40.yılına girerken 1982 Anayasası'ndan kurtulabilir miyiz?
Önümüzdeki dönemde, -askeri ve sivil- bir darbe anayasasından kurtulurken, 100. yılında cumhuriyetimizi, gerçekten ‘kimsesizlerin kimsesi’ yapacak, çoğulcu, özgürlükçü, dayanışmacı yeni bir öze de kavuşturabiliriz
İçinde bulunduğumuz haftada 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girişinin 39. yılı doldu.
12 Eylül 1980 askeri darbesinin ikinci yılında, -darbe yönetiminin atadığı meclis eliyle hazırlanan- anayasa taslağı, 7 Kasım 1982’de halk oyuna sunulmuş; %92 oyla kabul edilmişti.
Başlangıç bölümünde, son biçiminin -Milli Güvenlik Konseyi (MGK) adını taşıyan- cunta yönetimi tarafından verildiği yazılı olan bir taslağın bu denli yüksek destek bulmasının nedenlerinden biri, oylamanın ve öncesindeki kampanyanın tam bir baskı ortamında yapılmış olmasıydı. Öyle ki, karşı propoganda neredeyse yasaktı. Oylamada da, renkli pusulalarının içine konulduğu incecik zarflar, kullanılan oyun renginin dışarıdan anlaşılmasına yol açıyordu.
Öte yandan darbe yönetimi, anayasa taslağının kabulü halinde, sınırlı ve kısıtlı da olsa, çok partili sisteme geçileceğini, yönetimin gelecek yıl kurulacak partiler arasında yapılacak seçimlerle sivillere devredileceğini söylüyordu. Taslağın kabul edilmemesi halinde ise, ne olacağı belli değildi.
Millet, “ya kırk katır, ya kırk satır” meselini anımsatan bu durum karşısında büyük çoğunlukla ‘kabul’ oyu vererek kendince bir çıkış yolunu seçmiş oldu. Anayasaya %92 oranında kabul oyu verenler, bir yıl sonra yapılan genel seçimde, cuntanın işaret ettiği partiye değil, başka partilere oy verdiler.[1]
1982 Anayasası, -yine bir askeri darbe sonrasının ürünü olan- 1961 Anayasası’na tepkisel anlayış ve içerikle hazırlanmıştı.
1961 Anayasası, bir askeri darbe sonrası yürürlüğe girmiş olmasına karşın, darbe öncesi Türkiye’sinin özlemlerini büyük ölçüde yansıtıyordu. Kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, sosyal devlet, tarafsız cumhurbaşkanlığı, idarenin eylem ve işlemlerinin yargı denetimine bağlı olması gibi ilkeler, tüm muhalefetin ortak önerileri arasındaydı. 27 Mayıs 1960 darbesi yerine 60 veya 61’de seçim olsa, büyük olasılıkla bu ilkeler yeni seçilen Meclis eliyle anayasa hükümleri haline gelecekti.
Muhtıranın Gölgesinde Anayasa
1961 Anayasası hiçbir dönem ‘eksiksiz / tastamam’ uygulanma olanağı bulamadı. Darbecilerin kapattığı Demokrat Parti’nin ardılı bir siyasi partinin (Adalet Partisi’nin) 1965 ve 69 seçimlerinde büyük çoğunlukla iktidar olması üzerine, asker-sivil çevrelerde yeniden filizlenen vesayetçi örgütlenmeler, Silahlı Kuvvetlerin komuta kademesinin verdiği 12 Mart 1971 Muhtırasıyla sona erdi.
12 Mart muhtırası, ilk günlerde muhtırayı alkışlayanların beklentisinin aksine, ülkedeki sorunların sorumluluğunu siyasi iktidara çıkarmak yerine anayasaya çıkardı. Takip eden yıllarda anayasaya özgürlükler ve örgütlenme alanında kısıtlamalar getiren düzenlemeler yapıldı.
12 Mart Muhtırasını izleyen yıllar, 1980’e kadar ekonomik ve toplumsal sorunların ağırlığı altında geçti. Koalisyonlar, Kıbrıs müdahalesinin getirdiği ambargolar, siyasetin gerginliği, uzlaşmazlığı ve ufuksuzluğu, sıkıyönetim ilanlarına rağmen artan can güvenliği kaygıları ülkeyi bir askeri müdahaleye sürükledi. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ilk işi, idareye getirdiği hukuk denetimini ve örgütlenmeye getirdiği kolaylıkları, ülkenin içine sürüklendiği ortamın sorumlusu saydığı 1961 Anayasası’nı tümüyle yürürlükten kaldırmak oldu.
Darbe Anayasası
1982 Anayasası, yasaklayıcı, kısıtlayıcı, sınırlayıcı bir hükümler manzumesi oldu; son biçimini kendilerinin verdiğini başlangıç bölümüne yazmakta sakınca görmeyen üsttenci zihniyetin hazırladığı bir tür ‘iç hizmet nizamnamesi’ gibiydi.
Görünüşte ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesini koruyor olsa da, kuvvetler içinde yürütmeye (cumhurbaşkanı, başbakan ve hükümete) ağırlık veriyor; yürütmenin hukuksal denetimini sınırlandırıyor, hele cumhurbaşkanına parlamenter demokrasilerde olmayan yetkiler tanıyordu. Çünkü hazırlayıcıları, anayasanın kabulü ile birlikte MGK Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in 7 yıl için cumhurbaşkanı seçilmiş sayılacağını öngörmüşlerdi; öyle de oldu.
Buna karşılık 1982 Anayasası geride kalan 39 yıl içinde 19 kez değiştirildi. Bunların bir kısmı Meclis’te oy birliğine yakın bir uzlaşmayla, bir kısmı referandum yoluyla yapıldı. 1983’ten 2003 kadar geçen 20 yıllık sürede, hemen her parti iktidarın bir biçimde ortağı ve anayasa değişiklikleri sürecinde etkili oldu. Ancak hiçbiri, 1982’de cumhurbaşkanına verilen abartılı yetkilerin azaltılması yahut YÖK gibi herkesin eleştirdiği kurumların kaldırılmasını önermeyi akıl etmedi.
Değişiklikler, başlangıçta anayasanın kısıtlayıcı düzenlemelerini daha demokratik ve AB müktesebatına uygun hale getirmek amacına yönelikti. 2007’de Meclis’in salt çoğunlukla cumhurbaşkanı seçmesini engelleyen yapay tıkanmalardan sonra iç siyasete dönük ve çoğunluk iktidarının elini kolaylaştıracak düzenlemeler yapılmaya başlandı. 2007 ve 2010’da bu değişiklikler halk oyuyla kabul edildi.
Tek Adam Anayasası
1982 Anayasası’nın yasakçı, kısıtlayıcı özünü daha da yasakçı ve vahim hale getiren asıl düzenleme 16 Nisan 2017’de yapıldı. Bu değişiklik, anayasanın cumhurbaşkanına verdiği yetkileri aşırı ve abartılı hale getirdi. Tüzel kişiliği ve Meclis’e karşı sorumluluğu olan ‘hükümet’i kaldırarak, yürütme yetkisini tek başına cumhurbaşkanına verdi. Öte yandan, cumhurbaşkanının parti üyesi olmaması kuralı kaldırılarak, partili olmasının yolu açıldı.
Nasıl 1982 Anayasası’nda abartılı yetkiler, referandumla birlikte cumhurbaşkanı olacağı kabul edilen General Evren için öngörülmüşse, bu değişikliğin de 2014’te cumhurbaşkanı seçilmiş olan Erdoğan için öngörüldüğü açıktı. Nitekim Erdoğan, referandumun ardından derhal parti üyesi olmakla kalmadı, hemen partisinin başına geçerek genel başkan da oldu.
Böylece Türkiye, cumhurbaşkanının partisiz ve tarafsız olmasını öngören 1961 düzenlemesinin değil, cumhurbaşkanının bütün partilerin üstünde ve tarafsız konumda olmasını savunan 1950 DP uygulamasının da gerisine düşmüş oldu. Gerçekten, DP kurucularından merhum Celal Bayar[2], 1950’de cumhurbaşkanı seçilince hemen genel başkanlıktan istifa etmiş, sade bir partili olarak görevini sürdürmeye çalışmıştı.
Şimdi Sn. Erdoğan, parti genel başkanı olarak hemen tüm milletvekillerinin belirlenmesindeki yetkisi nedeniyle yasamaya, üst yargı organları üyelerini atama yetkisi nedeniyle yargıya ve tek başına hükümet yetkisi kullandığı için yürütmeye egemen.
Öte yandan Merkez Bankasının bağımsızlığını tanımadığı, Varlık Fonunun hem başkanı hem denetleyicisi konumunda olduğu için, ekonominin de sorumluluğunu taşıyor.
Oysa Adalet ve Kalkınma Partisi, 2002, 2007, hatta 2011 seçim bildirgelerinde parlamenter demokrasinin ve hukuk devletinin güçlendirilmesini vadediyor ve cumhurbaşkanının yetkilerinin azaltılmasını ön görüyordu.
Bugün gelinen nokta ve uygulama bütün bu vaatlerin tam karşısında; ülkenin durumu da ortada…
Yeni Bir Anayasaya Doğru
1982 Anayasası 39. yılını doldurdu; 2017 değişikliklerinin üzerinden de 4,5 yıl geçti.
Bir süredir, 2017 düzenlemelerini destekleyen çevrelerde yeni bir anayasa değişikliğinden söz ediliyor. Büyük olasılıkla, cumhurbaşkanının ‘görevini tarafsızlıkla yapmasını’ içeren yemin metnini ve ‘milletin birliğini’ gözetmesini ve ‘anayasanın uygulanmasını’ emreden maddeleri (madde 103- 104) değiştirmek istiyorlar. Bunun yanısıra ‘cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi’ denilen garabeti daha muhkem ve değiştirilemez kılacak ve geçmişin sorumluluklarına sünger çekecek yeni -akla sığmaz- değişiklikler de düşünüyor olabilirler.
Neyse ki, bu değişiklik meraklılarının şu anda parlamentoda anayasa yapacak, hatta halk oyuna sunulmasını sağlayacak sayıları yok. Bunun için 175.maddeye göre 400, yahut en az 360 oy gerekiyor.
Öyle görünüyor ki Türkiye, anayasa için yeni seçimin yapılmasını bekleyecek; yeni seçim de büyük olasılıkla 2022’de yapılacak. Yeni anayasa, var olanı daha otokratik hale getiren bugünkü iktidarın eliyle değil, seçimden sonra oluşacak yeni iktidarın demokratik güç ve irade birliğinin ürünü olacak.
Bu durumda muhalefet partilerinin sadece 2017 değişikliklerini yürürlükten kaldırmayı değil, 1982 Anayasası’nı tümden değiştirerek Türkiye’yi özgürlükçü, eşitlikçi, çoğulcu gerçekten demokratik bir ‘toplum sözleşmesi’ ile buluşturmayı hedeflemesi gerekiyor.
Muhalefetin bu yolda -geç de olsa- bir ortak emek sarfettiğini bilmek umut verici.
İktidarın, bütün bu ‘millet eliyle anayasa’ söylemine karşın hem böyle bir niyeti yok, hem de anayasa değiştirmesine olanak verecek kamuoyu desteği günden güne azalıyor.
Bu azalma görüntüsü muhalefeti -sakın- rehavete itmemeli.
Önümüzde, 1982 Anayasası’nın 40. yılında bir darbe anayasasından kurtulmanın yanısıra, 100. yılına girerken cumhuriyeti evrensel değerlerle buluşturmak, hiç olmadığı kadar çoğulcu, özgürlükçü ve gerçekten ‘kimsesizlerin kimsesi’ yapacak dayanışmacı bir öze kavuşturmak hedefi ve görevi de var.
Bu yaşamsal hedef ve görev ise, ‘güçlendirilmiş parlamenter sistem’ söyleminden daha fazlasını hak ediyor. Bu konuyu konuşmaya devam edeceğiz.
---
[1] 1983 Genel seçiminde cuntanın ilk tercihi olarak görünen MDP %23 oyla 3. olurken, %45’le ANAP 1. ve %30’la HP 2. part oldu.
[2] Celal Bayar, Atatürk döneminin son başbakanı, DP kurucu Genel Başkanı, 3. Cumhurbaşkanı