Kimseyi geçmişinden dolayı itham etmek istemem; asıl vurgulamak istediğim husus, AK Partisi ve destekçilerinin 28 Şubat’ın içini tamamıyla boşaltmış olması.Seksenli yıllardan itibaren İslamcı çevrenin ‘demokrasi’ vurgulu söylemlerine karşın, Susurluk skandalı esnasında koalisyon hükümeti bileşeni Refah Partisi ve Başbakan olan liderlerinin gösterdikleri tavır ortadadır; ancak diğer koalisyon ortağı merkez sağ DYP’nin tavrı farklı değildi. Bu şartlar altında, 28 Şubat müdahalesi, laiklik adına gerçekleşti. Daha da önemlisi, MHP’nin 1999’da Ecevit Başbakanlığında kurulan koalisyon hükümetinin (DSP-ANAP-MHP) ortaklarından biri olmasıydı. Kısacası, bu partiler açısından da önemli olan Susurluk’ta ortaya çıkan tablo değil, başörtülü öğrenci meselesi idi. Nitekim Ecevit daha sonra, Nisan 1999 seçimleri ardından(kapatılan Refah Partisi’nin yerine kurulan) Fazilet Partisi milletvekili Merve Kavakçı’yı Meclis’ten kovmuş, DSP’li kadın vekiller de ‘dışarı’ diye tempo tutmuştur. AK Partisi bu hafıza üzerinden siyaset yapmaya devam ediyor. Çok şükür artık muhalefet kanadında o zihniyette olanlar varsa bile çok küçük bir azınlık, ancak hâlen ciddi bir geçmiş sorgulanmasının yapıldığı da söylenemez. Belki daha doğrusu, çok küçük bir azınlığın, böylesi bir sorgulamanın önüne set çekmekten vazgeçmemiş olması.
28 Şubat’ı hatırlamak
28 Şubat 1997 tarihi, ordunun verdiği muhtırayla demokratik süreçlere müdahale ettiği tarih olarak biliniyor. Prof. Dr. Nuray Mert, 28 Şubat sürecini ve bu sürecin AKP’yi nasıl oluşturduğunu yorumladı.
Yıllar sonra yıl dönümünde, 28 Şubat’ı bir kez daha gözden geçirelim. Öncelikle, 28 Şubat muhtırası, askeri bürokrasinin demokratik siyaset süreçlerine açık bir müdahalesiydi. Bu muhtıra sonrası yaşananlar, demokratik siyaset açısından utanç verici olaylardı. O dönem koalisyon ortağı Refah Partisi ve Başbakan olan lideri Necmettin Erbakan’ın siyasi görüş ve eylemleri ne kadar tartışmalı olursa olsun, böyle bir müdahalenin laiklik adına meşrulaştırılması söz konusu olmamalıydı.
Nitekim laiklik adına yapılan müdahale sadece hükümetin düşmesi ile sonuçlanmadı, parti kapatma başta olmak üzere demokratik siyasetle bağdaşmayan işleri meşrulaştırmanın gerekçesi oldu. O dönemin anti-demokratik politikalarının en bilinen ve sembolik hale gelen örneği, üniversitelerde başörtüsü yasağı idi. Maalesef, bu müdahale ve ertesinde Refah Partisi’nin kapatılması ve başörtüsü yasağı gibi anti-demokratik adımlar, geniş bir çevre tarafından kabul gördü.
En kötüsü, eski İslamcıların iktidarının otoriter bir rejime dönüşmesi dolayısı ile, bu sürecin ‘iyi, haklı, doğru’ olduğu düşüncesini benimseyenlerin halen mevcut olması. Dahası, benim gibi, o süreçte demokrasi savunusu yapanların halen ‘geleceği görmemek’ ile itham ediliyor olması.
Ben ise, halen tam tersini düşünüyorum, yani AK Parti’nin otoriter bir rejim kurgusunu İslami/muhafazakâr söylemler ile meşrulaştırmasını mümkün kılan en önemli etkenlerden birinin, doksanlı yıllarda yaşanan bu süreç olduğuna inanıyorum.
Nitekim AK Partisi yönetimi halen, muhalefeti bu çerçevede düşmanlaştırabiliyor. Bugünün muhalif çevreleri, bugün gösterdikleri tavrı o gün gösterebilmiş olsalar, AK Partisi’nin 28 Şubat, başörtüsü ve genelde din konusunu, bu denli siyasi ranta dönüştürmesi mümkün olmazdı.
Bu arada, konu sadece ana muhalefet partisi CHP değil, o günlerde, başörtüsü yasağı konusunda en özgürlükçü sol çevrelerin bile yakın zamana kadar hiç de demokratik bir tavır sergilemediğini biliyoruz. Özgürlük ve Demokrasi Partisi’nin iki binli yılların başında Kadıköy’de düzenlediği ‘Bir arada Yaşamak’ mitinginde, parti başkanının konuşmasında ‘hizmet alan/hizmet veren’ ayrımından söz ettiğini hatırlıyorum.
Ancak, bu arada hatırlamak gereken başka bir gerçek, 28 Şubat zihniyetinde yazıp çizenlerin bir kısmının sonradan baş demokrat kesilebilmiş ve en önemlisi bu arada AK Partisi saflarına geçebilmiş olmalarıdır. Kimseyi geçmişinden dolayı itham etmek istemem; asıl vurgulamak istediğim husus, AK Partisi ve destekçilerinin 28 Şubat’ın içini tamamıyla boşaltmış olması. Bu çevrenin nezdinde kıstas, geçmişte demokratik tavır takınmış olup olmamak değil, bugün AK Partisine destek verip vermemek. Tam da bu nedenle, mevcut iktidar, o zamanlar demokrasi adına din ve vicdan özgürlüğü savunusu yapanları iktidara muhalif oldukları için düşman ilan edebiliyor.
Bugün, başörtüsü ile üniversiteye girebilmenin, kamu alanında görev yapabilmenin serbest ve normal hale gelmesi kim ne derse desin, demokrasi, özgürlükler ve toplumsal barış adına büyük bir kazanımdır. Eski İslamcılardan oluşan bir partinin iktidarının otoriter bir rejim inşa etmiş olmasının nedeni bu özgürlükler olamaz. Tam tersine, 90’lı yıllarda da, İslamcılığın sorgulanması, ‘başörtüsü, mescit, büyük otellerde iftar/namaz’ odaklı değil, otoriter siyaset anlayışı çerçevesinde olsaydı, sonradan olanları kavramak, öngörmek açısından daha ileri bir noktada olabilirdik.
Aslında, mesele İslamcılar ile de sınırlı değil, bu ülkede merkez sağ dâhil tüm muhafazakâr sağ, siyaset söylem ve çevreleri otoriter bir siyaset anlayışının temsilcileri olmuştur. Ancak, Türkiye’de sağ siyasete ilişkin temel sorun hep otoriter siyaset anlayışları değil, ‘din’ eksenli olmuştur. Hâl böyle iken, 90’lı yıllardan itibaren, sol, liberal demokrasi söylemleri de, Türkiye’de otoriter siyaset geleneğin sorgulanmasını ‘Kemalizm eleştirisi’ ile sınırlandırmaktaydı.