Yorumlar

AİHM’in itirafçı beyanlarının delil değeriyle ilgili son kararı ne anlama gelmektedir?

Abone Ol
Kendi kararının objektif etkisinin dikkate alınması gerektiğini vurgulayan Anayasa Mahkemesi, AİHM’in Slovakya hakkında verdiği fakat Türkiye’deki yargılamaları doğrudan ilgilendiren Adamčo ve benzeri kararları öncelikle kendisinin dikkate alması gerekir.

Bu yazıda; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 01/06/2023 tarihinde açıkladığı Erik Adamčo/Slovakya kararı bağlamında itirafçı beyanlarının delil değeri ve hangi durumlarda bu beyanların delil olarak kabul edilebileceği üzerinde durulmuştur.

CEZA MUHAKEMESİNİN AMACI Ceza muhakemesinde amaç maddi gerçeği bulmak olduğundan “delil serbestisi” ilkesi kabul edilmiştir. Yani her şey delil olarak kullanılabilir. Bunun tek istisnası delil yasaklarıdır. Hukuk devleti olmanın gereği olarak hukuka uygun elde edilmeyen şeyler delil olamaz. Bir şeyin delil olarak kabul edilmesiyle ilgili önem taşıyan husus, delilin bizzat o suçla ilgili olmasıdır. Somut olaya ilişkin olmayan ve o suçun unsurlarını göstermeyen şeyler delil değildir. CGK kararlarında da delilin olayı temsil edici ve kanıtlayıcı olması gerektiği vurgulanmıştır.[1] Örneğin bir hırsızlık dosyasında şüphelinin, o mahallede diğer 10 eve girdiğine dair ifadeler, bu hırsızlık suçunun beyan delili değildir. Çünkü bu beyanlar, yargılaması yapılan hırsızlık suçunun unsurlarını göstermez. Zira şüpheli, diğer 10 evi soymuş ama bu evi soymamış olabilir. Bu beyanlar sadece hâkime sanığın kişiliği hakkında bir kanaat verebilir. Delil vasfını kazanacak olan şey somut olaya ilişkin, yani şüphelinin bizzat bu evi soyduğunu gösteren hususlardır.

BEYAN DELİLİNİN DESTEKLENMESİ

Maddi delillerin tek başına ispat gücü bulunduğu hâlde; beyan delili, sübjektif, göreceli, yanılgılı veya taraflı olabileceğinden tek başına ispat için yeterli değildir. Bu nedenle, mutlaka yan delille desteklenmelidir.[2] Yargıtay beyan delili için özellikle de sanığın ikrarının hükme esas alınabilmesi için serbest irade ürünü olması, hâkim huzurunda yapılması ve kovuşturma aşamasında geri alınmaması gibi kıstaslar yanında yan delillerle de doğrulanması gerektiğini belirtmektedir.[3] Özellikle “ikrar” dediğimiz sanığın kendi aleyhine verdiği ifade ile “itirafçı beyanı” dediğimiz etkin pişmanlıktan yararlanmak isteyen sanığın başkaları aleyhine verdiği ifadeler yan delillerle mutlaka desteklenmeli ve doğrulanmalıdır.[4] Örgütlü suçlardaki etkin pişmanlığı düzenleyen TCK’nın 221. maddesinden faydalanma arzusunda olan sanık beyanları üzerinde daha titiz durulmalıdır. Çünkü diğer suçlardaki pişmanlık düzenlemelerinden farklı olarak TCK’nın 221. maddesi, “kendini cezadan kurtarabilmenin tek koşulu başkalarının ceza almasını sağlamaktır” şeklinde yorumlanıp uygulanmakta ve “isim ver kurtul” şeklinde lanse edilmektedir. Bu madde, sanıklara “otobandan önce son çıkış” gibi gösterildiğinden; örgüt suçlarında ikrar veya itirafçı beyanları hükme esas alınırken daha dikkatli davranılmalıdır. Sanığın kendi aleyhine verdiği beyanın dahi doğrulanması gerekirken; başkaları aleyhine verilen beyanlarla ilgili daha titiz davranılması gerektiği, izahtan varestedir.[5] Yargıtay 16. Ceza Dairesi de konuyla ilgili verdiği bir kararında, itirafçı sanık olup tanık sıfatı ile dinlenen, etkin pişmanlıktan yararlanmak için sanık aleyhine beyanda bulunma hususunda hukuki menfaati olan kişinin anlatımının tek başına hükme esas alınamayacağını belirtmiştir.[6] Kısaca, maddi gerçeği ortaya çıkarmakla yükümlü olan ceza hâkimi, muhakemeye katılanların iddiaları veya sanığın itirafı ile bağlı olmayıp “beyan” delilinin mutlaka yan delillerle desteklenmesini aramalıdır ve Yargıtay’ın da bu hususa ilişkin istikrar kazanmış kararları vardır.[7]
Aleyhine itirafçı beyanı olan kişinin örgüt üyesi olarak kabulü, bu kişinin cemaatin gerçek amacını, yani iddia edildiği gibi hükümeti darbe ile yıkmak olduğunu bildiğini ve istediğini gösteren delillerle desteklenmesine bağlıdır.
  AİHM’İN KONUYA YAKLAŞIMI a. Labita/İtalya Kararı AİHM’in itirafçı beyanlarının delil değeriyle ilgili verdiği önemli kararlardan biri İtalya aleyhine verdiği Labita kararıdır. Kararın 156 ve devamı paragraflarında şu hususlara vurgu yapan AİHM, AİHS’in 5/3. maddesinin ihlaline karar vermiştir;
  • Mevcut olayda başvurucu aleyhindeki iddialar tek bir kaynaktan, yani başvurucunun mafya türü bir örgütün mali işlerine baktığını dolaylı bir biçimde öğrendiğini 1992’de söylemiş olan bir itirafçının anlatımlarına dayanmaktadır.
  • Yetkililere göre Mayıs 1992’de söz konusu itirafçının ifadelerinin genel olarak inandırıcılığı ve güvenirliği dikkate alındığında, başvurucunun tutuklu kalması için yeterli bir delil oluşturmuştur.
  • Mahkeme, İtalyan yetkililerinin Mafya ile mücadelesinde itirafçıların işbirliğinin çok önemli bir silah olduğunun farkındadır. Ne var ki, itirafçılar tarafından verilen ifadelerin kullanılması bir çok soruna da neden olmaktadır. Zira bu tür ifadeler, nitelikleri gereği manüpilasyona açık olup İtalyan hukukunun itirafçılara tanıdığı avantajları elde etmek amacıyla veya kişisel intikam duygularıyla verilmiş de olabilirler.
  • Bu tür ifadelerin bazen muğlak olabileceği ve bir kimsenin alakasız değilse bile doğrulanmamış iddialara dayanılarak sanık durumuna sokulabilme ve gözaltına alınabilme riski hafife alınamaz.
  • Bu nedenle, ulusal mahkemelerin de kabul ettiği gibi, itirafçıların ifadelerinin başka delillerle desteklenmesi zorunludur. Ayrıca, bir duyum, mutlaka objektif delillerle desteklenmelidir.[8]
b. ADAMCO/SLOVAKYA KARARI

AİHM kararına konu başka bir olayda da, başvurucu, kiralık katil olarak adam öldürmekle suçlanmış; ancak, bu suça iştirakten beraat etmiştir. Fakat savcılık suçlamayı değiştirmiş ve başvurucunun asıl suçlu olduğu iddiasıyla bu karara itiraz etmiştir. Suçlamanın değiştirilmesi, diğer sebepler yanında, yargılamanın daha önceki aşamalarında ifade veren fakat ifadesini sonradan değiştiren ve suçlayan bir tanığın beyanına dayanmaktadır. Başvuran, bu beyana istinaden adam öldürme suçundan suçlu bulunmuş, istinaf ve temyiz talepleri de reddedilmiştir.

Daha sonra, 2011 yılında Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuş ve başvurusunda; istinaf ve temyiz aşamasında savcı görüşlerine ulaşma imkanı olmadığını, tanığının ifadelerinin güvenilmez olduğunu, zira tanığın bu şekilde beyanda bulunmaktan menfaat elde ettiğini ve savcılığın onun hakkında takipsizlik kararı verdiğini söylemiştir. Ancak, Anayasa Mahkemesi başvuruyu kabul edilemez bulmuştur.

Başvuran bu karar üzerine AİHM’e başvurmuş ve AİHM, diğer sebepler yanında, başvuranın savcılık görüşlerine hem istinaf hem de temyiz aşamasında ulaşamaması ve hakkındaki mahkumiyetin; gerçeği söylemektense, lehine beyanda bulunmakta menfaati olan tanık ifadesine dayanmasının adil yargılanma hakkının ihlaline neden olduğunu belirtmiştir.[9] c. ERİK ADAMČO/SLOVAKYA KARARI AİHM’in konuyla ilgili son verdiği karar, yine Slovakya aleyhine verdiği ve yukarıdaki kararın başvuranının kardeşi olan Erik Adamčo hakkında verdiği ihlal kararıdır.[10]

Başvuruya konu olayda; Erik Adamčo hakkında organize suçlulukla ilişkili biçimde 1997 ve 1999 yıllarında işlenen iki cinayetle ilgisi olduğu gerekçesiyle dava açılmıştır. Savcılığın 2014 yılında düzenlenen iddianamesi, bu suçlara katıldıklarını belirten üç tanığın itiraflarını esas almıştır. Başvurucu, 2017 yılında temel olarak bu üç itirafçı tanığın ifadelerinden hareketle suçlu bulunmuş ve 25 yıl hapis cezasıyla cezalandırılmıştır.

Başvuranın, aleyhine ifade vermeleri karşılığında tanıklara savcılık tarafından bazı menfaatler tanındığına ilişkin savunmasına; bunun yasaya uygun olduğu ve bu ifadelerin “özellikle dikkatli biçimde” ele alındığı gerekçesiyle itibar edilmemiştir. Başvuranın itirazları, istinaf ve temyiz aşamalarında da kabul görmemiş ve cezası Nisan 2019 tarihinde kesinleşmiştir.

Başvuranın, kardeşinin dosyasında AİHM’in itirafçı tanık yönünden verdiği ihlal kararına da atıf yaparak Anayasa Mahkemesine başvurmuştur. Ancak Anayasa Mahkemesi; alt mahkemelerin kararlarının anayasal teminatlara uygun olduğunu, mahkemelerin suç ortaklarının ifadelerini genel bağlamda ele aldığını, bu beyanların diğer herhangi bir delil gibi değerlendirildiğini ve iş birliği yapan tanıkların elde ettiği muhtemel menfaatlerin dikkate alınmadığı sonucuna ulaşılamayacağını belirterek başvurunun kabul edilemez olduğuna karar vermiştir.

Bu karar üzerine başvuran, AİHM’e müracaat etmiş ve başvuruyu değerlendiren AİHM;

  • Ulusal mahkemelerin itirafçı tanıkların suçlayıcı ifade vermekteki menfaatlerini gereği gibi göz önüne almadıklarını,
  • Yerel mahkeme kararlarındaki itirafçı ifadelerinin “özel bir dikkatle” incelendiği şeklindeki soyut gerekçeleri yeterli görmediğini ve
  • Gerçeği söylemektense lehine beyanda bulunmakta menfaati olan tanık ifadesine dayanılmasını adil yargılanma hakkının ihlaline neden olduğunu belirtmiştir ( 66 vd.).

Yine AİHM’e göre; bu delilin, başvuranı suçlamalarına karşılık menfaat elde ettiklerini söyleyen suç ortaklarının beyanına dayanması nedeniyle, yerel mahkemenin başvuranın bu delile ilişkin itirazının ulusal düzeyde nasıl ele alındığının ve ulusal makamların meseleyi yeterli bir denetime tabi tutup tutmadığının incelenmesi gerekmekteydi. AİHM, yapacağı bu incelemenin yoğunluğun, sunduğu delile karşılık suç ortağının elde ettiği menfaatin önemiyle bağlantılı olduğunun altını çizmiştir (§ 62).

AİHM ayrıca, Xenofontos ve Diğerleri/Kıbrıs davasında ulusal mahkemeler, itirafçıların menfaat amacıyla bu ifadeleri vermediğini tespit ettiklerini; ancak bu dosyada, itirafçı olan üç kişinin kendi çıkarları için ifade verip vermedikleri ve bunun olmadığıyla ilgili ulusal mahkemeler tarafından herhangi bir inceleme ve değerlendirme yapılmadığına dikkat çekmiştir (§ 72).

Benzer şekilde AİHM’e göre; tanıklar tarafından cezasızlık veya diğer menfaatler karşılığında verilen ifadelerin kullanımı, sanık hakkındaki yargılamanın adilliğine şüphe düşürebilir ve bu şekildeki ifadeler doğaları gereği manipülasyona açık olduklarından ve sadece karşılık olarak önerilen menfaatleri elde etmek ya da kişisel intikam için yapılabilecekleri kadarıyla, zorlu meseleler ortaya çıkarabilirler. Bu nedenle, mutlaka önyargısız olması gerekmeyen doğrulanmamış iddialar temelinde bir kişinin suçlanabilmesi ve yargılanması tehlikesi hafife alınmamalıdır (§ 59).

Yazılarımızda da sürekli yer verdiğimiz Yargıtay’ın yanlış kabulünde belirtildiği gibi cemaatin nihai amacı hükümeti bir darbe ile yıkmaksa; bu yapının mensuplarının da bu amacı bilen ve isteyen kişiler olması gerekir.

ü

TANIK, GİZLİ TANIK, İTİRAFÇI BEYANLARI VE GÜNCEL YARGILAMALAR

Maddi gerçeği bulmakla yükümlü olan ceza hakimleri, çoğu zaman sadece “görünen gerçeği esas almaktadır. Güncel yargılamalarda ise görünen gerçeği bile araştırma zahmetine girilmeden “varsayılan gerçek” veya “iddia edilen gerçek” ile hükümler verilmektedir. Mutlak gerçek, maddi gerçek, görünen gerçek, şekli gerçek, iddia edilen gerçek, varsayılan gerçek..… Ceza yargılamasında bu gerçeklerden her birine bir şekilde ulaşılabilir, ancak maddi gerçeğin altında kalan her basamak adaleti sağlamaktan uzaktır. Bundan daha kötüsü ise son yıllarda mahkemelerde “gerçek” sözünün bir kenara bırakılıp “edinilen izlenim”, “ulaşılan kanaat” ve “varsayılan şüphe” gibi ifadelerin öne plana çıkmış olmasıdır. Acaba, güncel yargılamalarında olduğu gibi itirafçı olup onlarca kişinin ismini vererek “sohbete geliyordu, cemaatçi olduğunu biliyorum, beraber yurtdışına cemaatin okulunu gezmeye gitmiştik, kurbanda benden cemaat adına kurban istemişti, fakir öğrencilere benden burs erzak talep etmişti, cemaatin evinde beraber kalmıştık …” diyen bir kişinin bu ifadeleri mahkûmiyet için tek başına ya da kriter kabul edilen başka bir unsuru destekleyici delil olabilir mi? Öncelikle bu ifade bir beyan delili olarak kabul edilecekse maddi delille, yani yurt dışına gitme iddiası uçak bileti ve pasaport kaydıyla, burs verme iddiası makbuzla ve cemaat evinde kalma iddiası da video ve resim gibi görsellerle desteklenmeli, ifadenin maddi delille desteklenen kısmına itibar edilmeli, desteklenmeyen, örneğin “sohbete geliyordu” gibi soyut kısımları ise dikkate alınmamalıdır. Daha sonra da, bu beyanın maddi delil ile desteklenen kısımlarının (yurtdışına gitme, burs verme ve cemaat evinde kalma) terör örgütü üyeliği suçunun kanıtı olup olmayacağına bakılmalıdır. Yazılarımızda da sürekli yer verdiğimiz Yargıtay’ın yanlış kabulünde belirtildiği gibi cemaatin nihai amacı hükümeti bir darbe ile yıkmaksa; bu yapının mensuplarının da bu amacı bilen ve isteyen kişiler olması gerekir. Yine, Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin de kabul ettiği gibi[11]  bu amaç 15/7/2016 tarihine kadar gizli iken o tarihte açığa çıktı ise bu tarihten önce burs vermek ve geziye katılmak gibi faaliyetler cemaatin gizli amacının bilindiğini gösteren deliller kabul edilemez. Bu faaliyetlerin, hükümeti yıkma amacı bulunan bir yapıda ve bu amaç bilinerek yapılması, yani burs veren ve geziye katılan bir kişinin; bu bursun ve gezinin hükümeti devirmeye yönelik bir faaliyette örgüt adına kullanılabileceğini bilerek ve isteyerek yapması ve bunların hükümeti yıkma amacıyla yapıldığının da maddi delillerle ispatı gerekir. Oysa bu tür ifadeleri veren itirafçılar dahi bu yapılanmanın bir terör örgütü olduğundan habersiz olduklarını ve tüm bunları bir cemaat faaliyeti olarak bildiklerini söylemekteyken, aleyhine ifade verdikleri kişilerin bunları terör faaliyeti kapsamında yaptıklarını kabul etmek akla, mantığa ve hukuka aykırıdır.

Başka bir ifadeyle, aleyhine itirafçı beyanı olan kişinin örgüt üyesi olarak kabulü, bu kişinin cemaatin gerçek amacını, yani iddia edildiği gibi hükümeti darbe ile yıkmak olduğunu bildiğini ve istediğini gösteren delillerle desteklenmesine bağlıdır. Bunun dışında gösterilen, ancak zamanında yasal faaliyet olan bankada hesap açma, sendika üyeliği, çocuğunu okula gönderme, bir iletişim programını kullanma, gazete aboneliği ve burs verme gibi faaliyetler itirafçı beyanını destekleyici yan delil olamaz. Eğer bu hususlar delil olarak kabul edilecekse, kişinin bu faaliyetlerde iddia edilen gerçek amacı bildiği ve bu amacı desteklediği için bulunduğu her türlü şüpheden uzak somut delillerle ispatlanmalı ve bu ispat da varsayımlara dayanmamalıdır.

Mevcut yargılamalarda ise suçun maddi unsuru olan örgüt hiyerarşisine dahil olmayla ilgili hiçbir araştırma yapılmadığı ve delil ortaya konulmadığı gibi suçun manevi unsurunun (iddia edilen nihai amacı bilme ve isteme) gerçekleşip gerçekleşmediğiyle ilgili de hiçbir araştırma yapılmamakta, zamanında yasal kabul edilen faaliyetler suç ve cezaların geriye yürümezliği ilkesine aykırı olarak itirafçı beyanlarını destekleyici delil kabul edilmekte ve “eğer çocuğunu okula gönderiyorsa darbeyi biliyordur” ya da “hâkim-savcıysa konumu gereği darbeyi bilebilecek durumdadır” veya “gazete abonesiyse darbeden de haberdardır” gibi varsayımlara dayalı olarak kişilere ağır cezalar verilmektedir.
Yargıtay içtihatlarında belirtildiği şekliyle destekleyici yan delil, başka bir beyan delili değildir. Yani bir beyan delili başka bir beyan delili ile desteklenemez.

ü

MAHKEMELERİN İTİRAFÇI BEYANLARIYLA İLGİLİ YAPTIKLARI YANLIŞLAR

Burada, hâkimlerin bu hususta yaptığı bazı yanlışlara da değinilmesinde fayda vardır.

  1. Yanlış: Yargıtay içtihatlarında belirtildiği şekliyle destekleyici yan delil, başka bir beyan delili değildir. Yani bir beyan delili başka bir beyan delili ile desteklenemez. Bu anlayış “iki yalancı şahit insanı ipe götürür” sözünün hayata geçirilmesi anlamına gelir ve hukuk sistemi oturmamış ülkelerde sıradan bir uygulamaya dönüşür. Yargıtay’ın vurguladığı yan delil, “belge veya belirti” delili denilen maddi delildir. Yani, beyan delili mutlaka maddi bir delille doğrulanmalıdır. Örneğin, A şahsı için 5 ayrı kişi örgüt mensubudur şeklinde ifade verse yeterli olmaz. Çünkü bu ifadeler de beyan delilidir ve soyut beyanlarla mahkumiyet hükmü verilemez. Bu beyanları somutlaştıracak olan şey maddi delillerdir.
Ceza Genel Kurulu (CGK), sanığın sonradan geri aldığı, baskı sonucu verdiğini söylediği, maddi delillerle desteklenmeyen, olay tutanağı ve tanık beyanları ile çelişkili olan karakoldaki ifadesine dayanılarak cezalandırılmasını hukuka aykırı bulmuş ve beyan delilinin mutlaka maddi delillerle desteklenmesi gerektiğini belirtmiştir.[12] Ancak, güncel yargılamalarda verilen ifadelerin değil maddi delille desteklenmesi, başka ifadelerle desteklenmesine bile gerek duyulmamakta ve tek bir kişinin soyut beyanı delil kabul edilerek mahkûmiyet kararları verilmektedir.
  1. Yanlış: Sanığa atılı suçun unsurlarını göstermeyen pek çok şeyin delil olarak kabul edilmesidir. Yukarıda verilen örnekte olduğu gibi sanığın diğer 10 evde de hırsızlık yaptığına dair beyanlar dosyadaki hırsızlık suçunun kanıtı değildir. Ancak, genellikle hâkimler yanlış olarak bunu bir karine ve yan delil olarak kabul edip sanığı mahkûm etmektedirler. Benzer yanlışlar güncel yargılamalarda da yapılmakta ve bir kurumda SGK’lı olarak çalışmak, bankada hesabı bulunmak, çocuğunu okula göndermek, gazeteye abone olmak, sohbet grubuna katılmak, dernek/sendikaya üye olmak ya da öğrencilere burs vermek gibi faaliyetler terör örgütü üyeliğinin asli veya yan delili olarak kabul edilmektedir.
Fakat, bir şeyin delil olarak kabulü, doğrudan somut olayı ve suçun unsurlarını göstermesine bağlıdır. Terör örgütü üyeliği suçunun en önemli unsuru; şüphelinin nihai amacı (hükümeti devirme) ve kullanacağı yöntemi, yani bu amaca silah, cebir ve şiddet kullanarak uluşacağını bilmesi, istemesi ve bu amaçla hiyerarşik yapıya dâhil olmasıdır. Resmi olarak faaliyet yürüten bir bankaya para yatırmak bu suçun unsurunu gösteren bir delil değildir. Bu değerlendirme bizi nasıl ki “diğer 10 evi bu sanık soyduysa bu evi de o soymuştur” gibi yanlış bir sonuca götürürse; “bankada hesabı var, gazeteye abone olmuş, çocuğu okula gitmiş o halde terör örgütü üyesidir” gibi yanlış bir sonuca da götürecektir.

CGK kararlarında da belirtildiği gibi delilin olayı temsil edici ve kanıtlayıcı olması gerekir. Silahlı terör örgütüne üye olma suçunun maddi ve manevi unsurları bellidir. Bu unsurları kanıtlayıcı olmayan bu tür yasal faaliyetler suç delili olamaz.

  1. Yanlış: Beyan delilinin bölünmesi konusunda yapılan yanlıştır. Beyan delili bölünebilir. Ancak, mevcut durum itibariyle bir itirafçı 50 kişi hakkında iddialarda bulunmuş ve birinde isabet etmişse, bu itirafçı doğru söylüyor denilerek diğer 49 kişi hakkındaki iddialar da doğru kabul edilmektedir. Yani beyan bölünmeden tümüyle doğru varsayılmaktadır.
Yargıtay CGK konuyla ilgili verdiği bir kararında: “sanığın beyanı, ikrar şeklinde diğer bir deyişle kendi aleyhine olabileceği gibi bir başkası aleyhine de veya hem ikrar hem de başkalarının da birlikte olduğunu beyan şeklinde olabilir. Ancak bu beyan mahkûmiyet için tek başına yeterli değildir. Bu itibarla sanık N'nin diğer sanığı da suçlayan, ancak bu sanık yönünden yeterli ve geçerli diğer delillerle desteklenmeyen beyanlarının ancak kendisi yönünden bağlayıcı olduğunu kabulde zorunluluk bulunmakla, cezalandırılması için yeterli ve inandırıcı deliller elde edilemeyen sanık S'nin müsnet suçlardan beraatına karar verilmelidir” demiştir.[13]

Bu kararda CGK, sanık N’nin kendi aleyhine verdiği beyanın diğer delillerle doğrulanması nedeniyle mahkûmiyetine, ancak diğer sanık aleyhine verdiği beyanın başka delillerle doğrulanmaması nedeniyle o sanığın beraatına karar verilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu karar beyan delilinin bölünebileceğinin göstergesidir. Karar gereğince, beyan delilinin maddi delil ile doğrulanan kısmına itibar edilmeli, doğrulanmayan kısmı ise dikkate alınmamalıdır.

MAHKEMELERİN BU HATALARI YAPMA NEDENLERİ
  1. Neden: Aslında mahkemelerin yaptığı bu hatanın nedeni çok basittir. Terör suçlarına bakan hâkimlerin bir kısmı yeni ve tecrübesizdir, kıdemli ve tecrübeli olanların ise bildikleri tek terör yargılaması PKK dosyalarıdır. PKK ise seksenli yıllardan beri silahlı eylem yapan, nihai amacını açıkça ortaya koyan bir terör örgütüdür. Son 30 yıldır PKK mensuplarına ait binlerce yargılama yapıldığından, artık bu davalarda sanığın, PKK’nın nihai amacının ülkeyi bölmek olduğu, silahlı eylemler yaptığı ve bir terör örgütü olduğunu bilip bilmediği değil, sadece PKK mensubu olup olmadığı araştırılmaktadır. Çünkü yıllardır, herkes gibi PKK’ya katılan sanığında bunları bilerek örgüte katıldığı kabul edilmektedir.
  2. Neden: Kürsüdeki hâkimlerin terör yargılamalarıyla ilgili tek tecrübeleri bu olduğundan, güncel yargılamalardaki dosyaları da PKK dosyaları gibi değerlendirip, PKK mensubu herkesin ülkeyi bölmek amacıyla hareket ettiğini kabul ettikleri gibi, cemaat mensubu kabul edilen herkesin de hükümeti yıkmak amacıyla bu oluşuma dâhil olduğunu kabul etmekte ve bu hususu hiç araştırmamaktadırlar. Hatta çoğu hâkim bunun araştırılması gerektiğini bile bilmemektedir. Zira PKK’nın ilk yıllarındaki yargılamaları bilen ve hatırlayan yargıç neredeyse kalmamıştır.
SONUÇ

AİHM’in Adomčo kardeşlerle ilgili kararları güncel yargılamaları da doğrudan ilgilendirmektedir. Zira bu yargılamalarla ilgili en önemli ve hatta tek delil çoğu zaman itirafçı beyanlarıdır. Bu dosyalarda itirafçı beyanları bir suça karşılık gelmese de mahkemeler bu ifadeler ve kişilerin yasal/rutin faaliyetleri nedeniyle ceza vermektedir. Dolayısıyla güncel dosyalarda itirafçı beyanlarının destekleneceği bir yan delil de yoktur.

Delil olarak kabul edilen ve kriter olarak adlandırılan hususların tamamı anayasal ve yasal hakların kullanımından ibarettir. Bu nedenle, itirafçı ifadeleriyle örgüt üyeliğinden cezalandırılan kişilerin savunmalarını hazırlarken, AYM ve AİHM başvurularında iki kardeşle ilgili verilen kararlara ve bu yazıda yer verilen hususlara yer vermelerinde fayda vardır.

Diğer taraftan kendi kararının objektif etkisinin dikkate alınması gerektiğini vurgulayan Anayasa Mahkemesi[14], AİHM’in Slovakya hakkında verdiği fakat Türkiye’deki yargılamaları doğrudan ilgilendiren Adamčo ve benzeri kararları öncelikle kendisinin dikkate alması gerekir.

Zira aynı ihlalin Türkiye’yle ilgili de verileceği açıktır. Ancak, mevcut yargılamalardaki hukuka aykırılıkları düzeltmek için aynı ihlalin Türkiye hakkında çıkmasını beklemek hem yaşanan mağduriyetleri daha da arttıracak hem de AYM’nin temel haklardaki öncü göreviyle ve objektif etki söylemiyle bağdaşmayacaktır.

---

[1]           Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 02/02/1987 T.,1987/8-314 E., 1987/18 K. sayılı kararı [2]           “…Gerçekten de, bir kimsenin suçlu olmadığı halde kendisini suçlu sayması veya bir başkasının suçunu kabullenmesi mümkündür. O halde, ikrarın hangi aşamada gerçekleştiği ve özgür iradeye dayalı olup olmadığı, ikrarda bulunanın beyanın ciddiyetini ve bundan doğacak sonuçları bilip bilmediği, ikrarın başkaca deliller veya emarelerle desteklenip desteklenmediği, hayatın olağan akışına uygun düşüp düşmediği, kuşkudan arınmışlığını ve belirliliğini zayıflatacak biçimde ikrardan dönülüp dönülmediği gibi hususlar da göz önünde bulundurulmak suretiyle, somut olaydaki ikrarın delil değeri ortaya konulmalı ve ispat sorunu bu şekilde çözümlenmelidir.” Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 29/11/2005 T., 2005/7-144 E., 2005/150 K. sayılı kararı. [3]           Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 02/02/1987 T.,1987/8-314 E., 1987/18 K. sayılı kararı; “…Sanıklar hakkındaki soruşturmaların başlama biçimi ve seyri ile tüm dosya kapsamı itibariyle; itirafçı sanıkların güven vermeyen anlatımları dışında, sanıklardan CY’ın aşamalarda değişmeyen savunmaları aksine, MAÇ’nin de sonradan reddettiği kolluk anlatımı dışında, silahlı çeteye hal ve sıfatlarını bilerek yardımda bulunduklarına dair cezalandırılmalarını gerektirecek nitelikte her türlü kuşkudan uzak, kesin ve yeterli delil bulunmadığı gözetilmeden, beraatları yerine, yazılı düşüncelerle mahkûmiyetlerine karar verilmesi”, Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 04/5/2000 T., 2000/120 E., 2000/1300 K. sayılı kararı; [4]           Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 12/7/2005 T., 2005/10-62 E., 2005/94 K. sayılı kararı. [5]           “Tanığın beyanlarının güvenilirliğinin denetlenmesi açısından anlatımlarda geçen tarihi bilgi ve maddi vakaların uygunluğunun araştırılıp tespitinden sonra hükme esas alınması gerekirken, tanıkların sanıkların aleyhine şahsi yorumlar yapmasına müsaade edilerek ve bu yöndeki bir kısım sanıkların itirazları dikkate alınmaksızın, hayatın olağan akışına uygun düşmeyen tanık beyanlarının hükme esas alınması…” Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin 21/4/2016 T., 2015/4672 E., 2016/2330 K. sayılı kararı. [6]           Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 12/9/2018 T., 2018/2944 E., 2018/2741 K. sayılı kararı; “…Olay tutanağı içeriği ve dosyadaki bilgi ve belgelere göre; kendisinde uyuşturucu ya da uyarıcı madde ele geçmeyen sanığın savunmalarının aksine, ele geçirilen uyuşturucu maddeler ile ilgisi olduğuna ilişkin, diğer sanık ...'ın soyut, tanık ...'ın da görgüye dayalı olmayan beyanları dışında kuşku sınırlarını aşan yeterli ve kesin delil bulunmadığı gözetilmeden, beraati yerine mahkûmiyetine karar verilmesi, Yasaya aykırı, Cumhuriyet savcısı ve sanık müdafiinin temyiz itirazları ile sanık müdafiinin duruşmadaki savunması bu nedenle yerinde olduğundan, hükmün bozulmasına, oybirliğiyle karar verildi.” Yargıtay 10. Ceza Dairesinin 27/12/2018 T., 2018/3668 E., 2018/10056 K. sayılı kararı. [7]           “…Sanıkların savunmalarının aksine, hakkında dava açılmadığı tespit edilen CB’ın silahlı terör örgütünün dağ kadrosuna götürülmesi eylemine katıldıkları hususunda itirafçı sanık MÇ’in yakalandıktan uzunca bir süre sonra verdiği, başka yan delillerle de doğrulanmayan savunması dışında, mahkûmiyetlerine yeterli her türlü kuşkudan uzak, kesin ve inandırıcı deliller elde edilemediği gözetilmeden beraatları yerine yazılı gerekçe ile mahkûmiyetlerine karar verilmesi”, Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 28/6/2010 T., 2010/4770 E., 2010/7689 K. sayılı kararı; “…Hükme dayanak yapılan başta Aİ ve diğer itirafçı tanıkların; örgütün yapısı, bir kısım üyeleri ile bunların katıldıkları eylemleri içeren beyanları yanı sıra sanık hakkında da teşhis ve beyanlarda bulundukları, ancak bu tanıkların sanığa isnat edilen vahim nitelikteki eylemlere bizzat katılmadıkları gibi duyuma dayanan beyanlarının da aşamalarda tutarlılık göstermediği ve özellikle tanık Aİ ile bir kısım itirafçı tanıkların kendileri hakkındaki soruşturma ve kovuşturmada etkin pişmanlık hükümlerinden faydalanmak istedikleri yönündeki beyanlarıyla mağdurların soruşturma aşamasında sanığın da fotoğrafının bulunduğu teşhis işleminde sanığı teşhis edememeleri hususları bir bütün halinde değerlendirildiğinde, sanığın yağma ve kişiyi hürriyetinden yoksun kılma şeklindeki vahim nitelikte araç suçları işlediğine dair kesin, yeterli, her türlü kuşkudan uzak ve inandırıcı delillerin bulunmadığı, mevcut şüpheden de sanığın yararlandırılması gerektiği gözetilmeden bu şekilde karar verilmesi”, 16 Ceza Dairesinin 25/5/2015 T., 2015/1093 E., 2015/1439 K. sayılı kararı; “…Ayrı kamu davasında aynı suçlardan yargılanan diğer sanıkların soyut suç atması dışında somut delillerle desteklenmeyen beyanların hükme esas alınmasını bozma nedeni yapmıştır.” Yargıtay 6. Ceza Dairesinin, 07/02/2008 T., 2008/4964 E., 2008/14382 K. sayılı kararı [8] AİHM’in Labita/İtalya Kararı, B.No: 26772/95, 06/04/2000, P. 156 vd; https://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-111100 [9]           AİHM’in Adamčo/Slovakya Kararı, B.No: 45084/14, 12/11/2019; https://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-210352 [10]          AİHM’in Erik Adamčo/Slovakya Kararı, B.No: 1990/20, 01/06/2023; https://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-224992

ü

[11]         Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 24/4/2017 T., 2015/3 E., 2017/3 K. sayılı kararı. [12]         Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 17/12/1996 T.,  1996/10-275 E., 1996/288 K. sayılı kararı. [13]         Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26/05/1998 T., 1998/1-110 E., 1998/181 K. Sayılı kararı. [14]         AYM’nin İbrahim Er ve Diğerleri [GK] Kararı, B.No: 2019/33281, 26/1/2023, § 45-46; https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2019/33281