14 Mayıs seçimlerinden sonra Türkiye’de oluşması mümkün yeni tablo ile AB hedefinin değişmesi ne kadar mümkün? Erdoğan yönetiminin özellikle son yıllarda bu hedeften saptığı ve Altılı Masa ittifakının AB ile ilişkileri restore edeceğine yönelik beyanları ne anlatıyor? Yıldız Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Çiğdem Nas yazdı. Türkiye 1959’daki ortaklık başvurusundan bu yana AB üyelik hedefine sadık olmaya devam ediyor. Ancak söylemsel düzeyde üyelik hedefi geçerli olmaya devam etse de geçen 64 yıl boyunca bu hedefe ulaşmak için gerekli çaba ve iradenin gösterildiğini söylemek zor. 1987 üyelik başvurusu, 1995-6 gümrük birliği, 1999 Helsinki ve sonrasındaki reform süreci gibi önemli kilometre taşlarında süreç hızlansa da genele bakıldığında çok zaman kaybedildiğini, ilişkilerin derin dondurucuda kaldığı ve aşındığı dönemlerin de sıklıkla yaşandığını görmek mümkün. Türkiye-AB ilişkileri özellikle 2016 sonrasında AB ile müzakere sürecinin donduğu ve ilişkileri canlandırmaya yönelik girişimlerin de hayata geçirilemediği zor bir döneme girdi. Bu dönemde dış politikada yaşanan uyuşmazlıklar, Kıbrıs açıklarındaki sondaj faaliyetleri, deniz yetki alanları meselesi, Libya, Suriye ve Karadağ meselelerindeki ayrışmalar ilişkileri daha da gerdi. 2013 Gezi Parkı olayları ile baş gösteren ve daha sonra olağanüstü hâl dönemi, Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş gibi süreçlerle keskinleşen siyasi kriterlerdeki sorunlar da AB’nin Türkiye’ye daha mesafeli yaklaşmasına yol açtı. Önceki Avrupa Komisyonu Başkanı Juncker’in ifadesi ile Türkiye’nin dev adımlarla AB’den uzaklaştığı saptaması Türkiye’nin AB üyelik hedefinden de giderek uzaklaştığı anlamına geliyordu. AB’nin Türkiye’ye yaklaşımını etkileyen hususlar sadece Türkiye’deki gelişmeler ile sınırlı değildi. AB’nin genişleme sürecine yaklaşımı da oldukça temkinli hâle gelmiş ve 2004 ve 2007 genişlemelerinde AB üyesi olan bazı devletlerin AB değerlerinden uzaklaşması bir sonraki genişleme konusunda son derece şüpheci olunmasına yol açmıştı. Türkiye’nin üyeliğine yönelik eskiden beri var olan kültür ve kimlik temelli karşı çıkışlara, giderek genişleyen bir AB’nin iç bütünlüğünü ve karar alma sürecinde etkinliğini nasıl sağlayacağı konusundaki endişeler de eklenince Türkiye’nin üyelik olasılığı artık gündemden tamamen düşmüştü. Almanya Şansölyesi Merkel ve AB Dış ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Borrell’in çabaları ile başlatılan Pozitif Gündem de ilişkileri canlandırmaya yetmedi. İlişkilerin yeniden ivme kazanması için ve ticari ilişkilerin daha iyi işlemesi için öngrülen gümrük birliğinin modernizasyonu için müzakereler başlatılamadı. İlişkilerde yeni adımlar iklim, halk sağlığı, tarım gibi alanlarda Yüksek Düzeyli Diyalog, ticareti kolaylaştırmaya yönelik teknik görüşmeler ve mültecilere yönelik projelerin finansmanı konuları ile sınırlı kaldı. Türkiye aday ülke statüsünü koruduğu için Katılım öncesi Yardım Aracı (IPA) fonlarından yararlanmaya devam ediyor. Bunun yanında Erasmus ve Ufuk Avrupa gibi AB programlarının katılımcısı konumunda. Ancak ilişkilerin Ortaklık ya da üyelik süreci üzerinden ilerlemesi bu koşullarda mümkün gözükmüyor.
Seçim sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden seçilmesi durumunda geçtiğimiz yıllarda ilişkilerde yaşanan sorunların tortusu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsına yönelik oluşmuş olan algı AB ile ilişkileri etkilemeye devam edecek.
14 MAYIS SEÇİMLERİ VE SONRASI: OLASILIKLAR VE AB SÜRECİ Bir süredir birçok başka konuda olduğu gibi AB ile ilişkilerde atılacak adımlar seçimlerin sonrasına erteleniyor.  Seçimler sonrasında nasıl bir tablo ortaya çıkacağına bağlı olarak AB ile ilişkilerin gidişatına da karar verilecek. AB tarafı da “bekle gör” olarak özetlenebilecek bir tavır sergiliyor. Türkiye’de yürürlükte olan Başkanlık sisteminin temel özelliği Parlamento seçimlerinden çok Cumhurbaşkanının kim olacağının belirleyici önemde olması sonucunu doğuruyor.  Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan üçüncü kez seçilecek mi, yoksa Altılı Masanın adayı ve CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu mu seçilecek sorusunun cevabı AB ile ilişkiler açısından da belirleyici olacak. Bunun yanında tabii Parlamento aritmetiği de önemli. Altılı Masanın temel önceliğinin parlamenter sisteme dönmek olması ve daha demokratik bir ülke vaadinde bulunması da doğal olarak iktidar değişikliği hâlinde AB ile ilişkilerin de rahatlayacağı ve ivme kazanacağı anlamına geliyor. Seçim sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden seçilmesi durumunda geçtiğimiz yıllarda ilişkilerde yaşanan sorunların tortusu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsına yönelik oluşmuş olan algı AB ile ilişkileri etkilemeye devam edecek. MHP ve BBP ile seçim ittifakı ve hatta Hüda-par gibi ultra muhafazakâr bir partiye de sıcak bakılması Erdoğan’ın seçim sonrasında hareket marjını da belirliyor. Daha muhafazakâr ve baskıcı bir yönetimin devam edeceği öngörülebilir. Bu durumda AB ile ilişkiler de 2015-6 mülteci krizinde olduğu gibi acil konular ve AB açısından gerekli olan asgari düzeydeki işbirlikleri üzerinden ilerleyecektir. AB’nin tedarik zincirlerini çeşitlendirme, Türkiye ile ticari ve ekonomik işbirliğinden daha fazla fayda sağlama, Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamında Türkiye’nin karbonsuzlaşma sürecini hızlandırma, yeşil hidrojen gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının sağlanmasında işbirliği ve düzensiz göçün kontrolünde birlikte çalışma gibi konularda Türkiye’ye olan ihtiyacı devam edecektir. Bu açıdan Türkiye’yi dışlamadan belirli bir düzeyde işbirliğinin devam ettirmek AB açısından her şeye rağmen önemli olmaya devam edecektir.
Türkiye’de seçim sonucunda bir değişimin gerçekleşmesi olasılığı Avrupa ve tüm dünya açısından önemli bir gelişme olacaktır. Son yıllarda tüm dünyada yaşanan popülist otoriter dalganın tersine dönmesi olarak yorumlanarak Türkiye’ye karşı sempatiyi de özellikle Batıda artıracaktır.
Son dönemde Rusya ve Çin’e yönelik Avrasyacı yaklaşımın da güç kazandığı ve iktidarda da etkili olduğu dikkate alınırsa, Batı dışı dünyaya yönelim artacaktır. Rusya’ya yönelik yaptırımlara uyulmaması, Rusya ile ticari, ekonomik ve enerji ilişkilerinin giderek artması, İsveç’in NATO üyeliği gibi konulardaki uyuşmazlıklar Batı ile sorunların artarak devam edeceği anlamına gelebilir. Deprem sonrasında ekonomik tablonun daha da vahim hâle gelmesi dış borç arayışını daha da acil hâle sokarken, enflasyon ve hayat pahalılığının giderek yükseleceği öngörülebilir. AB ile yakınlaşmanın sağlanamaması ve demokratikleşme, ifade özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü gibi konularda ilerleme kaydedilememesi AB ile ilişkilerdeki tıkanıklığın aşılamaması ve en azından beş yıl daha devam etmesi anlamına gelecektir. AB Türkiye’nin adaylık statüsünü tamamen gündem dışı bırakarak gümrük birliğini de bir serbest ticaret anlaşmasına dönüştürecek bir model üzerinde ısrarcı olabilir. Ancak o durumda dahi, AB’nin normatif yönü güçlenen ticaret politikası Türkiye’nin önüne birtakım kriterler getirecektir. AB’nin 2009 yılındaki Güney Kore STA’sından bu yana ticaret anlaşmalarına ticaret ve sürdürülebilir kalkınma bölümleri eklenmektedir. AB bu bölümlerde yer alan konuların gözetimini daha sıkılaştırmayı hedeflemektedir. Bu konular ise söz konusu ülkenin uluslararası emek, çalışma ve çevre standartlarına uyumu, çevre ve iş kanunlarının efektif olarak uygulanması gibi unsurları içermektedir. Dolayısıyla AB ile başlatılacak olan herhangi bir ticaret anlaşması müzakeresi yeni bazı kriterleri gündeme getirecektir. Gümrük birliğinin güncellenmesinin gecikmesi ya da Gümrük Birliğinin yerini alacak alternatif bir ticaret anlaşması önerisi ile karşı karşıya kalınması ise AB üyelik hedefini iyice gündemden düşüreceği gibi, Türkiye’nin yeşil mutabakat ve dijital gündem gibi süreçlere uyumunu geciktirebilir ve AB ile gümrük birliği ile kazanılan avantajların erimesine yol açabilir. Dünya genelinde ve AB’de artan korumacılık AB ile ticari ilişkilerin güncellenmemesi ve güncel gelişmelere uyumlu şekilde yenilenmemesi hâlinde ikili ilişkilerin daha da zayıflaması sonucunu doğuracaktır. Demokrasi, insan hakları ve temel özgürlükler alanındaki aşınmanın da devam etmesi ilişkileri rayından çıkarabilir ve adaylık statüsünün de tartışmalı hâle geleceği bir noktaya gelinebilir. Altılı masa adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun kazanması hâlinde ise ilişkilerde hemen bir rahatlama, olumlu bir atmosfer ve AB’nin destek mesajları beklenebilir. İlk öncelik güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçmekten önce ekonomik krizin aşılmasına yönelik adımlar atmak olacaktır. Ekonomik krizin aşılmasında uluslararası piyasaların Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Batıya yakınlaşması beklentisi doğrultusunda olumlu tepki vermesi ile kredi riskinin azalması mümkün olacaktır. AB’nin deprem sonrasında Türkiye’ye vermeyi öngördüğü yardım da yeni hükümet için avantaj sağlayacaktır. Bunun yanında AB’nin yanı sıra AB ülkelerinin liderleri ile de diplomasi trafiğinin artacağı ve daha yakın bir ilişkinin tesis edileceği söylenebilir. Hükümette yer alacak diğer kadroların da kim olacakları ve nasıl bir tavır benimseyecekleri önemli olacaktır. Türkiye’de seçim sonucunda bir değişimin gerçekleşmesi olasılığı Avrupa ve tüm dünya açısından önemli bir gelişme olacaktır. Son yıllarda tüm dünyada yaşanan popülist otoriter dalganın tersine dönmesi olarak yorumlanarak Türkiye’ye karşı sempatiyi de özellikle Batıda artıracaktır. Kılıçdaroğlu’nun demokratikleşme yönünde atacağı adımlar, yargı bağımsızlığı, ifade özgürlüğü, temel hakların güvence altına alınması konularında gösterilecek çabalar desteğin artarak devam etmesini sağlayacaktır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun iktidara gelirse İstanbul Sözleşmesine geri dönüleceği yönündeki açıklaması yine AB süreci açısından son derecede olumlu bir etki yapacaktır. Altılı masanın Ortak Politikalar Mutabakat Metninde de yer alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmasına yönelik iradesi de özellikle Kopenhag kriterleri açısından belirleyici önemde olacaktır. AB’nin gündeminde olan Demirtaş ve Kavala davaları gibi davalarda AİHM’nin kararlarının uygulanması yine ilişkilerin yeniden rayına oturması açısından kritik etkide bulunacaktır. Ekonomi, demokrasi ve hukuk gündeminin yanında dış politikada da birikmiş sorunlar yeni hükümetin önüne gelecektir. AB’nin önemli bir şans yakalamış olan yeni Cumhurbaşkanı ve hükümete destek olarak donmuş durumda olan ilişkilerde bir canlanma yaratmaya yönelik adımlar atması beklenebilir. İlk aşamada bu canlanmayı yaratacak birinci konu gümrük birliğinin güncellenmesi olabilir. Burada AB’nin gümrük birliğine aykırı bazı uygulamalar olduğuna yönelik eleştirileri hükümetin gündemine gelecek ve bu konularda olumlu adımların atılmasına bağlı olarak AB de kısa zaman içinde gümrük birliğinin güncellenmesi müzakerelerini başlatmak için adım atmaya yatkın olabilecektir. Vize serbestliği konusunda 72 kriterden kalan altı kriterin yerine getirilmesi mümkün olabilirse bu süreçte de AB bir karşılık verme ihtiyacını duyacaktır. Bu hemen vize serbestliği olmasa da vize kolaylaştırma yönünde adım atılabilir. Üyelik müzakerelerinin canlandırılması ise kısa vadede mümkün olamayabilecektir. Yeni kurulacak hükümetin gidişatı bir süre izlenecek ve AB ona göre bir tutum benimseyecektir. Kıbrıs sorunu müzakerelerin önünde yine bir engel oluşturmaya devam edecektir. Güney Kıbrıs’ta yeni seçilen Cumhurbaşkanı Hristodulidis adada müzakerelere yeniden başlamaya hazır olduğunu ancak müzakere çerçeve belgesinin de yeniden müzakere edilmesi gerektiğini ifade etmiştir.
AB’nin önceki Dış ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Mogherini’inin dediği gibi megafonlarla konuşmak yerine sürekli, düzenli ve yapıcı diyalog, karşılıklı güveni artıracağı gibi çözümsüz gözüken konulara daha olumlu yaklaşılmasını sağlayacaktır.
Ancak yeni Cumhurbaşkanını özellikle muhafazakâr ve sağ grupların destekledikleri dikkate alınırsa, taviz vermesinin pek de kolay olmayacağı ve şahin çizgiye yakın durduğu anlaşılabilir. Burada AB’nin bugüne kadarki tutumu Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın tezlerinin arkasında durmak ve iki tarafa da cazip gelebilecek çözümlerle gündem oluşturmaktan kaçınmak olmuştur. Hristodulidis adadaki müzakere sürecine AB’nin de müdahil olmasını istemektedir. Ancak taraf durumunda olan AB’nin müdahil olmasına Türk tarafı sıcak bakmamaktadır. AB’nin BM ile işbirliği içinde adil bir çözüm önerisi ile gelmesi ise Türkiye’nin AB sürecinde önemli bir fark yaratabilir. Hristodulidis’in gümrük birliği ile ilgili müzakere fasıllarının açılmaması kararına yol açan GKRY bandıralı gemilerin Türk limanlarına alınmaması konusunda bir çözüm önerisi ile ilgili önerileri de olmuştur. Ancak adada kapsamlı bir çözüm olmadan yeni seçilecek hükümetin de bu konuya yaklaşımının çok olumlu olmayacağı öngörülebilir. Diğer önemli bir konu ise Suriyeli sığınmacıların durumudur. Türkiye ve AB arasındaki 18 Mart 2016 tarihli mülteci uzlaşısının birçok unsuru işlerliğini kaybetmiştir.  Suriyeli mülteciler için harcanması öngörülen 3+3 milyar avroluk AB’nin Türkiye’deki Mülteciler için Yardım Programı kapsamında 5 milyar avro projelere aktarılmıştır. 2021-23 dönemi için de 3 milyar avroluk bir ek fon ayrılmıştır. Kılıçdaroğlu’nun Suriyeli mültecilerin geri gönderileceğine yönelik ifadeleri eğer eyleme dönüşür ve isteği hilafına sınır dışı etmelere yol açarsa bu durum AB’nin tepkisini çekecektir. Türkiye’de yerleşik olan ve istihdam edilen, çocukları okula giden Suriyelilerin geri gönderilmesi uygun bir politika olmayabilir ve uygulanması ciddi zorluklara yol açabilir. Böyle bir durumda yeni hükümet sınır güvenliği, yeni göçmenlerin gelişinin engellenmesi ve Türkiye’de mukim Suriyelilerin uzun vadeli entegrasyonu gibi konulara odaklanabilir. Altılı Masanın Ortak Politikalar Mutabakat Metnine bakıldığında AB üyelik hedefine bağlı olunduğu görülmektedir. Bu sürecin “diyalog, adalet ve eşitlik çerçevesinde” yürütüleceği ifade edilmektedir. Bunun yanında Gümrük birliğinin güncellenmesi, vize serbestliği sürecinin tamamlanması, yeşil mutabakat hedefine uyum sağlanması hedefleri de metinde yer almaktadır. Avrupa Konseyi üyesi olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uyulacağı belirtilmektedir. Bu hedefler Türkiye’nin AB ile ilişkileri açısından önemli fark yaratacaktır.
Altılı Masanın Ortak Politikalar Mutabakat Metnine bakıldığında AB üyelik hedefine bağlı olunduğu görülmektedir. Bu sürecin “diyalog, adalet ve eşitlik çerçevesinde” yürütüleceği ifade edilmektedir.
Bunun yanında AB ile işbirliği, AB gibi forumlarda aktif rol oynama ve norm ve standartlar açısından yakınlaşma vurgusu kamu ihale kanunu, siyasi etik ilkeleri, dijital dönüşüm, yeşil mutabakat, veri koruma, yenilikçi ekosistem, fikri mülkiyet, siber güvenlik gibi konularla ilgili olarak vurgulanmaktadır. Bu durum ise altılı masanın başarısı durumunda AB ile aksayan müktesebat uyum sürecinin hızlanacağı beklentisini doğurmaktadır. AB ile sorun oluşturan Doğu Akdeniz, Yunanistan ile ikili meseleler ve Kıbrıs’ın geleceği konularında metinde Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları, hidrokarbon kaynaklarının hakça paylaşımı konularında müzakere sürecine gidileceği, Kıbrıs’ın mili dava olduğu ve adil ve kalıcı bir çözüm için KKTC’nin kazanılmış haklarını koruma ve siyasi eşitliğe dayalı bir formül üzerinde çalışılacağı Yunanistan ile olan sorunların da “diplomasi, diyalog ve sonuç odaklı müzakereler yoluyla, uluslararası hukuk ve hakkaniyete dayalı şekilde Türkiye’nin ulusal çıkarlarından taviz vermeden” çözüleceği ifade edilmektedir. Dış politika çizgisindeki uyuşmazlıklar AB ile ilişkilerde ilerlemenin önüne geçebilir. Ancak bu konularda daha uzlaşmacı bir tavır içinde olunması, Batı karşıtı söylemin kullanılmaması ve sorunlar hemen çözülemese de tek taraflı ültimatomlar yerine diyalog, iletişim ve güvenin yerleşmesi konulara yaklaşımı da değiştirecektir. AB’nin önceki Dış ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Mogherini’inin dediği gibi megafonlarla konuşmak yerine sürekli, düzenli ve yapıcı diyalog, karşılıklı güveni artıracağı gibi çözümsüz gözüken konulara daha olumlu yaklaşılmasını sağlayacaktır. Burada en önemli husus Türkiye’de seçim sonrasında ortaya çıkacak yeni yönetimin AB ile ilişkileri onarma ve canlandırma yönünde gerçek bir iradeye sahip olması ve yılmadan kararlı bir şekilde sürecin takipçisi olmasıdır.