. Gezi protestoları esnasında Erdoğan’ın başlardaki bilinçli sessizliği, yurtdışından döndüğü esnada kendisini karşılayan coşkulu kitleler dolayısıyla dönüşmüş ve o, son derece sert bir söylem benimsemiştir. Bunun nedeni, Erdoğan’ın kitlesiyle, partiyi beraber kurduğu ve “özgül ağırlığı” olduğunu düşündüğü isimlerden bağımsız bir iletişim ve adanmışlık ilişkisi içine girdiğini anlaması olmuştur. Bu, tıpkı Özal’ın son dönemlerinde Mesut Yılmaz’la ters düşüp, yeni bir parti kurmak için Çankaya’dan inerek Başkanlık Sistemi’ni zorlayacağının mesajlarını vermesine benzemektedir.
Özal, Yılmaz’ın hiçbir zaman toplumda kendisi kadar karşılık bulmadığını hissettiği noktada, “giderim” tehdidiyle ANAP kitlesini kendi hareketine evirebileceğini düşünürken, Erdoğan ise “beğenmeyen gidebilir” noktasındaki uzlaşmaz tavırlarıyla günden güne partide tekleşmeye başlamış ve “özgül ağırlığı” olan isimler tasfiye oldukça da etrafını siyasi kariyerini tamamen kendisine borçlu olan isimlerle doldurmuştur. Bunun sonucunda, zaten AK Parti’nin iktidara geldiği günden beri yaşanan, Türkiye siyasetinde ANAP’la beraber normalleşen nepotizm, neo-Osmanlıcılık gibi birçok şeye yenileri eklenmiş ve Özal’ın hayali olan, ancak hem sınırlı toplumsal desteği hem de kurumsal altyapı henüz tamamen ortadan kalkmadığı için gerçekleştiremediği; ulustan sayılmanın lidere sadakate bağlı olması, istihdam süreçlerine katılabilmenin yolunun partizanlıktan geçmesi ve devlet kaynaklarının bir avuç müteahhitten başkasına reva görülmemesi gibi birçok şeyi gerçekleştirmek AK Parti’ye nasip olmuştur.
Unutmamak gerekir ki AK Parti bir neden değil, bir sonuçtur. Bu sonuca ulaşana kadar biriken nedenlerden en önemlisi de bir proto-AK Parti niteliği taşıyan ANAP ve lideri Özal’dır.
---
[1] https://birikimdergisi.com/haftalik/9547/demirel-tusu