Loading...
30 Ağustos’u anlama kılavuzu
İngiliz emperyalizmini ve onun jandarmalığını üstlenen Yunan işgalcilerini yenmek mucize gibi gelebilir ama Mustafa Kemal’in öncülük ettiği “mucize”nin temelinde bilimsel bilgi ve demokratik katılımcılık vardır.
Viyana kapılarında başlayan gerileme sonuçtur; neden ise Osmanlı’yı var eden “fetihçilik” politikasının sürdürülemez olduğu gerçeğidir.
Toplumsal tarih açısından bakıldığında, fetihçilik, bumerang görevi görmüş; önceden varlığını fetihçilik üzerine kuran bir imparatorluk, Viyana kapısında aldığı ilk yenilgiyle fethedilmesinin de kapılarını açmış durumdadır.
1699 Karlofça anlaşmasıyla başlayan gerileme, 1792’de imzalanan Yaş anlaşmasıyla çöküşe uzanmış ve bu uzanış, Kurtuluş Savaşı’na kadar sürmüştü.
Çöküşün iki önemli göstergesinden biri İstanbul’un İngiliz emperyalizmi tarafından işgali; diğeri de İngilizlerin iştah kabartıcı teşvikiyle “megalo idea” hedefiyle İzmir’in Yunan orduları tarafından işgalidir.
Boğaza demirlemiş İngiliz işgal gemilerini gören Mustafa Kemal, “geldikleri gibi giderler” demişti; bu sözün söylenmesinden yaklaşık 7 ay sonra İzmir’e çıkan Yunan ordusuna da “ilk kurşun”u Hasan Tahsin sıkmıştı.
KAHRAMAN METHEDİLMEYİ HAK EDER AMA…
Mustafa Kemal’in ifadesiyle “esir olmak istemeyen bir milleti, esareti altında tutmaya güçlü olacak kadar kuvvetli zorbalar artık bu dünya yüzünde kalmamıştır.”
Viyana kapılarında başlayan geri çekilmeyi Sakarya Meydan muharebesiyle durduran azim ve kararlılık bu cümlede gizlidir.
Öncesi elbette vardır ancak hedefine Ankara’yı koymuş işgalci güçlerin Polatlı-Haymana mevkiinde durdurulup geriletilmesi, tarihin dönüm noktalarından biridir. Bu sürecin devamıysa tarihe “Büyük Taarruz” olarak geçen ve 30 Ağustos günü zaferle taçlanan o muhteşem mücadeledir.
Her okuyanı heyecanlandıran Nazım Hikmet’in aşağıdaki dizeleri, o mücadelenin fotoğrafı gibidir:
“O, saati sordu.
Paşalar : "Üç," dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.
Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı.”
Amacım methiye dizmek değil; zira, o mücadelenin önderi dahil her kahraman methedilmekten çok anlaşılmak ister.
Yürütülen haklı bir mücadeledir ve tarihin bütün sayfaları, haklının eninde sonunda galip geldiğini yazar.
Dünya savaş tarihine Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz gibi iki büyük destanı armağan eden ve Türkiye’yi Cumhuriyet ile taçlandıran Mustafa Kemal’in en belirgin özelliği, kendisini ait hissettiği milliyeti önemsemekle birlikte ırkçı olmamasıdır.
"... Gerçi bize milliyetçi derler, ama biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetçiliklerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde bencilce ve mağrurca bir milliyetçilik değildir.”[1]
MUCİZE Mİ, BİLİMSEL BİLGİNİN REHBERLİĞİ Mİ?
Bu özelliğin savaşın en sıcak anlarında da gösterir; Yunan General Trikopis, esir edilip, yanına getirildiğinde kendisine özenli davranır ve onu teselli eder.
“Üzerinde güneş batmayan” İngiliz emperyalizmini ve onun jandarmalığını üstlenen Yunan işgalcilerini yenmek mucize gibi gelebilir ama Mustafa Kemal’in öncülük ettiği “mucize”nin temelinde bilimsel bilgi ve demokratik katılımcılık vardır. Attığı her adımda bilimsel bilgiyi kullandığı gibi askeri kararlar dahil olmak üzere her düzeyde katılımcılığa da bir o kadar önemsediğinin pek çok anına tarih tanıktır.
Nutuk, başta aşağı, Mustafa Kemal’in bilimi ne kadar önemsediğini, katılımcılığa ne kadar önem verdiğini ama her şeyden önce devletin başındakinin hiçbir zorunluluk olmadığı halde yurttaşına hesap verebilme sorumluluğu duymasının ifadesidir.
Bilimi rehber kabul etmesi ve katılımcılığa önem vermesi, onun yetkin ve samimi bir kişiliğe, bir başka ifadeyle liderlik özelliğine sahip olduğunun izdüşümleridir.
Maksadımızın, liderliği bütün dünyaca tartışmasız kabul edilen birine methiyeler dizmek değil; geçmişin izinden ilerleyip bugüne ışık tutmaktır.
Çünkü tarih, geleceğin aynasıdır ve o aynaya dikkatlice bakabilirsek toplumun bugünkü beklentisinin de, “işinde yetkin, kişiliğinde samimi” bir lider olduğu görülecektir.
2022, Büyük Zaferin, 2023 ise zaferin Cumhuriyet ile taçlandığı yılın 100. yıldönümüdür.
Rastlantıya bakın ki Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına bir genel seçimle giriyor olacağız. Üstelik bu seçim, Cumhuriyet öncesi döneme özlem duyanlarla nimetlerinden yeterince yararlanamamış olsalar da Cumhuriyet’i demokrasi ile taçlandırma amacında olanlar arasındaki mücadelenin sahnesi olacağa benziyor.
Birincilerin lider tipi belli!
“Güçlü, kendine güvenen, disiplinli” ama bir o kadar da “kolay öfkelenen, farklılıkları önemsemeyen, tüm yurttaşlara eşit derecede önem vermeyen” biri…
Toplum ise Bekir Ağırdır’a göre “samimiyeti kimlik, dil, tarz olarak, yetkinliği vizyon, vaat, mahareti ve geçmişiyle de bunları kanıtlamış” bir lider arıyor.
O halde 2023’te öne çıkartılması gereken lider tipinde de, “güçlü, kendine güvenen, disiplinli” ve bir o kadar da samimi, vizyon sahibi, yurttaşının derdiyle hemhal olan, diğerkamlık duygusuna sahip, katılımcılığı önemseyen, devleti, “gerektiğinde birinin başına indirilen bir sopa gibi” kullanmaktan özenle kaçınan ama aynı zamanda “hizmetkar” işlevine sahip bir hale getirme becerisi olmalıdır.
Fark açıktır!
CUMHURİYETİ DEMOKRASİ İLE TAÇLANDIRMAK…
2023, artık usandığımız birinin sandık yoluyla indirilip yerine bir başkasının getirileceği bir seçim olmaktan ziyade Cumhuriyet’in demokrasi ile taçlandırıldığı bir seçim hüviyetine kavuşturulmalıdır. Açık ki Türkiye’nin, her gün bir öncekinden daha fazla dehşete düştüğümüz açığa çıkan yeni bilgilerden de anlaşılacağı üzere kamu yönetiminin çetelerle işbirliğine açık bürokratik mekanizmalardan temizlenip, yerine muhatabına düzenli olarak hesap verebilen demokratik bir kamu yönetimi mekanizmasına ihtiyaç vardır.
Bilen bilir; Sakarya Meydan Muharebesi sırasında, emrinin ne olduğunu soran askere Mustafa Kemal, “size ölmeyi emrediyorum” cümlesiyle cevap vermişti.
Tarih tanıktır ki zafer, ölümü göze alanların bize armağanıdır.
Gelelim bugüne…
Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nda, “Kim bu cennet vatan uğruna olmaz ki feda” diye sormuş.
Yazımızı, bu soruya, Ahmed Arif’in verdiği cevapla bitirelim:
"Yiğitlik, sen cehennem olsan bile
Fedayı kabul etmektir,
Cennet yapabilmek için seni,
Yoksul ve namuslu halka.
Bu'dur ol hikayet,
Ol kara sevda.”
İhtiyacımız, bu toprakları “cennet yapabilmek için” sürece öncülük edecek samimi ve yetkin bir liderdir ve bu halk, dün olduğu gibi önümüzdeki süreçte de ihtiyacı olanı bulup çıkartacak yetkinliktedir.
---
[1] Atilla İlhan, Hangi Atatürk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5. Basım, İstanbul, Nisan 2008, s. 89.