Türkiye’nin AB ile ilişkileri özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Önce Türkiye'nin Avrupa Birliği'nde önünü açın, biz de İsveç'in önünü açalım” sözleri ile tekrar gündemde üst sıralara yerleşti. İsveç’in NATO üyeliği için yapılan pazarlıklarda Türkiye’nin AB üyeliği ile İsveç’in NATO üyeliği arasında bir bağlantı kurulması sonucu, değişen jeopolitik dengelerin Türkiye’nin AB üyeliğinin yolunu açıp açamayacağı tartışılmaya başlandı. Gerçekten böyle bir şey mümkün olabilir mi?
İyimserler müzakere fasıllarının yeniden açılmaya başlamasından söz etse de AB uzmanları ve kıdemli AB’ciler konuya şüpheyle yaklaştılar. 2012’lerdeki pozitif gündem, 2015-16 mülteci uzlaşısı, 2020’de yine ortaya atılan ikinci pozitif gündem gibi dönemlerde kısmen de olsa Türkiye’nin AB sürecinin canlandırılmasına yönelik umutlar belirmişti. Ancak gelin görün ki üyelik sürecinin tekrar başlaması şöyle dursun, ilişkilerde yeniden yakınlaşma yaratabilecek olan gümrük birliğinin güncellenmesi ve vize serbestliği süreçleri dahi başlatılamadı.
Buradan yola çıkarak şunu söylemek mümkün. Öncelikle çok açık olduğu gibi NATO ve AB’nin üyelik koşulları, üyelik süreçleri ve yapıları birbirlerinden oldukça farklı. Dolayısıyla ikisini birbiriyle bağlantılandırmak ancak pazarlık masasında ek bir hamle olabilir. AB üyeliğinin gerçekleşmesi olasılığı ise başka koşullara bağlıdır. Öte yandan Rusya'nın Ukrayna'ya saldırması sonrasında değişen güvenlik parametreleri ve tehdit algıları NATO'nun Avrupa'nın kolektif savunma örgütü olarak önemini arttırmış ve Almanya, İsveç, Finlandiya ve Danimarka gibi ülkelerin savunma politikalarında önemli değişikliklere gitmelerine yol açmıştır.
Türkiye açısından bakıldığında NATO’nun askeri yönden ağırlıklı ülkelerinden olması, Ukrayna ve Rusya arasında tahıl anlaşmasında oynadığı rol, Ukrayna’ya özellikle dronlarla verdiği destek ve aynı zamanda Rusya ile olan yakın ilişkisi jeopolitik açıdan önemini artırmıştır. Değişen koşullar Türkiye’nin bir kenara itilmesi ve gözden çıkarılmasını imkânsız hâle getirmektedir. O yüzden de uluslararası arenada Avrupa’nın yeniden şekillenen kurumsal mimarisi içinde Türkiye’nin kozları arttı denebilir.
Bu süreç Türkiye’nin AB’ye yakınlaşması açısından bazı uygun koşullar sunsa da AB’nin temel önceliğinin Ukrayna’nın entegre edilmesi ve Rusya karşısında desteklenmesi, Rusya’nın yayılmacı politikalar izlemekten ve saldırgan girişimlerden caydırılması ve yükselen Çin tehdidine karşı AB’nin teknolojik, jeoekonomik ve sürdürülebilir rekabet gücünün korunması alanlarına yoğunlaştığı da dikkate alınmalı.
Bunun yanında, koşulların sunduğu fırsatları kullanabilmek için de uygun bir altyapının mevcut olması, AB üyeliği sürecinin canlandırılması söz konusu olduğunda bu altyapının Türkiye’nin AB reform sürecinde yattığı ve AB’nin siyasi alandaki kriterlerini karşılayan bir demokrasi, insan hakları ve hukuk standartının yakalanmasının önemi eklenmeli.
AB üyelik sürecinin son dönemde tıkanması ve alternatif süreçlerin dahi başlatılamamasının nedenlerini incelediğimizde, AB üyelik hedefinin giderek uzaklaşmasının, bu hedef için çaba sarf edilmesi gereğini ve inancını ortadan kaldırdığını görürüz.
ü
AB ÜYELİĞİ: İSTEK, İRADE, ÇABA VE SONUÇAvrupalılaşma literatüründe ve kurumsalcı yaklaşımlarda “sonuçlar mantığı” olarak geçen bir kavram bulunur. Buna göre devletler de rasyonel aktörler olarak girişecekleri eylemlerde bir kâr-zarar hesabı ile olası maliyetleri dikkate alarak, davranışlarını elde etmeyi düşündükleri sonuca göre ayarlarlar. Örneğin AB’ye girmek isteyen bir devlet, bu hedefin gerektirdiği koşulları sağlamanın maliyetini hesaplar ve davranış ve politikalarını bu doğrultuda şekillendirir. AB üyeliği için gerekli reformları gerçekleştirmenin getireceği yük AB üyesi olmaya değer mi? Değeceğini düşünüyorsa o zaman gerekli uyum çalışmalarını yapar. Burada tabii yine işin içine subjektif unsurlar da girmektedir. AB üyeliğinin önemi ve gerekli koşulları yerine getirmek için çaba göstermeye değip değmeyeceği, sadece somut verilere değil aynı zamanda değerlere ve tercihlere de dayanan bir değerlendirmedir.
O yüzden sonuçlar mantığını uygunluk mantığı ile tamamlamak gerekir. Yani istenen sonuçlara ulaşmak için gerekli adımları atmanın, sadece pragmatik çıkar hesaplarına değil, arzu edilen ve doğru olan adımlar olduğu inancına da bağlı olduğu görülür. AB üyelik süreci için bu iki unsur da önem taşır. Hem üyelik hedefinin yarattığı çekim gücü siyasi aktörleri üyeliğin gerektirdiği adımları atmaya, değişiklikleri yapmaya ve tavizleri vermeye iter, hem de bunun yanında bu adımların atılması AB norm ve değerleri ile uyumlu algı, değer ve tercihleri de yansıtır.
AB üyelik sürecinin son dönemde tıkanması ve alternatif süreçlerin dahi başlatılamamasının nedenlerini incelediğimizde, AB üyelik hedefinin giderek uzaklaşmasının, bu hedef için çaba sarf edilmesi gereğini ve inancını ortadan kaldırdığını görürüz. Bunun yanında, AB üyesi olmanın ilkesel olarak gerektirdiği norm ve standartların içselleştirilmemesi ve iktidarın siyasi anlayışına entegre edilmemesi de yukarıda sözü edilen uygunluk mantığının oluşmamasına yol açmıştır. Dolayısıyla Kopenhag kriterlerini “Ankara kriterleri” hâline getirmek ve AB teşvik etsin veya etmesin, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü alanında ilerlemek mümkün olmamıştır.
Türkiye’nin AB katılım sürecinde neler ters gitmiştir ve neden Türkiye ile aynı zamanda müzakerelere başlayan Hırvatistan’ın durumunda olduğu gibi makul bir süre içinde üyelik hedefine erişilememiştir diye sorduğumuzda farklı sebepler ve belirleyici unsurlar ile karşı karşıya kalırız. Öncelikle AB üyelik sürecinin tıkanması sebebiyle Türkiye’de hükümetin AB reformlarından uzaklaşması ve daha önce atılan olumlu adımların aksine Kopenhag kriterlerine uyumda gerileme yaşanması ilk planda akla gelir.
Bu durum hem AB’de Sarkozy gibi liderlerin Türkiye’nin Avrupalılığını sorgulaması ve üyelik dışı formülleri gündeme getirmesi, hem de Kıbrıs meselesi sebebiyle müzakere sürecinin kesintiye uğraması ile ilişkilidir. Aynı zamanda hükümet ve karar alıcılar AB üyeliğini araçsallaştırmış ve iç ve dış politikadaki hızlı değişim ve çalkantılar içinde AB üyeliğinin gerektirdiği demokratikleşme ve reform adımlarının kendi siyasi ajandaları ile uyuşmadığını fark etmiştir.
Kopenhag kriterlerini Ankara kriterlerine dönüştürme söylemi hayata geçirilmemiş ve üyelik hedefi inandırıcılığını kaybettikçe, uzaklaşma ve gerileme artmıştır. Türkiye rekabetçi otoriter bir sisteme doğru evrilmiştir. Özellikle Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş aslında AB üyelik hedefi ile uyumlu olan denge ve denetlemeye dayanan, yetkinin paylaşıldığı bir sistem yerine merkeziyetçi bir sistemi getirmiştir. Bu süreç içinde AB’nin yaptığı uyarılar dikkate alınmamış, AB üyelik sürecinin dönüştürücü etkisi zayıflamıştır.
Avrupa Parlamentosunun (AP) Türkiye raportörü Nacho Sanchez Amor hazırladığı raporda Türkiye’nin AB üyesi olamayacağından yola çıkarak alternatif bir ilişki modeli geliştirilmesi için yeni yollar bulma çağrısı yapmıştır.
Bunun yanında AB nezdindeki değişimler de önemlidir. 2004 yılında 10 yeni üyenin katılımı ile genişleyen ve 2007’de Bulgaristan ve Romanya ve 2013’te Hırvatistan’ı bünyesine katan AB bu hızlı genişlemenin sancılarını yaşamıştır. Özellikle Polonya ve Macaristan’ın AB üyesi olduktan sonra AB değerlerini sorgular ve meydan okur tavırlar geliştirmesi ve daha fazla sayıda üye devlet arasında uzlaşı sağlamaktaki zorluklarla birlikte yeni gelen ülkelerin gelişmişlik düzeyleri ve AB müktesebatını uygulamadaki eksiklikleri AB’nin bundan sonraki genişleme süreçlerine çok daha temkinli yaklaşmasını getirmiştir. Artık özellikle Türkiye gibi önemli bir nüfusa sahip, kültür ve medeniyet olarak kendine özgü özellikleri barındıran, dış politikada aktif olan ve AB ile çatışan çıkarlara sahip olan bir ülkenin üyeliğinin AB’ye getireceği etkilerin bazı AB üye devletlerince kabullenilmesi mümkün değildir.
Bunun yanında, Türkiye’nin üyeliği söz konusu olduğunda öteden beri gündeme gelen entegrasyon kapasitesi konusu zaten bu büyüklükte ve karakterdeki bir ülkenin özelikle lider üye devletlerce desteklenmesini zora sokmaktadır. Bazı ülkeler için Türkiye’nin AB iç dengelerine olan etkisi önemli bir tehdit iken diğerleri için Türkiye Avrupalı addedilmeyen ve öteki olarak tanımlanan bir aktördür.
Geçtiğimiz dönemde, AB’nin genişleme sürecini canlandıran en önemli gelişme Ukrayna ve ardından Moldova ve Gürcistan’ın üyelik başvuruları olmuştur. Rusya karşısında bu ülkelere destek vermeyi önemli ve ilkesel bir öncelik olarak gören AB Ukrayna ve Moldova’ya adaylık statüsü tanırken, Gürcistan’a Avrupa perspektifi sunmuştur. Genişlemenin yeniden canlanması Türkiye için de umutlanmaya neden olsa da Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un önerisi ile toplanan Avrupa Siyasi Topluluğu girişimine davet edilip edilmeyeceği dahi tartışma konusu olan bir ülke ile ilişkilerin de bu süreçte canlanacağını beklemek yukarıda saydığımız diğer koşulları dikkate almamak olur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Batı karşıtı ve bazı AB üyelerini hedef alan söylemleri, Ortadoğu ve yakın çevredeki politikaları ve rekabetçi otoriter rejimlere örnek gösterilen bir lider hâline gelmesi de birçok AB üyesi devletin liderini etkilemiş ve Türkiye ile AB sürecinin canlandırılmasına yönelik herhangi bir adımın taviz olarak addedilip, tepki görmesine yol açmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim başarısının AB liderlerince de kutlanmasını yorumlayacak olursak, bunu daha çok stratejik konularda ve ortak çıkarı ilgilendiren, göç, güvenlik gibi konularda yardımına başvurulacak ve denkleme alınacak bir ortak ve komşu ülkenin, daha önce de işbirliği yapılan liderinin kutlanması olarak yorumlamak mümkündür.
Avrupa Parlamentosunun (AP) Türkiye raportörü Nacho Sanchez Amor hazırladığı raporda Türkiye’nin AB üyesi olamayacağından yola çıkarak alternatif bir ilişki modeli geliştirilmesi için yeni yollar bulma çağrısı yapmıştır. Taslak rapor AP Dış İlişkiler Komitesinde de kabul edilmiştir. Süreç içinde raporun son taslağı AP Genel Kurulunun onayına sunulacaktır. AP’nin görüşünü ihtiva eden rapor Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğini şekillendirmekte bağlayıcı olmasa da Avrupa kamuoyunun görüşlerini yansıtması ve siyasi etkisi açısından önemlidir. 29-30 Haziran tarihlerinde toplanan AB Zirvesinde liderler Avrupa Komisyonunu ve Dış ve Güvenlik Politikası yüksek temsilcisini AB-Türkiye ilişkilerinin durumu hakkında bir rapor hazırlamaya davet etmiştir.
Bu raporun “stratejik ve ileriye dönük” bir şekilde ilerlemek amacıyla hazırlanması vurgulanmıştır. Aynı Zirve sonuçlarında Konsey, Batı Balkan ülkeleri, Ukrayna ve Moldova’nın üyelik ve katılım süreçlerine bağlılığını belirtirken, Türkiye genişleme süreci ile ilişkilendirilmemiş ve Doğu Akdeniz faslında yer almıştır. Bu durum Türkiye’ye bakışın özellikle geçtiğimiz on sene içinde nasıl değiştiğini ve şekillendiğini de ortaya koymaktadır. Bu tavrın tekrar olumlu yönde değişmesi için sadece söylemsel bir üyelik vurgusu yeterli olmaz. AB reform sürecinin yeniden canlandırılmasının yanında, üyelik sürecini tıkayan Kıbrıs sorunu gibi alanlarda yeni adımlar atılması ve üye devletleri iknaya yönelik diplomatik temaslara ağırlık verilmesi gerekir.
AB’nin belirli bir yakınlaşma sağlamaya istekli olup olmaması, üye devletlerin ikna edilmeye yatkın olup olmaması Türkiye’nin dışında küresel ve bölgesel koşullardaki değişimlere bağlı olarak şekillenebilir.
20 Temmuz tarihinde yapılan Dışişleri Bakanları Konseyi toplantısı öncesinde de AB-Türkiye ilişkilerinin tartışılacak konulardan biri olduğu belirtilirken, Türkiye’nin AB için anahtar bir ortak ve aday ülke olduğu vurgulanmıştır. Ancak genişleme sürecine dahil olması açısından, Konseyin Haziran 2018’deki pozisyona bağlı kaldığı eklenmiştir.
Buna göre Türkiye’nin katılım müzakereleri durmuştur. AB Türkiye ile ilişki kurmaya devam edecektir ve bu angajman ortak çıkarlara dayalı olup farklılıkları aşmaya odaklanacaktır. Mümkün olan alanlarda ilerleme sağlamak hedeflenecektir. Ortak çıkara dayalı ve ilişkileri bütüncül bir açıdan değil de konu bazlı olarak değerlendiren bu yaklaşım son dönemde ortaya çıkan al vere dayalı, perakendeci ilişki mantığını yansıtmaktadır.
Türkiye-AB ilişkileri hakkında hazırlanacak rapor öncesinde konunun ele alındığı Konsey toplantısının sonuçlarına bakıldığında aynı minvalde olduğu görülür. Yukarıdaki ifadelere ek olarak Türkiye ile yeniden ilişki kurma ihtiyacı üzerinde durulurken, Doğu Akdeniz’de sürdürülebilir bir yatışma ve Kıbrıs sorununa çözüm bulmanın bütün bölgenin istikrar ve güvenliğine fayda sağlayacağı ve Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde tanımlanan temel özgürlükler ve değerlerin korunmasının vazgeçilmez olduğu vurgulanmıştır.
Yani, AB ile üyelik sürecini canlandırmanın oldukça uzak bir ihtimal olmasının ötesinde ilişkilerde yakınlaşmanın dahi kuralları ve koşullarının değişmediği ortadadır. AB’nin belirli bir yakınlaşma sağlamaya istekli olup olmaması, üye devletlerin ikna edilmeye yatkın olup olmaması Türkiye’nin dışında küresel ve bölgesel koşullardaki değişimlere bağlı olarak şekillenebilir.
Ancak doğacak fırsatlardan yararlanılabilmesi için dahi siyasi konularda, ortak değer olarak tanımlanan alanlarda ve diplomatik cephede ilerlemelere ve yeni adımlara ihtiyaç vardır. Yoksa bir gün AB, ertesi gün Körfez, ondan sonra Çin ile ilişkiler gündeme getirilerek bu süreçte kazanım sağlamak pek mümkün olmaz. AB hedefi uzun soluklu, kararlı, devamlı bir çabayı gerektirir.
ü