“Abdülhamid yaşasa hangi partiye oy verirdi?” sorusunun cevabını seçmen, kendi tercihine göre versin. Fakat Sultan Hamid rejimi, bugünden geriye bakıldığında ancak bir ölçü olabilir. Müstebitliğin gölgesinde tek adamın yaratıldığı gri ve bulantılı bir kıyas.
Geçmişi, bugüne taşırken gerçekte neyin nasıl vuku bulduğu sorusunun pek kıymet-i harbiyesi yok sanırım. Çünkü Türkiye’de tarih bir ring sahası, tarihçi de boksör gibi. Hâliyle Walter Benjamin gibi konuşursam; yaşanmış her an ‘gündemdekini anma’ya dönüşüyor, tehlike anında yanıp sönen bir hafızanın kontrolünü ele geçirmek üzerine mesai harcanıyor.
Bu yüzden herkes ya da her kesim, tarihten günlük dünya görüşlerini tatmin etmesini bekliyor. Oysa mazinin kendine ait odalarına bakmak, o bazen soğuk, yer yer sevimsiz tablolarını seyredip notlamak, mesleği tarihçilik olmayanların çok da idrak edemeyeceği bir seyrisülûk. Hadi size bir sır vereyim: Tarihçi; sosyal gerçekliği anlamadan/anlatmadan/aktarmadan evvel kendi hakikatini arayan, personasını inşa eden ve maziye de hâle de istikbale de bu noktainazardan bakan kişidir, aramızda kalsın.
AVAMI MUHATAP ALMAK!
2016’da Kocaeli Üniversitesi’nin düzenlediği Tarihyazımı Çalıştayı’nın ‘Akademisyenlerin Popülerlik Arayışı’ başlıklı sunumunda Gültekin Yıldız, çözülmesi gereken kör noktalara ayna tutmuştu. Popüler tarihin muhatapları olan avamın; sadece TV başından ya da gazete ve dergiden tarih bilgisini takip eden lise mezunu veya altı olmadığını söylemiş ve şu cümleleri kaydetmişti: “Tarihî düşünme becerisine sahip olmayan, tarihî kaynak okumayı bilmeyen, dolayısıyla birincil el kaynaklardan tarihî bilgiye ulaşamayan, dönemler arasında ayrım yapamayan, anakronizme düşebilen kişiler bizim için avam durumunda oluyor. Aslında bizim de mesela mühendislere, tıp doktorlarına veya sair uzmanlık alanlarına göre doçent, profesör, öğretim üyesi de olsak avam olmamız gibi.”
Askerî tarihçi, sözlerinin devamında bugünkü popüler tarihte halkı tenvir etme düşüncesini en yoğun sahiplenenlerin İslamcılar olduğunu; ama burada dönüştürme ameliyesinden çok, basit bir yönlendirme ya da güdüleme gibi bir yaklaşım gördüğünü belirtmişti. (Marmara Üniversitesi’nden talebesi olduğum hocamın mezkûr konuşmasını lütfen dinleyin.)
Evet geçmiş; bugün ‘propaganda tarihçileri’nin elinde, ‘algı operasyonları’yla oy tercihlerini manipüle eden bir kapı açıyor ve tarih tamamen vülgarize ediliyorsa insanlar hiçbir zaman ‘şimdiki zamanın esaretinden kurtulamayacak’ demektir. Çünkü bugünü sırtına alıp maziye taşıyan, tekraren kaydedeyim politik hedefleri adına bir retrospektif köprüsü monte edenlerin günümüz problemlerini tarihten buldukları kimi figürlerle doldurmaları oldukça patolojik. Ve böylesi simülasyon çağında, Osmanlıcılık oynamak da batıl ve yapay bir heves.
“SEN ABDÜLHAMİD’İ SAVUNDUN!”
1995’in aralık ayında, Mehmet Ali Birand’ın moderatörlüğünde, Türk solunun önemli isimlerinden Bülent Uluer, Ertuğrul Kürkçü ve Doğu Perinçek arasındaki münakaşa, YouTube’da devamlı seyredilen bir stand-up gibi. Özellikle Perinçek’in Kürkçü’ye hitaben söylediği “Sen Abdülhamid’i savundun!” sözü artık bir caps malzemesi. İşin mizahî yanı bir tarafa solcuların birbirlerini tenkit ederken; dalgıçlık yapıp geçmişten bir padişah çıkarmaları, bunu da rakibine kırmızı kart gösterircesine yüzüne çarpmaları, tağşiş edilmiş ‘kızıl’ tarih anlatısının tezahürü olsa gerek.
Yine özellikle Necip Fazıl’ın icat ettiği Ulu Hakan terkibi, kendisini mütedeyyin-sağcı görenlerin cüzdanlarında taşıdıkları bir kartvizit. Şairin ‘tarihçi’liğinin pek tabii ciddiye alınacak bir yanı yok. Bir zamanların muhalif aktörleri tarafından uydurulan Sultan Hamid imajı, bugün iktidar morfiniyle yazılan tevarihin ana malzemesine dönüşmüş durumda, hepsi bu kadar.
Buradaki yol, “Abdülhamid, 33 yıllık saltanatı boyunca tek karış toprak kaybetmedi.” sözüne çıkar ki Zat-ı Şahane devrinde, Türkiye’nin iki katı toprağın elden çıktığı basit bir matematik aslında. Öyle ki Abdulhamit Kırmızı’nın dediği gibi Jön Türk ayaklanmasıyla rejim değişmeseydi Rumeli vilayetleri de kaybedilecekti. Dolayısıyla Kısakürek’in dile getirdiği “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamaktır.” lafına sadece edebî bir renk olarak bakılabilir.
KAHROLSUN İSTİBDAT, YAŞASIN HÜRRİYET!
Malum Resneli Niyazi ve Enver Beylerin Makedonya dağlarına çıkmasıyla 1876’da tasarlanan, Sultan Hamid’in 93 Harbi’ni bahane ederek üstünü örttüğü Kanun-i Esasi yeniden yürürlüğe girer, parlamento işler hâle getirilir. 1909’da gerçekleşecek olan 31 Mart Vakası sonrasındaysa Selanik’ten İstanbul’a gelen Hareket Ordusu, II. Abdülhamid’i hal’eder. Bilhassa Mahmud Şevket Paşa’nın padişahı tahttan indiren sesi, ‘köhne Bizans’ın sonu, Dersaadet için yeni günlerin başlangıcı olur.
İşte, Türk sağının kodlarına işleyen Rumeli sorunsalının neredeyse en belirgin resmi Hareket Ordusu’dur. Bu ‘çapulcular’, bu ‘gayri Türk unsurlar’, bu ‘Selanik dönmeleri’, bu ‘mason İttihatçılar’, Atsız’ın tarifiyle söylersem ‘Gök Sultan’ı yere çalmışlar ve koskoca 600 yıllık imparatorluğu 6 seneden bitirmişlerdir.
Bir zamanların muhalif aktörleri tarafından uydurulan Sultan Hamid imajı, bugün iktidar morfiniyle yazılan tevarihin ana malzemesine dönüşmüş durumda, hepsi bu kadar.
Evet, Osmanlı fiilen 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi’nin imza edilmesiyle İttihat-Terakki’nin hükümet ettiği yılların sonunda nihayet bulur. Fakat devletin, ta 1881 Muharrem Kararnamesi ile zaten uzatmaları oynayan bir yapı olduğunu da hatırlatalım. Böylesi iktisadî sıkışmışlığın içine doğan bu jenerasyon, Jön Türklerden devraldıkları ‘hürriyet-müsavat-uhuvvet-adalet’ sarmalını, ‘Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet’ sloganıyla birleştirip, 1908 Devrimi ile taçlandırmış, bu ruh 1923’te Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde Cumhuriyet kadrolarına intikal etmiştir.
“ALAFRANGA MUSİKİYİ ALATURKAYA TERCİH EDERDİ”
Türk sağının fikrî yapıcıları hayalî bir Abdülhamid anlatadursun, ben Devr-i Hamid ile ilgili ‘içeri’den birkaç örnek serpiştireceğim yazının üstüne. Fakat şu tümceyi de kaydedeyim: Sultan Hamid; dedesi II. Mahmud, babası Abdülmecid, amcası Abdülaziz’den tevarüs ettiği modernleşme sürecini takip etmiş, Batılı repertuvarı kurumlar üzerinden güçlendirmiş (Yıldız Sarayı’nda Hegel okumak), böylesi bir mülahaza modern Türkiye’nin kuruluşunda kendisine yer bulmuştur. Fakat burada muhafazakâr mugalata söz konusu: Çağdaş bir devletin altyapısını hazırlamakla cumhur iradesini (idaresini?) kabul etmek arasındaki nüansa dikkat çekmek isterim. François Georgeon’ın tabiriyle ‘Abdülhamid İmparatorluğu’nu tesis etmiş bir padişahtan demokrasi havarisi çıkmaz, despot bir yönetim ile milletin egemenliği yan yana gelmez.
Bu baloncuktan sonra yazıya geri dönüyorum: Sultan’ın kızı Ayşe Osmanoğlu, hatıratında şöyle konuşur: “Evlatlarının müzikle meşgul olmasını ister, bize piyanolar ve muhtelif musiki aletleri alırdı. Huzurunda piyano çaldırır, dinler, yanlışlarımızı düzeltir, tempolara dikkat eder, ‘Böyle çalınmaz, tekrar ediniz.’ derdi. Alafranga musikiyi alaturkaya tercih ederdi. ‘Alaturka güzeldir ama daima gam verir. Alafranga değişiktir. Neşe verir. Piyanoda alaturka dinlenmez. Kendine mahsus alaturka sazlarla çalınmalıdır.’ derdi.” (Daha detaylı bilgi edinmek isteyenlere Babam Sultan Abdülhamid kitabını salık veririm.)
“MEŞRUTİYET’E DARBE SULTAN HAMİT’TENDİR!”
Şimdi Mithat Cemal’in Mehmed Âkif kitabına gidelim. Virgülüne dahi dokunmadan Kuntay’ın İstiklâl Şairimizle ilgili anısını naklediyorum: “Abdülhamid’den yalnız manen değil, maddeten de iğreniyordu. 1908 meşrutiyetinde Meclis-i Mebusan’ın açılacağı gündü. Âkif’le Büyük Reşid Paşa türbesinin önünden geçiyorduk. Halk koşmaya başladı. İzdihamın koşması sâridir. Biz de koştuk. Âkif beni bıraktı, kalabalığı yardı; yarmasıyla beraber geri kaçtı, sapsarıydı. ‘Bir cinayet mi var?’ dedim. ‘Aman dur midem bulanıyor!’ dedi.
1915 Çanakkale Zaferi de 1916 Kut’ül-Amâre Kuşatması da Fahrettin Paşa’nın komutasında gerçekleşen olağanüstü Medine Müdafaası da İttihatçıların hatıra fotoğrafıdır. Bu misaller de gösteriyor ki tarih kitapta yazıldığı gibi durmuyor.
Ve midesinin bulanması ifade tarzı değildi; bütün safrası yüzündeydi. ‘Hasta mısın yoksa?’ dedim. Hasta filan değildi; ömründe ilk defa Abdülhamid’in yüzünü görmüştü. Padişah açık bir arabada Meclis-i Mebusan’ın küşad resmine gidiyordu. Âkif: ‘Boyalı sakalıyla suratı birdenbire karşıma çıktı; fena oldum.’ dedi. Halk geçip giden arabayı hâlâ alkışlıyordu. Âkif: ‘Aman Yarabbi, otuz üç sene bu! Hâlâ alkışlıyorlar. Kaçalım. Bir sokağa sapalım!’ dedi. Bu alkışların duyulmayacağı bir yer arıyordu.”
Mithat Cemal’e göre, 31 Mart İrticasının tezgâhlayanı Âkif’in “Bunu o yaptı” dediği Abdülhamid’den başkası değildir. İlginçtir, Ömer Seyfettin de 31 Mart hadisesini anlattığı İrtica Haberi adlı hikâyesinde ‘soğuk’ kelimeler kullanır: “Süvari alay kumandanıyla bizim taburun kumandanı Erkânıharp Müfit Bey de geldiler. Lafa Müfit Bey başladı. Bu zaten asabi ve zannedersem isterik, maahaza kuvvetli ve müteşebbis, çekinmez bir adamdır.
Doğrudan doğruya Sultan Hamit’i itham etti: Arkadaşlar! diye başladı, emin olunuz ki Meşrutiyet’e, milletin ümidine vurulan bu yeni ve tahammül olunmaz darbe Sultan Hamit’tendir. Başka cani, başka katil aramayınız! Meşrutiyet onun için ölümdür; o zulmetmeden, öldürtmeden, ağlatmadan, kan ve gözyaşı döktürmeden yaşayamaz, ölür.”
TARİH, KİTAPTA YAZILDIĞI GİBİ DURMAZ
Türk sağının içinde bulunduğu açmazı; tarihle, üst akılla, komployla çözmeye çalışması dramatik bir tablo olsa gerek. Bir yandan Zat-ı Şahane ululanırken; öte taraftan padişaha muhalif olanların başarılarının sahiplenilmesi de ayrıca trajik. 1915 Çanakkale Zaferi de 1916 Kut’ül-Amâre Kuşatması da Fahrettin Paşa’nın komutasında gerçekleşen olağanüstü Medine Müdafaası da İttihatçıların hatıra fotoğrafıdır. Bu misaller de gösteriyor ki tarih kitapta yazıldığı gibi durmuyor.
Özetle “Abdülhamid yaşasa hangi partiye oy verirdi?” sorusunun cevabını seçmen, kendi tercihine göre versin, oy pusulasını zarflayıp, sandığa atsın. Fakat Sultan Hamid rejimi, bugünden geriye bakıldığında ancak bir ölçü olabilir. Müstebitliğin gölgesinde liyakatsiz bürokratların olduğu, jurnal müessesesinin sıradanlaştığı, parlamenter sistemin baypas edildiği, anayasanın askıya alındığı ve nihayetinde tek adamın yaratıldığı gri ve bulantılı bir kıyas.