Ahmet Özer yazdı | Çok para her zaman gelişme demek değildir
Politikyol
Türkiyenin son yarım asrı
Çok paranın her zaman gelişme olmadığını Türkiyenin son yarım asırlık sürecine bakarak rahatlıkla söylemek mümkün. İsterseniz, ben bir analiz yapayım, kararı siz verin: Bir hatırlayın lütfen, bir zamanlar Türkiye dünyanın en büyük bilmem kaçıncı ekonomisi değildi, ama verimli toprakları, tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir nüfusu vardı. İnsanların yerlerini yurtlarını ve en önemlisi, en iyi bildikleri işlerini bırakıp ya işsiz kalacakları ya da yarım yamalak yapacakları işlere koşulacakları kente göç furyası henüz başlamamıştı. Köylüler yoksuldu, evet, ama köylerinde yeşil doğanın içinde, inorganik biçimde tarım ya da hayvancılık yaparak geçiniyorlardı. Belki bal börek yiyemiyorlardı fakat huzur barış ortamı içinde katık ekmek yemeleri onları mutlu etmeye yetiyordu. Hatta bazı bölgelerde bazıları, parasızlıktan odun, kömür ya da gazyağı alamaz, kışın soğuktan korunmak için tezek yakardı ataerkil ocaklarında, lakin kirli enerjinin yol açtığı kanserojen hastalıklar yoktu. Tezek deyip geçmeyin lütfen, tezek hem çok işlevli, hem de çevrecinin dik âlâsı, doğal dönüşümün zirvesi sayılırdı. Evet, yoksuldu Türkiye; ama en yoksulu bile aç kalmıyordu. Ya şimdi?
Toprağın ve suyun isyanı!
Ülke toprakları tarım ve hayvancılığıyla hiçbir ithalata gerek kalmadan nüfusunu besliyordu, hatta fazlasını üretiyordu. Kuş gribi, domuz gribi, kırım kongo, SARS gibi hastalıklar yoktu. En yoksul köylünün bile birkaç tavuğu vardı ve doğadan beslenen ineğin sütü, tavuğun yumurtası, kimyasal gübre yüzü görmemiş tarla patatesi derken; bugünkünden çok daha kaliteli yiyeceklerle çok daha sağlıklı besleniyorlardı insanlar. Sonra kentlerin varoşlarına göç ve kaç başladı. Büyük umutlarla akın akın geldiler gelişmenin olduğu kentlere, fabrikların, neon ışıklarının, lüks restoranların cazibesine kapılarak. Ne ki gelenler kısa süre sonra köylü olmaktan çıktı kentli de olamadı, arada kaldı. Dünyanın en zor şeyi olan arada kalmayı arada kalarak yaşadılar. Aş, iş beklentisi, daha güzel barınmanın, daha güzel yaşama umutlarının yerlerinden yurtlarından ettiği insanların umduklarını bulamaması bir yana ata baba topraklarından ayrılmanın yarattığı melodramatik kopuş(lar) travmatik vakaları büyüttü her geçen gün. Binbir umutla kentelere gelenlerin umutları kentlerin beton bariyerlerine çarparak tuzla buz oldu. İnsanlar bırakın mutlu olmayı büyük acılar yaşadılar, şehirlerin kolanlarında. Göçzedeler, sosyo ekonomik, kültürel ve siyasi gerilimlerin yarattığı sorunlarla hergeçen gün daha da mutsuz oldular. Sayıları gün gittikçe arttı devasa köy kentlerde. Maalesef mutsuz, aç, perişan ve yoksul yaşıyanlar her geçen gün artıyor ve bunların sayıları bir avuç gönençlinin sayısını kat be kat aşmış görünüyor.
Para her şey demek değil
Türkiye artık dünyanın 17. Büyük ekonomisi. Öyle söylüyorlar bize. Peki mesele insanların insanlık onuruna yakışır düzeyde insanca ve mutlu yaşaması ise, şimdi geldiğimiz noktada daha mı iyi durumdayız? Şehir çeperlerinde yabancılaşmanın derin kuyularında insanca yaşamak için büyük çaba içinde tükenen ömürler daha mı mutlu? Buna kaç kişi vicdanlı bir biçimde “evet” diyebilir. Üstelik kenti kurtaralım derken kır ve onun yarattığı ve ürettiği değerler de elden gitti.
Köylerin çoğu şimdi ıssız, topraklar nadasta, inekler granül yiyor, etler gazla yumuşatılıyor, tavuklar fabrikada yetişiyor, bağlara bahçelere gübre diye kanserojen basılıyor. Şimdi daha mı iyi oldu? “Verimli topraklar ya çokuluslu GDO lobilerine peşkeş çekildi ya da yapılaşmaya açılarak beton yığınlarına kurban edildi. Neymiş modernleşiyor ve gelişiyor muşuz? Söyleyin allah aşkına, bu mu modernleşme, bu mu gelişme? İnsanoğlunu her geçen gün artan ölçülerde kemiren kanser mi modernleşme, obezite mi gelişme, dünyayı tehdit eden atom, hidrojen, nitrojen bombaları mı teknolojik ilerleme, toplu çeşitli kırımlar mı değişme? Lütfen söyleyin daha mı iyiyiz şimdi?
Ülke kendine yetemez hale geldi
Şu işe bakın, zengin Türkiye artık kendi kendisine yetemiyor, bırakın yiyecek eti, nohutu, mercimeği, samanı bile ithal ediyor! “Kentlerin havası zehirli, suyu kirli, göçen köylülerin de çoğu işsiz, sadakanın yeni adı sosyal yardımlarla yaşıyorlar. Entansif tarım, sanayi hayvancılığı, fabrikalar derken hem kirlenen, hem kirleten ülkeler kervanına katıldı yurdumuz. Öteki büyük ekonomilerle birlikte gün be gün aratan oranda havayı, suları, denizleri nehirleri, gölleri zehirliyoruz. ”
Yediğimiz yiyecekler, yıkandığımız, içtiğimiz sular üç beş kuruş adına, üç beş kişi zengin olsun diye nasıl da kirletiliyor. Üç beş kişi gelişme ilerleme yalanları ile tüm tüm canlıları nasıl da zehirliyor? Meğer zenginliğin de bir kokusu varmış ve para, tezekten çok daha tehlikeli kokarmış: Egzoz gazları, nükleer santraller, fabrika bacaları, ısınma derken saldığı gazlar sadece iklimi değiştirmemiş, dünyayı da zehirlemiş! Doğaya ve tabiat anaya saldırı bütün açgözlülüğüyle devam ediyor. Kızılderili şefin dediği gibi, son ağaç kesildiğinde, son ırmak kuruduğunda ve son balık tutulduğunda beyaz adam paranın yenmeyecek birşey olduğunu anlayacak ama o zaman iş işten geçmiş olacak..
Bu hızla giderse dünya kısa sürede yaşanmaz hale gelecek
Bilim insanları bu aç gözlü gidişat sürerse toplu ölümler beklenmeli diyor. Kapitalizmin kendi çıkarları için pompaladığı bu çılgın tüketim sürerse bir dünya değil beş dünya daha olsa yetmeyecek bize. Ama paranın kör ettiği gözler için bunun hiçbir önemi yok. İnsanların daha çok, daha çabuk üreteceğim diye hayvanından bitkisine bastığı kanserojen kimyasallar, sonunda dönüp kendi başlarına patladığında anlayacaklar hanyayı konyayı, ama işte o zamanda iş işten çoktan geçmiş olacak.
Söylemek istediğimiz şudur: Zenginleşmekle övünenlerin, artık durup şu “zenginlik” kavramı üstünde düşünmesi gerekir. Sorarım size; köylüleri işsiz, topraklarını nadasa bırakan ve üretmediği yiyecekleri borçlanarak ithal eden bir ülke mi zengindir; yoksa parası az olsa da herkesin çalıştığı, daha iyi beslendiği, dolayısıyla nüfusu daha sağlıklı bir ülke mi? Parası var ama ne olduğu belli olmayan sapı, samanı, hormonlu hayvanları ve gdo’lu besinleri, buğdayı, çavdarı, otu bile dışardan ithal eden zengin ülke mi yoksa parası az ama bunların hepsini güzel yurdunda organik biçimde üreten ülke mi? Hangisini tercih etmeli insan? Aslında her şey ortada, geç de olsa anladık ki akaryakıt, kokaryakıttan daha tehlikeliymiş meğer. Tezek pis kokar, ama öldürmezdi. Karbonu, petrolü, kimyasalı ve gübresiyle bu Türkiye hem pis, hem de ölüm kokuyor!
TEKNOLOJİ HER ŞEYİ DEĞİŞTİRECEK Mİ?
Hatırlarsanız, Türkiye’nin internetle tanışması çok eski sayılmaz. İlk karşılaştığımızda bu teknolojilerin sağladığı olanaklar hepimizin gözlerini kamaştırıyordu. Bir yandan teknolojiyi öğrenmeye çalışıyorduk, diğer yandan bu teknolojinin yaşamlarımızı nasıl dönüştürebileceğini tartışıyorduk. Daha da önemlisi internet demokrasileri güçlendirecekti; hatta temsili demokrasinin ardından dünya giderek “doğrudan demokrasiyi” ile tanışacaktı. Artık totaliter rejimlere, diktatörlere yer yoktu. Yani deyim yerindeyse küreselleşme ile birlikte fikir ve ifade özgürlüğü sınırlandırılmayacak, sansür tümüyle tarihe karışacak ve internet özgürlük getirecekti. Getirdi mi?
Dahası var, yurttaş gazeteciliği yaygınlaşacak, internet çağında kimse hakikati gölgeleyemeyecekti. Türkiye’nin en ücra köşesindeki çocuklarımız bile internet üzerinden Türkiye’deki en iyi hocaların derslerini izleyebileceklerdi. Çocuklarımız, zengin-fakir ayrımı olmaksızın aynı kalitede eğitim alabilecekti. Alabildi mi?
Peki, ne oldu? Özgürleştik mi? Washington merkezli Freedom House (Özgürlük Evi) adlı düşünce kuruluşunun raporlarına bakıyoruz, Türkiye bu yıl ilk kez “özgür olmayan” ülkeler arasına girdi. Bu rapora göre dünya genelinde ülkelerin yüzde 45’i “özgür”, yüzde 30’u “kısmen özgür”, yüzde 25’i “özgür değil”. On yıl önce ise ülkelerin yüzde 47’si, 20 yıl önce ise yüzde 46’sı özgürmüş. Yani, görünen o ki dünya 20 yılda daha özgür bir yer olmamış. Aynı dönemde internet hızla ticarileşti, gelişen teknolojiler insanlara özgürlük sağlamaktan çok “gözetim toplumlarının” ortaya çıkmasına yolaçtı. Kişisel verilerimiz tehlikede, özel hayatın gizliliğinde sıkıntılar yaşıyoruz. Büyük tekeller internete yön vermeye başladı bile, Web’in geleceği konusunda ise ciddi kaygılar var .
Teknojinin yarattığı geleceğin şifreleri!
İnternet yukarıda beklenenleri yerine getirmek bir yana dünyanın bir çok yerinde en korkunç totaliter sistemleri yaratma kapasitesine sahip olduğunu ortaya koydu. Biliyoruz ki, dünya bir kaos döneminde. Peki bu nasıl çözülecek? Bir kere öncelikle şunu görelim; dünyadaki teknolojik gelişme, tüm üretim araçlarını değiştirdi: Dünyada bir zamanlar binlerce işçinin sabahtan günbatımına kadar topladığı meyveleri, artık makineler bir iki saat içinde topluyor. Bu, binlerce tarım işçisinin ansızın işsiz kalması demek.
Üstelik, makineler sadece ağaçtaki meyveleri toplamıyorlar, yüzlerce hektarlık tarım toprağını, ekip, biçip, harmanlıyorlar. Üretim bandında işçinin yerini çoktan aldılar. Bu makineleri yaratan başka makineler, yani makineleri üreten makineler çağına çoktan girdik bile. Yapay zeka kendini çok zeki sayan insan aklıyla yarış halinde. Bir çok alanda insiyatifi ele geçirmiş bile. Örneğin, yukarıda bahse konu makinelerin başında tek bir kişi bulunuyor, o da önündeki bilgisayara basıp, makineyi yönetiyor. Yani ekip biçmek, harmanlayıp kaldırmak, üretip taşımak, pazarlayıp satmak için artık çok az miktarda işçiye ihtiyaç var.
Tarımda gelinen durum bu, sulama, ilaçlama da makineler tarafından yapılıyor. Diğer her türlü sanayi üretiminde de durum aynı.
Makineler çağı!
Ağır sanayide robotların kullanıldığı alanlarda gerçekten artık işçiye gerek yok. Bir otomobil fabrikasında robotlar tıpkı bir zamanların işçileri gibi bantta dizilmişler ve önlerine gelen yarı mamül parçaları bütünlüyorlar. Robotları da kapalı bir alana kurulmuş, iki kişi idare ediyor. Sadece otomobil alanında değil, şişe doldurma ve kapaklamada durum aynı. Besin maddelerini yenilebilir hale sokmada robotlar çalışıyor. Makineler binlerce işçinin uzun zamanda yaptıkları işi birkaç saatte bitiriveriyorlar.
Aynı durum maliyede, hukukta, tıpta, bankada, enerji sektöründe, sulamada, tarımda, bir çok başka alanda ve bütün bürokraside geçerli. Defterleri bilgisayarlar tutacak bundan böyle, dava dosyalarını makine insanlar inceleyecek, ameliyatları robotlar yapacak. Artık dünyanın gelişmiş ülkelerinde öyle sayaç okuyan elemanlar falan yok. Bilgisayarlar kimin ne kadar elektrik harcadığını günü gününe izliyor, hesaplıyor, önüne koyuyor.
Bankalar eleman azaltıp, bilgisayar teknolojisiyle işlerini görmeye başlayalı epey oldu. Bankacı kızlara artık pek ihtiyaç duyulmuyor. İlaç sektöründe durm benzer bir seyir izliyor. En büyük para ilaç geliştirme bölümüne harcanıyor, onun dışında yüz binlerce ilaç kendisini yöneten bilgisayarlı makineler sayesinde kutularına girip, etiketlenip piyasaya veriliyor. İlaç dağıtımı gene bilgisayarlar vasıtasıyla yapılıyor. Ulaşıma daha hızlı girdi bizi epey geliştiren teknoloji. Arabaları artık otomotlar süreceği için şöforler işsiz kalacak. Peki daha mı iyi bu durum?
Silah sanayi ve yeni sürekli diktatörler
Açgözlü insanoğlu sadece doğa ile değil kendisi ile de mücadele içinde. Bunun için silaha ihtiyaç duyuyor. Kendi türünü daha etkili ve daha verimli bir biçimde öldürmek için. Az maliyetle çok ölümü gerçekleştirmek silah sanayisine her yıl milyar dolarları harcıyor. İnsanoğlunun aslında arızalı bir beyine sahip olduğunun en iyi göstergesi olan silah sanayii bize görmemizi istedikleri silahları gösteriyor. Biraz derin bir incelemeyle öğreniyoruz ki, öyle silahlar var ki, onları kullanmak için insana ihtiyaç bile yok. Yani artık teknoloji savaşıyor, bu da kalabalık ordular beslemeye gerek olmadığını söylüyor onlara.
Geçmişte kapitalizm savaşacak insana, üretecek içşiye, ve tüketecek kalabalıklara ihtiyaç duduğu için iki asırdır kitleleri yüceltiyordu. Çünkü kütle üretimi için kitleler gerekiyordu. Ama şimdi ordular da, fabrikalar da makineler yoluyla savaşacağı ve üreteceği için büyük kitlelere artık ihtiyaç yok. Bundan böyle bu yığınlar onlar için faydasız sayılacak ve de ıskartaya çıkarılacak kişiler kategrisine kaydedilecek. Kafkanın kehaneti üstünden daha yüzyıl geçmeden gerçekleşiyor. Bu kesimlere ihtiyaç kalmadığı için artık gereksiz olacaklar!
Ve demokrasi ile diktatörlüğün dansı!
Bilindiği üzere modern demokrasilerin önemli bir ilkesi, iktidarın dönüşümlü olmasıdır. Dönüşümden kastedilen, iktidardaki parti veya ittifakın yerini başka bir parti veya ittifakın seçimler aracılığıyla alabilmesinin hep yakın ve mümkün bir ihtimal olmasıdır. Yanısıra, iktidardakilerin iktidarı kaybettiklerinde kendileri ve çevresindekilerin mahvolacaklarından endişe etmemeleri demokrasinin sürdürülebilmesi için gereklidir. Ancak bunun sağlanmasının önkoşulu, iktidardaki gücün iktidarda iken kendisinden hesap sorulabilir olmasıdır .
Ne ki devletlerin biriktirdiği ekonomik ve teknolojik güç artık halk yararına kullanılmıyor; daha ziyade iktidardakilerin kendisi için kullanılıyor. İktidarların başındaki kişiler iktidardan düşmemek için bu gücü kullanarak sürekli bir otokrasiyi halka giydiriyorlar. Giderek sürekli bir diktatoryal yapıya dönüşen bu rejimlerde insanlar devletin devasa gücü karşısında pısıp kalıyorlar. Ama unuttukları bir şey var: Kendisinden hesap sorulamayan, gücü dengelenmeyen, hem dokunulmazlık hem de sorumsuzluk zırhına bürünmüş bu muktedirlerin hukuka aykırı işlemlerinin sayısı ve boyutu büyüdükçe, iktidarı kaybetmesinin bedeli de bir o kadar büyür. Öyle bir zaman gelir ki uygulanan şiddet, hukuksuzluk, keyfilik fasit dairesi iktidarı da esir alır. Böylece toplum yararına kullanılması gereken devletin zor kullanma tekeli kişi ve onun iktidarının sürdürülmesi için kullanılmaya başlar ki bu da günümüz demokrasilerin başına gelen en büyük felaketlerden biridir. Bu durumda yalanlar devreye girer. Herkes eşit ama birileri daha da eşittir. Şimdi sorarım size; bu gelişme iyi bir gelişme mi? Artık onlara göre “gereksiz insanlar” zaptü rapt altına alınarak düzen öyle sürdürülür.
Kapitalistlere göre “gereksizler sınıfı” doğuyor
Üstelik azalmasını istedikleri “gereksizlerin” sayısı her geçen gün artıyor. Şu anda dünyanın en büyük derdinin işsizler ordusu olmasının başlıca nedeni artık kol kuvvetine gerek duyulmaması ve uzmanlaşmanın önem kazanması olduğu biliniyor. Bu realiteyi inceleyen sosyal bilimciler yepyeni bir sınıfın doğduğunu söylüyorlar, bunun İngilizcede adı “Unnecessary” yani “Gereksizler.”
Bu yeni sınıf, geçmişin bütün dengelerini bozuyor. Çünkü artık kapitalizmin ucuz emeğe ihtiyacı giderek yok oluyor. Eskiden elmas ocaklarında ucuz Afrikalılara ihtiyaç vardı, şimdi onların yerini bilgisayarlı robotlar alıyor. Daha çok para için uğraşan maden sahipleri: “Onları neden besleyelim?” diyorlar.
Anlayacağınız dünya üstünde nüfusu şiddetle çoğalan “gereksizler” için hiçbir çıkış yolu yok. Gelişmiş ülkeler kendi ülkesindeki “gereksizleri” ne yapacağını bilmiyor. Bu nedenle savaşlardan, yoksulluktan topraklarını bırakmak zorunda kalanlara sınırlarını sımsıkı kapatıyorlar. Hatta bazıları yeni bir dünya savaşı çıkarıp nüfusu yarı yarıya azlatma peşinde. Bu nevi faşist girişimler bir yerlerde planlanıyor ve hayata geçirilecek uygun ortam bekleniyor! Çünkü gelişmiş ülkeler teknoloji sayesinde yeniden tüm dünyaya hâkim olmak istiyorlar. Bu da dünyayı bir uçuruma doğru sürüklüyor? Soruyorum: Bu sürükleniş kabul edilecek bir şey mi?
“U dönüşü” için henüz geç değil
Gelişmiş ülkelerdeki sağ politikalara kayış, hiç beklenmeyen kişilerin başkan olması dengelerin allak bullak olduğunu gösteriyor. Dünyanın her yerinde; ahlak yeniden sorgulanıyor, insanlar daha açgözlü ve başkalarının acılarına karşı daha vurdumduymaz oluyorlar. Kısaca, dünya kör bir kaos dönemini acımasızca yaşıyor. Bu dönemin sonunda ne olacak, bunu henüz kimse tam olarak bilmiyor. Eski, kadim bilgiler bu yeni dönemi açıklamaya yetmiyor. Çünkü teknolojinin bu denli bir atak yapacağını kimseler düşünmemişti. İşçi sınıfının yerine makinelerin geçtiğini ancak fantastik korku filmlerinde görürdük; gerçek oldu. 12 mart 2018 tarihinde ölen Stephen Hawking’in bir kehaneti vardı: “Dünyanın sonunu yapay zekâ getirecek.” Gerçekten öyle mi olacak bilmiyoruz. Ama önlem almak için vakit henüz geç değil. Bunun için insanoğlunun kendi türüne ve doğaya açtığı savaştan vaz geçmesi gerekir. Bu nedenle bu gidişattan bir “u dönüşü” yapanın zamanıdır.
Yorumlar
Popüler Haberler
Deniz Zeyrek, Sözcü gazetesinden ayrıldı
MHP'li vekillerin istifa gerekçesine PolitikYol ulaştı: VIP altın kaçakçılığı
Yasadışı bahis soruşturmasında yeni dalga: 7 fenomene yakalama kararı
Sivas’ta dershane bulunan binada yangın: Bir öğretmen öldü
Selçuk Üniversitesi, mutluluğun formülünü aramayı bıraktı
Liderlik hayali kuran Türkiye, puansız Karadağ'a takıldı